SEDAT ŞENERMEN

ATATÜRK’ÜN ‘AKLIN ÖZGÜRLEŞTİRİLMESİ’ DEVRİMİ

 

1. Allah Elçisi Muhammed’in (a.s) Devrimlerinden Biri Akla ve Düşünceye Vurulan Prangadan İnsanı Kurtarmak

“Onlar (Allah’ın koruması altına girenler, zekât’ı verenler ve Allah’ın ayetlerine inananlar) ki,
– Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılmış bulacakları,
– Anakentli /Mekkeli (el-Ümmî)
– Peygambere (en-Nebiyy),
– Kendilerine iyiyi emreden ve
– Onları kötülüklerden alıkoyan,
– Temiz ve hoş şeyleri kendilerine serbestleştiren,
– Kirli, pis ve kötü şeyleri de üzerlerine yasaklayan,
– Sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren,
– O Elçi’ye (er-Rasûl) uyarlar. O hâlde;
* Ona iman edenler (âmenû bihi),
* Onu destekleyip yüceltenler (azzerûhü),
* Ona yardımcı olanlar (nasarûhü)ve
* Onun ile birlikte indirilen nûra (Kur’an’ı) uyanlar var ya, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (A’raf/157)

A’raf/157’de, Yüce Allah’ın Son Elçisi Saygıdeğer Sevgili Muhammed’i tam dokuz sıfatla nitelendirdiğini görüyoruz:
“Resul”, “Nebiy”, “Ümmî”, “Tevrat ve İncil’de adı geçen”, “İyiliği emreden”, “Kötülüklerden nehyeden”, “Temizleri helâlleştiren”, “Pis şeyleri haramlaştıran”, “Ağır yükleri ve zincirleri kaldıran”.[1] A’raf/157. ayetinde;
– Elçi Muhammed’in (a.s) özellikleri /görevleri,
– Allah’ın Elçisi’ne inanarak kurtuluşa ermenin dört özelliği /şartı şeklinde iki bölüm olarak açıklanmaktadır.
Birinci bölümde yer alan Anakentli /Mekkeli (el-Ümmî) Elçi (er-Rasûl), Peygamber (en-Nebiyy) olma özellikleridir. Bize göre,
* Muhammed’in (a.s) rasûl olması, Allah’ın buyruklarını alıp insanlara aynen ulaştırması;
* Nebî’lik özelliği de bizzat kendisinin o buyrukları uygulaması, kendini onlardan sorumlu tutarak yaşam biçimi edinmesidir.
* Muhammed (a.s) rasûl özelliği ile asla hata yapamaz; getirdiği mesaja bir harf bile ekleyemez (Hâkka/44-46),
* Ama nebîlik özelliğiyle bazı yanlış fetva ve uygulamalarda bulunabilir.
Muhammed’in (a.s) vahyin tebliğatı dışında, hata edebileceği açıktır. Yüce Allah, yüzyıllar sonra İsrail oğullarından ve bütün insanlıktan rasûl ve nebî, yani elçi ve haberci olan bir elçiye uymalarını/inanmalarını istemekte ve bu “tâbi olmayı” onlara rahmetini yazmak için bir neden kılmaktadır.
Ayetin bu bölümünde “Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılmış bulacakları” ifadesi, Muhammed’in (a.s) diğer özelliğini belirler ki bu, Tevrat ve İncil’de onun müjdelenmiş olmasıdır.
Fetih/29’da bu Elçi’nin Tevrat’taki adı Muhammed;
Saff/6’da ise, İncil’deki adının Ahmed olduğu belirtilmektedir.
Bu bölümde ayrıca Allah Elçisi Muhammed’in (a.s) özellikleri /görevleri olarak;
– Kendilerine iyiyi emreden ve
– Onları kötülüklerden alıkoyan,
– Temiz ve hoş şeyleri kendilerine serbestleştiren,
– Kirli, pis ve kötü şeyleri de üzerlerine yasaklayan, şeklinde sıralanmıştır.
Ayette Rasul, Nebi, Anakentli/Mekkeli, “Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de (adını) yazılmış bulacakları” Muhammed’in (a.s) bu özelliklerinin açıklanmasının hemen ardından,
Neyin iyi, neyin kötü olduğunun Yüce Allah tarafından vahyedildiği gerçeğidir.
Birinci derecede iyi, tevhit inancı;
Kötü de şirktir.
Allah’ın Elçileri’nin birinci görevleri budur. İnsanları şirkten uzaklaştırıp, onlara tevhit inancını kazandırmak, ilahi eğitimin ilk aşamasını oluşturmaktadır.[2] Allah’ın Elçisi Muhammed’in (a.s) “akla ve düşünceye vurulan prangadan insanlığı kurtarmak” devrimine, bu ayette “sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren” özelliğiyle vurgu yapılmıştır.
Burada geçen “ağır yükler /ısr”, “üzerlerindeki bağlar”, İsrailoğulları’nın kendi kendilerine dine koydukları ağır hükümleri ifade etmektedir. Örneğin, bu ağır yüklerin bir tanesi, cumartesi günü çalışmayı terk etme yükümlülüğüdür. İşte Son Elçi Muhammed (a.s) öncekilere yüklenen bu tür ağır yükleri indirmekteydi. Ayetin bu bölümünde geçen “an-hüm” zamiri İsrailoğulları’na işaret etmektedir. Yüce Allah, Elçi Muhammed’in (a.s) İsrailoğulları’na yönelik neleri yaptığını açıklamaktadır.
A’raf/157’de Elçi Muhammed’in görevleri arasında bulunan “üzerlerindeki zincirleri indirir” özelliğini açıklayan el-ağlâl “zincir” ifadesi, özgürlük /hürriyet ile ilgilidir. İnsanlar arasında hor görülme, itilme ve hürriyeti elinden alınmanın bir anlamı da ayağına zincir vurulmaktır. Zincirlerin onların ayağından çözülmesi görevi de Rasul, Nebî, Ümmî (Anakentli/Mekkeli) Muhammed’e (a.s) verilmiştir. Kur’an’ın mesajı, insana, insan olma onurunu vermektedir. Kur’an, tedrici olarak köleliği ortadan kaldırmakta, aklı kullanmayı /aklı özgürleştirmeyi ve iman etmeyi öne çıkardığı için artık İsrailoğulları’nın da horlanmasını yasaklayıp ayaklarındaki zinciri kırmıştır.
Diğer taraftan A’raf/157. ayette geçen “zincir” ifadesi, hukukî bakımdan “insanın hürriyetine vurulan zincir” anlamına da gelmektedir. Düşünceye vurulan zincir, hukukî zincirden daha kötüdür. Elçi Muhammed (a.s), Kur’an mesajı ile düşünceye vurulan zincirlerin kilidini açıyordu. Bu görevi yerine getiren bir Allah Elçisi’ne tabi olmaları, onlara rahmetin verilmesini sağlayacaktı.
Yüce Allah, İsrailoğulları’na Elçi Muhammed’in hangi konularda devrim yaptığını ve hangi konularda yararlı olduğunu anlatarak, ona uymalarını sağlamaya çalışmaktadır. Ekonomik, ahlakî, hukukî ve mantıklı analitik düşünsel anlamdaki düzenlemelerin incelenip anlaşılması ve takdir edilmesi, bu tabi olma eylemini gerçekleştirecektir.[3] Aklını özgürleştiren kişilerin kendi hür iradesiyle Allah’ın Elçisi’ne inanmaları halinde neler olacağı A’raf/157’nin son bölümünde şöyle açıklanmaktadır: “O hâlde;
* Ona iman edenler (âmenû bihi),
* Onu destekleyip yüceltenler (azzerûhü),
* Ona yardımcı olanlar (nasarûhü)ve
* Onun ile birlikte indirilen nûra (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”

2. Son Allah Elçisi Muhammed’in (a.s) Devriminin Ve Atatürk Devrimciliğinin Esası: Aklın Özgürleştirilmesi

“Hazreti Muhammed’in ‘kadın hakları’ konusundaki devrimleri nerede bitiyorsa, Atatürk orada başladı. (…) İsviçre Medeni Kanunu’nun kabulü ile kadını bağlayan zincirler düştü ve Peygamber’in tasarladığı kadın-erkek eşitliği gerçekleşti.”[4] Prof.Dr. Vera Flory ELİZABETH

19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışıyla başlattığı Müdafaay-ı Hukuk Hareketi ile Türk Milleti adına, Misak-ı Milli sınırları içinde bağımsızlığı taçlandıran ve zaferle sonuçlanan Türk İstiklâl Savaşı’nın ardından, 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Bu tarihten 10 Kasım 1938’e kadar yapılanları “ATATÜRK DEVRİMİ” olarak nitelemek mümkündür ve doğrudur. Bu açıdan bakınca Atatürk’ün gerçekleştirdiği tüm aydınlanma devrimlerinin temeli, esası, dayanağı “Aklın özgürleştirilmesi devrimi”dir denilebilir.[5] Peşpeşe gerçekleştirilen devrimler bunun uzantısı ve devamıdır.
Bu konuda Merhum Yaşar Nuri Öztürk;
“Aklın özgürleştirilmesi Atatürk’ün dayatması veya lüksü değildir. O, bunu, İslam’ın da temel isteği/buyruğu ve temel özelliği olarak görüyor. Aklı özgürleştirme mücadelesini yaparken Kur’an’dan destek almayı sürdürüyor. Karakteri akılcılık olan İslam dininin bağlılarının akla ihanet edenler tarafından aldatılmasına asla ve asla seyirci kalmıyor. Bir aydına yakışanı yaparak İslam’ı da bu açıdan değerlendiriyor”[6] diyerek Mustafa Kemal’in 2 Şubat 1923 günü İzmir İktisat Kongresi’nde yaptığı konuşmanın şu bölümünü örnek gösteriyor:
“Bizim dinimiz İslam dini, en akılcı, en tabiî dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son dindir ve en mükemmeldir. Tabiî olabilmek için akılcı olması lazımdır. Akla, ferasete, muhakemeye, mantığa, ilme ve fenne, hepsine tamamen uygun olması lazımdır ki, UYGUNDUR. O halde bu kadar açık bir hakikati bir defa anladıktan sonra, tekrar anlatabilmek için, İslam toplumsal hayatında özel bir sınıfa hiç kimsenin hakkı yoktur.”[7]

Mustafa Kemal Atatürk, aklın özgürleştirilmesi bağlamında olması gerekenleri yaparken onu bir bütün halinde ele alan planlı, stratejik, programlı bir düşünür ve aksiyonerdi. Bu akılcılık ilkesi, bilimcilik ilkesi, sosyal ahlak ilkesi ile birlikte Ataöğreti’nin yöntem ilkelerindendir. Milliyetçilik ilkesi dâhil, diğer bütün ilkelerin (Milli egemenlik, Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Laiklik, Devletçilik, Devrimcilik gibi) mükemmel şekilde uygulanması, bu ilkelerden en iyi sonuçların alınması; bilimcilik ve sosyal ahlak ilkesinin gereklerinin sürekli ve tam olarak yerine getirilmesine bağlıdır.
Özet olarak Atatürk:
“Ben insan vücudunu hep bir kürsü olarak gördüm; zekâ cevherinin korunağı olan başı, üzerinde taşımak için kurulmuş bir kürsü!… Çünkü esas olan akıldır, zekâdır. Dünyada her şey ondan çıkar. Bir insan başının ifade edemeyeceği hiçbir şey, akıl ve mantığın çözemeyeceği hiçbir sorun yoktur. Esas olan akıldır, fizik kuvvet ikinci planda gelir. Zekâ ve kavrayışı kısa olan kuvvetliler, zekâ ve kavrayışı yerinde olan daha az kuvvetlilerle başa çıkamazlar”[8] demektedir.
Akıl, din de dâhil, her alanda öndedir. Din verileri akla yardımcı olur. Akıl esas hüküm sahibidir, akıl komutandır.[9]

Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN akıl, zekâ konusundaki özdeyişlerinden bazıları şöyledir:
“Allah dünya üzerinde yarattığı bu kadar nimetleri, bu kadar güzellikleri insanlar yararlansın, varlık içinde yaşasın diye yaratmıştır ve en son derecede yararlanabilmek için de, bütün yaratıklardan esirgediği zekâyı, aklı insanlara vermiştir.”[10] “Bu dünyada her şey insan kafasından çıkar. Bir insan başının ifade etmeyeceği hiçbir şeyi düşünemiyorum.”[11] “Her şeyin kaynağı insan zekâsıdır.”[12] “Akıl ve mantığın çözemeyeceği sorun yoktur.”[13] “Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için yaşam için, başarı için en gerçek yol gösterici bilimdir, tekniktir. Bilim ve tekniğin dışında kılavuz aramak dalgınlıktır, bilgisizliktir, doğru yoldan ayrılmaktır.”[14]

Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün aklın özgürleştirilmesi bağlamında yaptıklarını değerlendirirken derin bir gerçeği tam bir isabetle şöyle ifade etmiştir:
“Atatürk bize akıldan başka yol gösterici bırakmamıştır.”[15] Akıllı olmak, her işi aklıselim üzere yapmak dostu sevindirir, ancak düşmanları üzer ve çıkarları yönünden karşı atağa geçirir.
Atatürk’ün tarihsel gelişim içinde Türk Aklını, Türk zekâsını kişiliğinde millet için engin/güçlü bir trafo gibi oluşturması ve Türk Ulusunun ortak, birleşik işletilen aklıselim /lübb akıl hâlinde geliştirilmesi yönündeki aklın özgürleştirilmesi eylemlerinden rahatsız olanlar da vardı. Batı, özellikle, İngiliz emperyalizmi, Mustafa Kemal Atatürk akılcılığının ileriki zamanda kendileri için nasıl bir tehlike yaratacağını çok erkenden anlamıştır. İngilizler, özellikle İslam dünyasının Atatürk etkisine teslim olmaması için ilk günden itibaren tedbir almaya başlamışlardır. O ince, sinsi, o hep uzakları gören ve erken davranan İngiliz dehasıyla.[16]

3. Atatürk’ün Gerçekleştirdiği Aklın Özgürleştirilmesi Hareketine Düşmanlığı İngiliz Emperyalizmi Başlattı

“Güney Müslümanlığı, EŞ’ARİLİK (Fas’tan Arabistan’a) bizim için tehlike olmaktan çıkmıştır.
Bizim için Kuzey Müslümanlığı, MATÜRİDİLİK (İstanbul’dan Buhara’ya Türk bölgesi) tehlikelidir. Bunlar BİLİMLE BARIŞIKTIR. O nedenle her zaman ATATÜRK gibi bir âsi çıkabilir. Önlemi şimdiden alınmalıdır.”[17] Prof. Arnold J. Toynbee (1889-1975)
Ünlü İngiliz tarih ve siyaset bilimci Prof.Arnold J. Toynbee (1889-1975) “Güney Müslümanlığı” olarak tanımladığı Suudi Arabistan-Kahire eksenindeki Müslümanlığın Batı medeniyeti için bir tehlike olmaktan çıktığına dikkat çektikten sonra, “Kuzey Müslümanlığı” olarak tanımladığı Buhara-Semerkand-İstanbul eksenindeki İslam anlayışının hâlâ Batı için tehdit oluşturduğuna dikkat çekiyor. Prof.Toynbee, “Kuzey Müslümanlığı”nın mutlaka “kontrol” altına alınması gerektiğine vurgu yapıyor (Türkiye’de ve Yunanistan’da Batı Meselesi, 1922).
“Kuzey Müslümanlığı” esas olarak Türk coğrafyasını kapsamaktadır. Buna biz Türk Müslümanlığı diyebiliriz.
“Güney Müslümanlığı”nın belli başlı özellikleri:
– Selefiye ve Eş’ariye adıyla anılan itikadi İslam mezheplerine /akımlarına dayalı yöntemleri benimsemişlerdir. Vahhabilik, Müslüman Kardeşler, Taliban, el-Kaide ve Hamas günümüzde bu itikadi mezhepleri kabul eden tanınmış radikal İslam anlayışının temsilcileridir.
– Güney İslam coğrafyasındaki Müslümanlar uzun yıllar Batılı emperyal güçlerin esareti altında yaşamışlardır.
– “Güney İslam” anlayışının egemen olduğu toplumlarda Saygıdeğer Sevgili Peygamberimiz’e (a.s) bir kanaldan “kan bağı” illiyetine dayanan “seyid”lik büyük önem arz eder. Şeyhlik makamına dayalı İslami fetva ve yorumlar /tefsirler olabildiğince yaygındır.[18]

Anadolu Coğrafyasının Eş’arilikle Tanışması
Yavuz Sultan Selim (1512-1520), Memluk Sultanı’nın elinde oyuncak olan Halife Mütevekkil’den halifeliği devralınca Kahire’de İslam’ın Eş’ari inancıyla yetişen ve sayıları iki bin kadar olan ulemayı, İstanbul’a getirdi (1517). Yavuz Sultan Selim’in İstanbul’u dünyanın bilim başkenti yapma gibi yüksek bir idealden kaynaklanan bu bilim insanı şevki maalesef işe yaramadı.
İstanbul’da Semerkant-Buhara ekseninden gelen ve İngiliz tarihçi Prof.Arnold J.Toynbee’nin (1889-1970) “Kuzey Müslümanlığı” olarak tanımladığı İmam Hanefi-İmam Matüridi ekolüne bağlı bilginlerin Osmanlı İmparatorluğu medreselerinde “akıl” ile “nakil” arasında kurduğu sağlıklı denge, Eş’ari itikadından gelenlerin etkisiyle tamamen zaman içinde bozuldu. Araştırma ve geliştirmeye dayalı ilim ve teknoloji üretimi tamamen durdu. Pozitif bilimlere yeterli önem verilmedi. Araştırarak iman etmenin taklidi imandan üstün olduğunu savunan Matüridi ekolü gittikçe güç kaybetti.[19]

4. Kur’an, Akla Din ve Kutsal Adına Vurulan Prangaları Kırmışken, Gazalî’nin Yıkıcı Operasyonuyla Yüzyıllarca İslam Coğrafyasında Akıl Prangalandı

Bu konuda Prof. Yaşar Nuri Öztürk’ün tespiti aynen şöyledir:
“Kur’an’ın en büyük mucizesi, akla din ve kutsal adına vurulan prangaları kırmasıdır. Sadece doğuda değil, bütün insanlık tarihinde bunu ilk yapan Kur’an’dır. Kur’an, akla vurulan prangaları kırmakla kalmadı, akla herhangi bir gerekçeyle sınır koymayı da durdurdu. Kur’an’a inandığını söyleyen sonraki İslam dünyası ise, aklın işletilmesine önce sınırlar koydu, daha sonra da (Gazalî’nin yıkıcı operasyonuyla) aklı prangaladı. Ve Müslüman zihinleri, Kur’an’ın gelişinden önceki karanlık zihinler kulvarına geri döndürdü.”[20] Bu geri dönüşte birinci derecede etken olan itikadi mezhep Eş’arîlik, kişi ise bu mezhebin öncü isimlerinden biri olan Gazalî’dir. Şimdi bu iki yıkıcı etkeni, Müdafaai Hukuk’un ilim ve düşünce temsilcilerinden biri olan ve bir dönem de Başbakanlık yapan Prof. Şemsettin Günaltay’ın kaleminden özetleyelim:
“Selçuk devletinin kuruluşundan 127 yıl önce (M.913) an’aneciler hiç beklemedikleri bir kişinin bu alanda kendilerini olağanüstü kuvvetlendirecek yardımına mazhar oldular. Bulunduğu rasyonalizm /akılcılık sınıfından ayrılarak kendilerine katılan bu kişi, Yemenli Ebu Musa Eş’arî’nin torunlarından Ebul Hasan Eş’arî’ idi. 873’de Basra’da doğmuş olan Eş’arî, rasyonalistler mektebinde eğitim görmüş, onların ilmî ve felsefî yöntemlerini öğrenmiş, kırk yaşına kadar rasyonalistler safında çalışmıştı. Fakat yaradılıştan mağrur ve kindar olan bu zat günün birinde üvey babası ve rasyonalistlerin reisi olan Ali Cübaî’ye kızarak bu mektepten ayrıldı. An’anecilerin Sıfatiye mezhebiyle çoğunluğun taraftar olduğu Cebriye mezhebi esaslarından az bir değişiklik yapmak suretiyle yeni bir ekol kurdu. Rasyonalislerin ilmî yöntemleriyle donanımlı iyi konuşan bir hatip, kudretli bir mantıkçı olan Eş’arî’nin an’aneciler safına katılması büyük bir olay idi. O zamana kadar ilmî tartışmalarda daima rasyonalistlere yenilen an’aneciler, Eş’arî ile kuvvetli bir destekçi bulmuş oluyorlardı.”
“Fakat, felsefe henüz bu ekol tarafından aforozlanmamış, laik ilimler birer âfet gibi gösterilmemişlerdi. Eş’arî ekolüne bu son hamleyi yaptırtan Ebu’l-Ferec Abdurrahman Cevzî tarafından portresi pek güzel çizilmiş olan Ebu Hâmid Muhammed Gazalî oldu.”
“Gazalî, yalnız felsefeyi menetmekle kalmıyor, insanları müspet düşünmeye alıştıran matematiği de din hesabına bir âfet sayıyor ve gitgide özellikle Şam’da geçirdiği on yıllık çilekeşlik devresinden sonra, âdeta bir engizisyon reisi kesiliyor. Felsefe ve laik ilimlerle uğraşanları ezmek, boğmak istiyor. Fakat bu hedefine erişmek için zaman uygun değildir. “el-Munkızu mine’d-Dalâl” adlı eserinde felsefe ve laik ilimlerle uğraşanları tenkit için kendisine arka çıkacak mütedeyyin ve kâhır bir sultanın bulunmamasından acı acı şikâyet etmektedir.”
“Ölümünden yarım yüzyıl sonra bütün İslam dünyasında kazandığı genel hürmet ve sulta neticesi olarak münevver zümre arasında Eş’arî-Gazalî sistemi haricinde düşünmek cesaretini gösterecek kimse kalmadı. Onun, filozofları, laik ilim taraftarlarını kafirlikle suçlaması, ilim denilen şeyi Eş’arî sisteminden ibaret göstermesi aydın zümre arasında rasyonalizme olan eğilimi kurutmuş, meydanı, her şeyi Eş’arî sistemi çerçevesi dâhilinde görenlere bırakmıştır.”
“Bir aralık Endelüslü İbn Rüşd, Gazalî’nin sultasını kırmak amacıyla “Tehafetü’t-Tehafet” adlı bir eser yazmışsa da hiçbir şekilde başarılı olamamış, Eş’arî-Gazalî sultası bütün kuvvetiyle devam etmiştir. Hatta on beşinci yüzyılın ikinci yarısında Hocazade Muslihüddin Mustafa ile Alâüddin Tûsî, İbn Rüşd’e karşılık olarak ayrı ayrı iki kitap yazmak suretiyle Eş’arî-Gazalî saltanatını kuvvetlendirmişlerdir. Bu sulta zamanla o kadar kuvvetlenmiş, o derece yaygınlaşmıştır ki, Osmanlı İmparatorluğu resmen Matüridî mezhebinde olduğu halde bütün İstanbul ve Türkiye medreselerinde son güne kadar eğitim-öğretim tamamile Eş’arî sistemine göre yapılmış, yüksek öğretim olarak Eş’arî mektebi teolojisi takip edilmiştir.”
“Ölümü üzerinden henüz yarım yüzyıl geçmeden bütün Müslüman dünyasında ermiş bir veli, emsalsiz bir âlim otoritesini kazanan Gazalî’nin bir taraftan felsefe ve laik ilimleri aforozlaması, diğer taraftan da tarikatçiliğe bir hız, bir hamle verişi, hayatında kendisinin de tahmin edememiş olacağında şüphe etmediğimiz şu iki uğursuz sonucu verdi: Onun kutsallaştırılmış ilmi şöhretinin parıltısı karşısında kamaşan gözler, yarasalar gibi görmeyecek hâle geldiler. Gittikçe daralan bir çerçeve dâhilinde düşünmeye mahkûm kalan dimağlar ya Eş’ariyye ekolünün labirentleri içinde bunaldılar veya beceriksizlik/meskenet ve atalete/tembelliğe sürükleyen tarikatçilik izbeleri içine gömüldüler.”[21]

Türk ve Kur’an İslam’lığı düşmanlığının boyutunu görmek açısından bir İngiliz Başbakanı’nın tarihe geçmiş ifadesiyle yazımı tamamlamak isterim.
İngiltere 1878 Berlin Antlaşması’nda Osmanlı’nın paylaşımına katıldıktan hemen sonra, Gladstone’nun 1880’de Başbakan olmasıyla, İngiltere açıktan açığa Türk Düşmanı bir çizgiye oturmuştu. Parlamentoda yaptığı konuşmalarda Türklüğü şöyle aşağılıyordu İngiltere Başbakanı Gladstone:
“Osmanlı-Türk Hükümeti, hiçbir hükümetin işlemediği ölçüde suç işlemiş, hiçbir hükümet onun kadar suça saplanmamış, hiçbiri onun kadar değişime kapalı olmamıştır.
Bu, yalnızca bir Müslümanlık sorunu değil, fakat Müslümanlığın bir ırkın yaratılış yapısıyla birleşmesidir. Türkler, Avrupa’ya girdikleri o ilk kara günden bugüne, insanlık dışı en büyük örneğini oluşturdular. Nereye gittilerse arkalarında geniş kanlı bir yol bıraktılar ve onların egemenliğinin uzandığı yerlerde uygarlık kayboldu.
Türklerin kötülüklerini önlemenin tek yolu onları yeryüzünden kazımaktır.”[22] Bugün yapılması gereken öncelikli bir insanlaşma ve uygarlaşma görevi şeklinde birey ve toplum olarak aklımızı başımıza almak, yani potansiyel selim aklımızı işleterek aklıselim sahibi olmaktır. Kılavuzu ilim olan aklıselimin çözemeyeceği sorun, aşamayacağı engel, gerçekleştiremeyeceği kalkınma olamaz.

 

Kaynakça
[1] Hakkı YILMAZ, Tebyinü’l-Kur’an /İşte Kur’an, 2015, c.2, s.449.
[2], [3] Bayraktar BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c.7, s.349, 350, 351, 353, 354.
[4] H.Fethi GÖZLER, Atatürk İnkılâpları, Türk İnkılâbı, İstanbul, 1985, s.45.
[5], [6], [16] Yaşar Nuri ÖZTÜRK, Kur’an Penceresinden KURTULUŞ SAVAŞI, İstanbul, 2012, 3.Baskı, Yeni Boyut Yayınları, s.296-297.
[7] ATATÜRK’ÜN Bütün Eserleri, İstanbul, Kaynak Yayınları, cilt:15, s.95.
[8] Afet İNAN, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Ankara, 1959, Türkiye İş Bankası Yayını, s.182.
[9] Cihan DURA, ATANAME, İstanbul, 2017, Nergiz Yayınları, s.670.
[10] Mustafa Kemal ATATÜRK, ATATÜRK’ÜN Söylev ve Demeçleri, (Toplayan: Nimet UNAN), 1959, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları, 2.Basım, cilt:II, s.108.
[11] Afet İNAN, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, s.182.
[12] Falih Rıfkı ATAY, 19 Mayıs, Ankara, 1944, s.41.
[13] Afet İNAN, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, s.270.
[14] Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, ATATÜRK’ÜN Maarife Ait Direktifleri, Maarif Vekâleti Ana Programa Hazırlıklar Serisi: A, No: 1, İstanbul, 1939; Utkan KOCATÜRK, ATATÜRK’ÜN Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 2007, 3.Basım, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, s.252.
[15] Falih Rıfkı ATAY, Atatürkçülük Nedir?, İstanbul, 2006, Pozitif Yayınları, s.46.
[17] Arnold Toynbee Sözleri hk. bkz. Erişim: 3.05.2022; saat: 21:44
https://www.google.com/search?q=Arnold+Toynbee+S%C3%B6zleri&sa=X&rlz=1C1CHBD_trTR925TR925&biw=
[18] https://www.maturidiyeseviotagi.com/buyuk-tehdit-kuzey-muslumanligi/
[19] Ramazan KURDOĞLU, Türkiye Ekonomisi (1838-2010), Ankara, 2012, Sinemis Yayınları, s.223.
[20] Yaşar Nuri ÖZTÜRK, Kur’an Penceresinden KURTULUŞ SAVAŞI, s.287.
[21] Şemsettin GÜNALTAY, Belleten, cilt: II, Sayı:5-6, s.73-88, yıl: 1938’den aktaran: İsmail KARA (Hazırlayan), Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, Mezhepler/Kişiler, İstanbul, 1989, 2.Baskı, Risâle Yayınları, c.2, s.441-445.
[22] Cengiz ÖZAKINCI, Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni Osmanlı Tuzağı, İstanbul, 2017, 30.Basım, Otopsi Yayınları, s.125-126.

Arkadaşlarınızla paylaşın

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu
error: Uyarı: Korumalı içerik !!

Reklam Engelleyici Algılandı

Sitemizden en iyi şekilde yararlanmak için lütfen reklam engelleyicinizi kapatınız.