Biliyorsunuz ki musiki yazısı notadır. Nota, seslerin bir takım işaretlerle kâğıt üzerine aktarılması, yazılması demektir. İşte seslerin de bizzat ses olarak bazı maddeler üzerine yazılmasına da plak denilmiş. Sesin termo plastik bir madde üzerine aktarılacağı fikri ilk kez 1877 yılında Fransız Çarls Kros tarafından ortaya konulmuş[1]. Döner silindir üzerinde açılan izlerden bir sivri uç geçirilirse, bu ucun bağlı olduğu zar kaydedilmiş sesleri ve müziği verebilir diyerek fonografın ilkesini ortaya koymuş. Bu alete de paleofon adı verilmiş. Bir alıcı, bir kayıt ve bir de okuma düzeneğinden meydana gelen ilk fonograf ise 1878 yılında Amerikalı Edison tarafından icat edilmiş. Bu döneme kadar fonograf olarak adlandırılan bu alet ABD’li mucit Emil Berliner (Emil Berlınır) tarafından gramofon[2] sözcüğü adı altında tescilli bir marka olarak yaygınlık kazanmış. İnsanlığın var oluşundan bu yana, müzik de insanlıkla birlikte var olmuş. Zaman içerisinde de çeşitli gelişmeler göstermiş, insanlar da sürekli müzikle iç içe olmuş. Bununla birlikte, bir parçayı kaydetmek, onun güzelliğini tekrar tekrar dinleyerek yaşamak ise daha çok modern zamanların bir getirisi olmuş. Özellikle XIX. yüzyıl da yapılan müzik kaydının yeniden dinlenebilir olması büyük yenilikler getirmiş. Bugün bir pantolon cebine sığacak kadar küçülen müzik çalarların ilk hali ise fonograflar olmuş. Fonograf kelimesi Yunanca ses anlamına gelen phone (Pahın) (telefon) yazmak manasına gelen graphe (Gaah) grafik kelimelerinin birleşmesinden oluşmuş. Bir nevi ses-yazar diye basitçe de fonografı açıklamak mümkün. Edison’un fonografa olan ilgisi 1888 yılında artarak devam etmiş. İlk geliştirdiği fonograf üzerinde çalışıp daha gelişkin bir cihaz bulduğu yılda, Emil Berliner[3] ( Emıl Berlınır) adlı Almanya asıllı Amerikalı bir mucitde gramofonu icat etmiş.
Abdurrahman Yağdıran.
7 Nisan 1934 – 11 Haziran 2022.
Gramofon sesleri tel, plak, bant gibi herhangi bir cisim üzerine kaydedip, daha sonra bunları dinlemek için kullanılan cihaz. Kısaca Gramofon 1878 yılında Edison tarafından icat edildi fonografın geliştirilmiş şekli olarak da kayıtlara geçti.[4]
Seslerin bazı maddeler üzerine ses olarak yazılmasına plak denildi. Seslerin termo plastik bir madde üzerine aktarılacağı fikri de ilk defa 1877 yılında Çarls Kros tarafından ortaya konuldu. Önce çinko levhalar üzerine yazılmak istendi. 1878 yılında ise bu levhalara, ses yazısı anlamına gelen “gramofon” adı verildi. Yapılan çeşitli çalışmalar sonunda işlenmesi daha kolay olan “ebonit” kullanıldı. 17cm çapında. 70 devirli, süresi iki dakika olan plaklar yapıldı. Plak yapımında işlenmesi daha kolay olan “Ebonitten” bahsetmiştik. “Ebonitte”, çinko da işlenmesi zor maddelerdi. 1897 yılından sonra işlenmesi daha kolay ve de bir cila türü olan “gomalak” bazı maddelerle karıştırılarak yeni bir madde elde edildi. Elde edilen madde öbürleri kadar dayanaklı olmasa da yine istenilen neticeye ulaşılamadı. Çünkü plak çok çabuk yıpranıyor, uzun ömürlü olamıyordu. Sorunun istenilen ölçüde çözülememesine rağmen bu plaklar 1948 yılına kadar işlevini sürdürdü. Baskı işlemi gelişmediği için her plak tek tek dolduruluyordu. İşlem yorucu, hem de pahalıya mal oluyordu. 1899 yılında metal disk kullanılarak önce plağın negatifi yapıldı, sonra da bunlardan asıl plağın üretimine başlandı.
Bu zamana kadar fonoğraf olarak adlandırılan alet, 1885’te telefonun mucidi Alexander Graham Bell’in[5] (Elizendır Grahem Bel’in) kaydetme de balmumu kullanarak geliştirdiği makineye grafofon adı verildi. İlk plaklar 1880’lerde ortaya çıkmaya başladı. Bu dönemlerde ebonit denilen oldukça kırılgan ve sıkıştırması zor malzeme kullanılmaktaydı. 1890’ların sonlarına kadar bu malzemeden yapılmış plaklar kullanıldı fakat Emıl Berlınır tarafından geliştirilen yeni bir plastik maddenin kullanılmasıyla kırılganlık kısmen de olsa önlendi. Ayrıca yine bu yıllarda farklı üreticiler tarafından farklı çaplarda üretilen plakların yerine ilk standartlarda kabul edildi. Böylelikle genel olarak 78’lik denilen aslında dakikada 78,26 devirlik plaklar standart hale geldi. Türkiye’de o dönem için bu yeni üretim teknolojisi ile üretilmiş plaklara da taş plak adı verildi.
Aradan geçen zaman plak kaydı teknolojisinde çok sayıda yeniliklerin ortaya çıkmasına vesile olmasına rağmen, plakların yapısındaki esas değişiklikler 20. yüzyılda ortaya konuldu. Özellikle 78 devirli plaklara sadece 4 dakika civarında kayıt yapılabilmesi ve kırılgan olması çeşitli arayışları ve araştırmaları da beraberinde getirdi. İşte bu noktada bir Amerikan plak firması tarafından yapılan çalışmalar sonucunda 33’lük tabir edilen plaklar ortaya konuldu. Bu plaklar Türkiye’de genel olarak uzunçalar olarak adlandırıldı. Plakların üretiminde özel bir plastik reçine kullanılarak kolaylıkla kırılmaları önlendi. Ayrıca gelişen kayıt teknolojisinin de yardımıyla gürültü oranları düşürülerek, müzik kalitesi de büyük ölçüde artırıldı. 33 devirlik plakların hemen ardından 1949 yılında 45 devirlik (45’lik) plakların ortaya çıkması ile genel anlamda format tamamlanmış oldu. CD, DVD ve medya kartı gibi ses ve görüntü kayıt ortamlarının icadı ile plakların kullanımı da büyük ölçüde azaldı. Artık şimdi plaklarla artık geçmişteki hatıralar yaşanıyor. Evet, biz de plaklarla geçmişteki hatıramızı tazeledik. Abdurrahman Yağdıran’ı da plaklar aracılığıyla tanıdığımı anlatmak için plak, plak ve tarihçesi hakkında sizleri az da olsa bilgilendirmek istedim. Evet… Onu plaklar aracılığıyla tanıdım. Sizleri de 1968 yılına getirip bağlamak istedim.
1960’lı yıllar pikap ve plağın çok yaygın olduğu dönemdi. Adana’da şalgam satan tablacılarda bile pikap vardı. Hem şalgamını satar günün ünlü plaklarını da tablasındaki pikapta döndürürdü. Tablacılar plak döndürerek şalgam satma işini çok sever. Her sokağın, her mahallenin bir plağı olur. O mahalleye ya da sokağa girdiğinde mahallenin- sokağın aşina olduğu plağı pikabına koyar plak pikapta dönerken o da tablasıyla beraber yavaş yavaş ilerler. Mahalleli dönen plaktan şalgamcısının geldiğini bilir. Maşrabasını alır çıkar sokağa. Şalgamın tanelisinden ister. Her mahallenin iki bilemedin üç şalgamcısı olur. Tablacılar birbirlerini tanırlar. Her şalgamcının müşterisi ayrı… Tablacılar sık sık plak repertuvarını değiştirir yeni çıkan plakları sen çalacaksın ben çalacağım diye yarışırlardı.
Yıl 1968. Yaz mevsimi. Ben yaz tatili münasebetiyle Adana’da Gazipaşa Mahallesi’nde bulunuyorum. Zira kayın validenin evi burada. Mahallenin şalgamcısı da Gaziantepli Mustafa[6]. Kendisini tanıyorum. Daha çok günün modası olan plaklar dönerdi pikabında. Bazen de kendi zevkine uygun Barak Havaları çalar. Davul zurnalı plaklara bayılırdı.
İyi hatırlıyorum. Döndürdüğü plaktan onun geldiğini bildim. Bu Şalgamcı Mustafa idi. Tablasındaki pikapta döndürdüğü plakla bizim sokağa girdi. Hoparlör sonuna kadar açık. Ses taa bizim oradan duyuluyor. Derken dönen plak bitti. Pikaba başka bir plak koydu. Davul zurna ön planda. Yanık bir ses. Ama yanık demek de söz mü ki… Duyunca irkildim. Bu nasıl bir ses diye düşünmeye başladım. Ses zurnayla yarışıyordu sanki… Sözler anlaşılmıyor. Ancak Şirin Döne’m dediğini anlayabiliyordum. Müthiş bir Barak Havası. O zamanlar barak havaları da bu kadar yaygın değildi. Ancak kendi yöresinde bilinir, çalınıp söylenirdi. Şalgamcı Mustafa yeni çıkan bu plağı kendi zevki için çalıyor. Plak bitti. Şalgamcı Mustafa bir daha şahlandırdı plağı. Sanki içimi okudu. Ses yaklaşıyor. Tabla bulunduğum yere doğru ilerliyor. Ben evin önündeyim. Mustafa nihayet yavaş yavaş bulunduğum yere ulaştı. Selamlaştık. Hoş beşten sonra sordum.
İşte onlardan bir örnek. (Yusuf Delikoca arşivi)
-Plak yeni galiba.
-Evet hocam bizim memleketin havalarından. Daha yeni
aldım.
-Kim okuyor. O nasıl bir ses.
-Antepli Şerif Akbağ. Hemşehrimdir. Bizim ünlü Döne Gelin
havasını söylüyor.
-Tanır mısın?
-Yok hocam tanımıyorum. Ama Döne Gelin bizim oranın havasıdır. Antepli olmayan bu havaları okuyamaz dedikten sonra yeni çıkan bir plağı sizin için döndürmek istiyorum dedi ve plağı pikaba koydu. Plak dönüyor. Ben dinlemedeyim.
Tak tak tak. Kapı vuruluyor.
Sonra Posta…
Sanatçı aranağme çalmadan direkt söze giriyor. Postacı postacı – Canım gülüm postacı / Bana yardan haber ver / Gençliğime sen acı.
Ben plağı ilk defa dinliyorum. Plak bitti.
-Kim okuyor.
-Yıldız Tezcan.
Yıldız Tezcan zamanın en ünlülerinden. Her hafta bir plağı çıkıyor. Benim de pikabım var. Çıkan her yeni plağını da almaya çalışıyorum. Ama bu postacı plağını ilk defa dinliyorum.
Şalgamcı Mustafa:
-Hocam plağın üstünde derleyen Abdurrahman Yağdıran ya-zıyor. Tanıyor musun? Duyduğuma göre adamın kendiside gerçek ten postacı imiş. Üstelik de bizim memleketin adamı. Yani Adanalı.
-Tanımıyorum. Abdurrahman Yağdıran adını da ilk defa duyuyorum.
Adanalı olması oldukça dikkatimi çekti. Çünkü camianın için-deyim. İyi kötü herkesi biliyorum. Ama Abdurrahman adı bana çok yabancı. Adana il radyosunda okumuş olsa muhakkak adını bilirdim. Ama hiç duymadığım bir isim. Onu muhakkak bulmalıyım.
Ben böyle düşünürken Şalgamcı Mustafa tablasıyla ağır ağır
uzaklaştı. Pikapta postacı plağı dönüyordu.
Sora sora Bağdat bulunur derler ya… Biz de sora sora Abdurrahman Yağdıran’ı bulduk. Yıl 1968. Abdurrahman Yağdıran Salbaş’ta PTT tevzi memuru. Üstelik de köyüm İndirgediği’ne yakın olan Salbaş’ta. Salbaş o zaman Adana’nın Karaisalı ilçesine bağlı büyük bir köy. Sonra kasaba oldu. Kasabalardan belediyelerin kaldırılmasıyla mahalle statüsüne dönüştü. Şimdi Çukurova ilçesine bağlı. Benim köyüm İncirgediği de Salbaş’a komşu köylerden. Salbaş’a takriben 9 km. Salbaş Adana’ya 30. Karaisalı’ya ise 20 km.
Bir gün motosikletle Salbaş’a gitmeyi planladım. 30 Km. Uzak değil. Düşüncemi uyguladım. Motosikletle Salbaş’a giderek Tevzi Memuru Abdurrahman Yağdıran’ı buldum. Ana yol kenarında küçük bir iş yeri. Tek oda. Masada ufak tefek bir adam oturuyor. Bir de manyetolu telefon. Selam verdikten sonra içeri girdim. Masadaki kişinin Abdurrahman Yağdıran olacağını düşündüm.
-Abdurrahman Yağdıran siz misiniz. Gülerek…
-Evet benim.
-Ben de Halil Atılgan.
-Bağlama çalar türkü söylerim. Adana’dan sizinle tanışmak için geldim.
Ayağa kalktı. Tokalaştık. “Hoş geldin” dedi. Beni çok iyi karşı ladı.
Postacı plağı ile kendisine ulaştığımı söyleyince çok mutlu oldu.“Türkü benim bestemdir. Sanatçılar plaklara okudular”dedikten sonra:
-Postacıyı kimden dinlediniz.
-Yıldız Tezcan’dan.
-Önce Muzaffer Akgün, sonra Yıldız Tezcan, sonra da Nurin-
nisa Toksöz okudu. Plaklardan sonrada radyoda okunmaya başladı.
Dedikten sonra Postacıyı nasıl bestelediğini anlattı. Ben dinliyorum.
“Adana Postanesinde çalışırken bir adrese mektup götürdüm. Avluda birkaç ev vardı. Bir kadın sevinçle ‘Postacı bana mektup mu getirdin’ dedi. Mektup ona değildi, başkasınaydı, hüzünlendi. Üzüldü. Hiç üzülme bir gün sana da mektup getiririm dedim. Kadın çok sevindi. ‘Postacı, canım
Tarihten bir yaprak. Kütüklü köyünden
Niyazi Kütük ve Salbaş PTT Tevzi
Memuru Abdurrahman Yağdıran. Yıl 1970. (Niyazi Kütük arşivi)
gülüm postacı, bana mektup getir sana bahşiş veririm’ dedi. Kocasından mektup bekliyormuş kadın. Gelmediği için de çok üzüldü. İşte bu olay beni çok etkiledi. Oradan ayrılınca mırıldanmaya başladım. Postacı Postacı – Canım gülüm postacı / Bana yardan haber ver / Gençliğime sen acı. Dizeleri nağme oldu döküldü yüreğime. Postacı böyle doğdu. Doğduktan sonra Muzaffer Akgün, Yıldız Tezcan – Nurinnisa Toksöz vasıtasıyla plak kayıtlarına geçti. Plak kayıtlarına geçtikten sonra türkü çok ünlendi. Dillere pelesenk oldu”.
Salbaş’taki bu tanışmadan sonra Yağdıranla müthiş bir dost
luk başladı. Ölünceye kadar da devam etti. Onun Adana da oluşu. Çukurova Üniversitesinden ayrıldıktan sonra benim hep Adana’dan ayrı oluşum dostluğumuzu hiç etkilemedi. Beraberliğimiz çok olmasa da, telefonlar uzağımızı yakın etti. Çukurova Üniversitesinde görevliyken 1985 yılında Bestekâr Avni Anıl yönetiminde Adana Belediyesi Konservatuvarı kuruldu. Belediye Konservatuvarının kurulduğunda Halk Müziği Çalışmalarını ben Abdurrahman Yağdıran ve Çetin Ünal Özülkü birlikte yürüttük. Abdurrahman Yağdıran Makam ve usul derslerine girdi. Çetin Beyle ben de repertuvar – solfej – nazariyat derslerini girdik. Hocaların ücretlerini yetkililer ödeyemediler. Ben konunun ısrarla üzerinde durdum. Ders ücretlerimi tahsil ettikten sonra ayrıldım. Abdurrahman Yağdıranla Çetin Bey çalışmaya devam etti. O kara gün dostuydu. 1998 yılında Geçmişten Günümüze Çukurova Türküleri kaset seti çalışmasını gerçekleştirirken muvafa- katların alınmasında beni hiç yalnız bırakmadı. O koşturmalarını hiç unutamam.
Onunla dostluğumuz devam ederken bir fırsatını bulup hayatını anlattırmak için zaman kolladım. Kültür Banlığı Devlet Türk Halk Müziği Korosu Şefliğinden emekli olduktan sonra 2012 yılda düşüncemi gerçekletirdim. Hayatını uzun uzun anlattı. O anlattı ben kayda geçtim. Ha bugün ha yarın derken anlattıklarını kaleme almak da öldükten sonra gerçekleşti. Şimdi onun bana anlattıklarını ben de sizlerle paylaşayım. Yağdıran anlatıyor.
“Anamın adı Suphiye, babamın adı İbrahim’dir. Babam Mardin Cizre’den[7] Adana’ya göçmüş gelmiş. Anam Adanalı. İstiklal Mahallesinden. Ben Adana İstiklal Mahallesi’nde 7 Nisan 1934 tarihinde doğmuşum. Nüfus kayıt örneğindeki doğum tarihim 1 Temmuz 1934’tür. Daha ben iki aylıkken babam vefat etmiş. Ben babamı tanımadım. Gençliğim ve çocukluğum İstiklal ve Hürriyet mahallesinde geçti. Sonra da Yenibey Mahallesi’ne yerleştim. Şimdi hayat Yenibey Mahallesi’nde devam ediyor.
Babam vefat edince, anne, abla, ağabey yetim kaldık. Anam, ev işlerinde, tarla işlerinde çalışarak bize baktı. Babamın vefatından 10 yıl sonra anam, İzzet Ayhan adında bir beyle evlendi. Ondan da iki çocuk oldu; Üvey babadan olan kardeşlerimizle ayrım gayrım yapmadan kaynaştık. Birbirlerimizi çok sevdik. Hayat çok zordu. Ben su satarak, simit satarak, aile bütçesine katkı sağlamaya çalıştım. Onun için de okula gidemedim.
Bu arada askerlik geldi çattı. 1955 yılında İstanbul Selimiye kışlasında askere alındım. 1957 yılında aynı birlikten de terhis oldum. Askerlik benim hayatımın bir dönüm noktası oldu. Okuma yazmayı öğrendim. Bu da benim içim müthiş bir gelişme idi. Kendime güvenim arttı. Askerlikten hemen sonra Adana Seyhan İlkokulunun dışarıdan bitirme sınavlarına katıldım. Sonuçta ilkokul diplomasını cebime koyduktan sonra iş aramaya başladım. Komşularımızın da yardımıyla Mehmet Nuri Sabuncu’nun Akdeniz İplik Fabrikasında işçi olarak çalışmaya başladım. Burada üç yıl çalıştım. Bu sırada, Posta Telgraf Telefon (PTT) işletmesine dağıtıcı alınacağını duydum. Sınavına katıldım ve de kazandım. PTT de önce odacı olarak işe başladım. Yıl 1962. Tevzi memurluğum sonradan gerçekleşti. Böylece postacılık hayatımda başlamış oldu. 1968 yılında Karaisalı’nın Salbaş köyüne PTT tevzi memuru olarak atandım. 1972 yılına kadar Salbaş’da tevzi memuru olarak çalıştım. 1982 yılında da Adana PTT’ sinden emekliye ayrıldım.
1 Nisan 1961’de görücü usulüyle Konya Ermenekli Veli Erdal’ın kızı Ayşe Erdal Hanımla evlendim. Bu evlilikten 24 Şubat 1962 tarihinde bir oğlum oldu. Akdeniz Fabrikasındaki mühendisimi çok sevmiştim. Adı Hulusi idi. Onun adına izafeten oğlumun adını Hulusi koydum. 9 Ocak 1964 tarihinde de kızım Mukaddes dünyaya geldi. Çocuklardan dört torunum var. Oğlum Hulusi emniyet mensubudur. Kızım Mukaddes de ev hanımı. Eşim Ayşe Hanım’ı 2004 yılında kaybettim. Kabasakal Mezarlığı’na defnettik. O günden beri yalnız yaşıyorum. Eşimi kaybettikten sonra hayata hiç küsmedim. Hayatı ve insanları çok seviyorum. Her zaman kendimle barışığım.
Eşim 1967’de felç olmuştu. İstanbul PTT Hastanesi’nde yatıyordu. İşler yoğun olduğu için her zaman izin alıp ziyaretine gidemiyordum. Çok zaman irtibatı telefonla sağlıyorduk. O zaman hasta odalarında telefon yoktu. Eşim yürüyemediği için aynı odada yatan hastalardan biri: ‘Ne söyleyecekseniz bana söyleyin, ben kendisine iletirim. O, yürüyemiyor.’ diyordu. Eşimin bu durumu beni çok üzüyordu. Aramızda sıra sıra dağlar. Toroslar, Bolu Dağları vardı. Eşime duyduğum özlemimi, üzüntümü içimdeki sevgiyi, hasreti bir türkü besteleyerek dile getirdim.
Eşi olmayan ağlar / Yalnızlık ciğer dağlar,
Beni çiğdem gözlümden /Ayırdı yüce dağlar.
Bağlantı
Vefasız dağlar vicdansız dağlar.
2
Dağlar oldu bir perde / Nerde ceylanım nerde
Ceylanımı gönderin / Odur çare bu derde.
3
Hasret kaldım o yâre / Ciğerim oldu pare
Yağdıran yalvarıyor / Beni götürün yâre
diyerek dizelerim dile ve tele döküldü.
Çocukluğumdan beri kendimi müziğin içinde buldum. Türk Sanat Müziği, Türk Halk Müziği hiç fark etmedi. 11 yaşımda kendimi tamamen müziğe verdim. Adana’da Obalar Caddesinde kahvehanede kahveci çıraklığı yaparken sürekli radyo dinliyor, o yaşımda zamanın ünlü Türk Halk Müziği Ses Sanatçıları Muzaffer Akgün, Neriman Altındağ, Nurettin Çamlıdağ, Ali Can’ı o zaman tanımış, türkülerini öğrenmiştim. 1959 yılına kadar iyi bir dinleyici ve seyirci oldum. 1959 yılında Kazım Sanrı’nın teşviki ile Halk Eğitimi Merkezi halk müziği çalışmalarına katıldım. Orada bağlama çalmasını öğrendim. Kazım Sanrı ve Kazım Karaörs’ten feyz aldım. Mahmut Akan, Arif Nihat Aka ve Ali Şenozan’dan nota ve makamat dersleri alarak kendimi en iyi şekilde yetiştirmeye çalıştım. Notayı öğrendim.
Yıl 1950… 15 Yaşındaydım. Kadirli o zaman Adana’ya bağlı. Şimdi Osmaniye’nin ilçesi. Kadirli’ye bağlı Yeni Köyde Çizmeli Mehmet Ağa’nın pamuğunu topluyorduk. Orada saba makamında bir şarkı besteledim. İlk bestem bu oldu: Ateşli aşkımın sonu gelmeyecek mi Allah’ım / Dinmez derdime çare yok söyle nedir günahım. Notayı ve makamları öğrendikten sonra beste çalışmalarına ağırlık verdim. 101 bestem var. Bunlardan 11’i radyo, TV’lerde, plaklarda sidilerde filmlerde okundu. Bestelerim içinde Postacı, Adana Yollarında, Bülbülüm kondu güllere, Damat gel oynaya, oynaya. (Düğünde saz çalsınlar), Vicdansız dağlar, Elmayı daldan aldım, Dam üstünde bir güzel, Bir garibim özüm yok. (Kız anası), Gittiğin zaman yola (Niyazim) bestelerimden bazıları. Bunların en ünleri Adana Yollarında, Postacı – Bülbülüm kondu güllere ve Vicdansız dağlar.
PTT de çalışırken müzik hayatım hep devam etti. Müzikten hiç kopmadım. Tarsus Türk Halk Müziği Derneği’nde, Kozan Halk Eğitim Müdürlüğü’nde, Karaisalı Halk Eğitim Müdürlüğü’nde, Adana Belediye ve Konservatuvarı’nda nota usul dersleri verdim. Çok öğrenci yetiştirdim. Çeşitli kurum ve kuruluşlardan çeşitli tarihlerde ödüller aldım. Türkiye Cumhuriyeti PTT’sinin Abdurrahman Yağdıran adına pul bastırması beni en çok mutlu eden ödül oldu. Bu benim için müthiş bir takdir ve taltifti”. Abdurrahman Yağdıran işte böyle kendini özetlemeye çalıştı. Biz de özetlenen 88 yıllık ömrü burada sizlerle paylaşmaya çalıştık.
88 yıllık ömrün kahramanı Abdurrahman Yağdıran benim çok iyi dostumdu. İyi günde de kötü günde de hep beraber olduk. Birbirimizden hiç kopmadık. 1968 yılında Karaisalı’nın Salbaş köyünde PTT tevzi memuru olarak tanıdığım Abdurrahman Yağdıran- ’la dostluğumuz ölünceye kadar devam etti. Aradan geçen zamanı 2022 yılı itibariyle bir hesap ettim 54 yıl olmuş. Dile kolay…
O bir gönül adamıydı. Meselelere hep gönül gözüyle bakardı. Kalp kırdığına hiç tanık olmadım. Ama hep sevecen ve kibar ve güler yüzlü bir dosttu. Bir ilin, yörenin tanıtımını, reklamını en iyi yapan bir türkü besteleyerek. Adana Yollarında diyerek hem kendinin hem de doğup büyüdüğü ilin dile ve tele dökülmesini sağladı. Kısaca bu besteyle Abdurrahman Yağdıran hem kendini hem de doğup büyüdüğü kentin tanıtımını yaptı. Sonuç olarak dostum Yağdıran 1934 yılında başladığı ömür yolculuğuna 2022 yılında son noktayı koydu. Kara toprak onu da bağrına bastı. 88 yaşında iken 25 Nisan 2022’de bu fani dünyadan göçtü gitti. O insanlık var oldukça türküleriyle, şarkılarıyla besteleriyle yaşayacaktır. Bin rahmet olsun sevgili dostum Abdurrahman Yağdıran.
KAYNAKÇA
Muhammed Nur Anbarlı, İletilen, Taşınan ve Saklanan Bir Ses Uğruna İcatlar. https://www.zdergisi.istanbul /makale/ iletilen–tasinan-ve-saklanan-bir-ses-ugruna-icatlar-426.
Gramofonu kim icat etti. https://www.eskiplaklar.com/gramofon.
Dilek Herkmen Dr. Öğr. Üyesi, Ahmed Rasim’in Fonograf Adlı Eseri Korkut Ata Türkiyat Araştırmaları Dergisi Uluslararası Türk Dili ve
Edebiyatı Araştırmaları Dergisi Sayı 4/ Nisan 2021
Tarihten bir yaprak. Geçmişten Günümüze Çukurova Türküleri Kaset Galası Adana Erciyes Sineması salonunda. Soldan Sağa: Halil Atılgan – Arkada Sami Yılmaztürk, Fahri Işık – Belkıs Akkale – Kâzım Sanrı – Abdurrahman Yağdıran – Fotoğrafçı Mehmet Dilci. Tarih 13.11.1999.
Kabasakal Mezarlığı.
Abdurrahman Yağdıran. Son yolculuk 12 Haziran 2022.
* * *
Abdurrahman Yağdıran – Halil Atılgan – Mustafa Bozer. Adana Belediyesi Konser Salonu. Yıl 1998.
[1] https://www.zdergisi.istanbul/makale/iletilen-tasinan-ve-saklanan-bir-ses-ugruna-icatlar-426
[2] https://nasilicat.com/gramofon-nasil-ve-ne-zaman-icat-edildi
[3]https://tr.wikipedia.org/wiki/Emile_Berliner#:~:text=Emile%20Berliner%20(20%20May%C4%B1s%201851,8%20Kas%C4%B1m%201887%20tarihinde%20ald%C4%B1.
[4] https://www.zdergisi.istanbul/makale/iletilen-tasinan-ve-saklanan-bir-ses-ugruna-icatlar-426
[5]https://www.google.com/search?q=telefonun+mucidi+Alexander+Graham+Bell%E2%80%99in&oq=telefonun+mucidi+Alexander+Graham+Bell%E2%80%99in&aqs=chrome..69i57j33i160l5.1390j0j15&sourceid=chrome&ie=UTF-8
[6] Şalgamcı Mustafa Adana Gazipaşa Mahallesinin şalgamcısı idi. Gaziantep’liydı. Günün yeni çıkan plaklarını alır ve pikabında defalarca döndürürdü. Tablasına bir havalı korna yaptırmıştı. Plak çalmadığı zaman kornaya basarak geldiğini mahalleye duyururdu.
[7]Cizre daha önce Mardin iline bağlı bir ilçe merkezi. 1990 yılından sonra Şırnak’a bağlanmıştır.