SEDAT ŞENERMEN

Adem’in yeryüzü egemenliği.

Yeryüzünde Ne Varsa Tümünü İnsanlar İçin Yaratan ALLAH,

ÂDEM VE SOYUNA YERYÜZÜ EGEMENLİĞİ GÖREVİ VERMİŞTİR

 

O (Allah), yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için oluşturandır. Sonra da O, semaya egemenlik kurdu; onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi en iyi bilendir.

30Ve bir zaman Rabbin, doğadaki güçlere, Şüphesiz Ben, yeryüzünde bir halîfe getiren Zatım demişti. Doğadaki güçler, Orada bozgunculuk yapan, kan döken birisini mi yapacaksın? Oysa biz, Senin övgünle birlikte tüm noksanlıklardan arındırıyoruz ve Senin tertemiz; her türlü kötülük ve eksiklikten uzak olduğunu haykırıyoruzdemişlerdi. Senin Rabbin, Ben sizin bilmediğiniz şeyleri çok iyi bilirim demişti.

31Ve senin Rabbin, Âdem’e o isimlerin tümünü öğretti. Sonra hepsini doğadaki güçlere sundu ve Hadi, haber verin Bana şunların isimlerini, eğer doğru kimseler isenizdedi.

32Doğadaki güçler, dediler ki: Sen her türlü noksanlıktan arınıksın! Senin, bize öğretmiş olduğunun dışında bizim için bilgi diye bir şey yoktur. Şüphesiz Sen, en iyi bilenin, en iyi yasa koyanın ta kendisisin.”

33Senin Rabbin dedi ki: Ey Âdem! Haber ver onlara, onların adlarını.” Sonra da Âdem onlara, onların adlarını haber verince, senin Rabbin, Dememiş miydim Ben size! Şüphesiz Ben, göklerin ve yerin görülmeyenini, duyulmayanını, sezilmeyenini, geçmişi, geleceği bilirim. Ve Ben, sizin açığa vurduklarınızı ve sakladıklarınızı bilirim dedi.” (Bakara/30-33)

Çağın hastalığı cehalet; bilim/bilişim çağına yakışmayan kişi cahil kalandır. İblis egemen kişilik cehalet; iblis egemen kişi ise cahildir. Bundan kurtuluşun tek çaresi, birey ve toplum olarak aklı selimleştirerek aklıselim sahibi olmaktır. Selim aklın gıdası/besini ise, çağın idrak entelektüel düzeyinde pozitif bilimler ve Kur’an’dan Kur’anca öğrenilen vahiydir. Bu açıdan bakıldığında Kur’an’da yer alan konulardan biri olarak “Âdem-İblis Kıssası” önemlidir. Bunun başlangıcı olacak yönüyle konuyu bu yazıda ele alıyorum. Bir başka yazıda konuyu “Âdem-İblis Kıssası” boyutuyla değerlendirebilirim.

  1. Aklını Selimleştiren Beşerden Âdem’i, Yüce Allah Bilgilendirerek Onu ve Soyunu Yeryüzü Egemenliğiyle Görevlendirdi

Bu ayetlerde, insanların evrendeki konumuna ilişkin temsîlî bir açıklama yapılmakta;

İnsanın ilk yaratılışı değil,

Dünyadaki bilgilenme ve güçlenme süreci anlatılmaktadır.

Bu açıklamalar, temsîlî anlatım tekniğiyle canlı bir piyes sahnesi gibi sunulmuştur. Bir sahne, sahnede de aktörler (Allah, melekler, Âdem) vardır, aralarında konuşuyorlar.

Bu bölüm iki sahneden oluşuyor:

SAHNE 1

Allah:

Ben yeryüzünde bir halîfe kılıcıyım (yapacağım).

Melekler:

Orada bozgunculuk yapan, kan döken birisini mi yapacaksın. Oysa biz, Seni överek tesbîh ediyor ve Seni takdîs ediyoruz.

Allah:

Ben sizin bilmediğiniz şeyleri çok iyi bilirim.

Allah, Âdem’i, bilgilenme sürecinden geçirmiş, ona eşyayı ve isimlerini tanıtmıştır. İsim, müsemmayı (adı taşıyan varlığı) ifade eder. Demek oluyor ki Allah, bu bilgilendirmeyle Âdem’in selim aklını-fikrini, zekâsını geliştirmiş, o da varlıkları tanımış ve onların özelliklerine göre birer ad vermiştir. Varlıkların adları, anlam ve ses itibariyle varlıkların özelliklerine göre verilir. Örneğin; taş, kaya, demir (aslı, temur’dur), çelik gibi adlar, bir yandan onların sertlik özelliğini ifade ederken, diğer yandan da sert harflerle (seslerle) ifade edilmiştir. “Yağ” ise, yumuşak bir varlık olduğundan yumuşak sesle adlandırılmıştır. İnsanlığın diline kazandırılan yeni adların tümü, o varlığın özelliğine uygun olarak verilmektedir. Varlığın özelliği bilinmediği takdirde, varlığa verilen ad uygun düşmeyecektir. Artık, insan türü (Âdem) bilgili, bilgilenen bir konumdadır. Bu sürecin ne kadar zaman aldığı Kur’ân’da bildirilmemiştir. Bu süreç belki yüzbinlerce, yıl sürmüştür. Bu bilgilenme, Kur’an’da ilgili ayetlerde (Sâd/72; Hicr/28-29; Secde/9) “rûh üfürme/bilgili hâle getirme” olarak açıklanmaktadır.

SAHNE 2

Allah, Meleklere:

Hadi, haber verin Bana şunların adlarını, eğer doğru kimseler iseniz.

Melekler:

Sen her türlü noksanlıktan münezzehsin! Senin, bize öğretmiş olduğunun dışında bizim için bilgi diye bir şey yoktur. Şüphesiz Sen, en iyi bilenin, en iyi yasa koyanın ta kendisisin.

Allah:

Ey Âdem! Haber ver onlara; onların adlarını.

Âdem, hepsinin adlarını bildirir.

Allah:

Dememiş miydim Ben size! Şüphesiz Ben, göklerin ve yerin gaybını bilirim. Ve Ben, sizin açığa vurduklarınızı ve sakladıklarınızı bilirim.

Sahne burada kapanır.

Pasajın doğru anlaşılması için öncelikle “halîfe” sözcüğünün iyi bilinmesi gerekir. Halîfe,birinin ardından onun yerine gelen, geçen” demektir. Buradan, insanlardan önce dünyaya egemen olan bazı varlıklar olduğu anlaşılıyor. Allah onların egemenliğini sona erdirip onların yerine insanı dünyaya egemen kılmıştır.[1]

Ayetlerden açıkça anlaşıldığına göre insan, bilgilenmezden önce yeryüzünde kan döken ve fesat çıkaran bir yaratık konumundaymış. Bu demektir ki bilgiden uzaklaştığında insan yine kan döken ve fesat çıkaran bir varlık konumuna dönmektedir.

Âdem’in bilgilenmesi, başka ayetlerde, “Âdem’e rûh üfürülmesi” olarak geçer. Meleklerde bilgilenme istidadı yoktur, çünkü Allah onları robotvari yaratmıştır. Dolayısıyla onlar, yaratılış programı çerçevesinde varlıklarını sürdürürler.

Buradaki meleklerin –ki  “milk /yönetim güçleri” kökünden türemiştir– “doğal güçler” olduğunu unutmayalım.

 

  1. Rûhun Üfürülmesi Ne Demektir?

Ruh/Vahiy Niçin ve Kime İndirilir?

 52,53İşte böylece Biz, sana da Kendi emrimizden/Kendi işimizden olan ruhu /Kur’ân’ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle kılavuzladığımız bir nûr/ışık yaptık. Hiç kuşkusuz sen de dosdoğru bir yola; göklerde ve yerde bulunanlar Kendisi için olan Allah’ın yoluna kılavuzluk etmektesin. Gözünüzü açın, bütün işler yalnız Allah’a döner.” (Şûra/52)

22Allah’a ve ahret gününe inanan bir topluluğu, Allah’a ve Elçisi’ne sınırı aşmaya uğraşanlarla karşılıklı sevgi bağı kurmuş hâlde bulamazsın. Bunlar, onların ister babaları olsun, ister çocukları olsun, ister kardeşleri olsun, ister akrabaları olsun. Onlar, Allah’ın, kalplerine imanı yazdığı ve kendilerini Kendisinden olan vahiy ile desteklediği kimselerdir. Ve Allah onları, sürekli kalanlar olarak altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Allah, onlardan hoşnut olmuştur, onlar da O’ndan hoşnut olmuşlardır. İşte bunlar, Allah’ın taraftarlarıdır. Gözünüzü açın! Allah’ın taraftarları/Rahman’ın kulları, başarıya ulaşanların ta kendileridir.” (Mücâdele/22)

 

192Ve şüphesiz ki bu apaçık kitap, kesinlikle âlemlerin Rabbinin indirmesidir. 193-195O apaçık kitapla, uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça lisan ile senin kalbine Güvenilir Can (ilâhi mesajlar, güvenilir bilgi) indi. 196Ve şüphesiz Güvenilir Can (güvenilir bilgi), kesinlikle öncekilerin kitaplarında da vardı.” (Şu’arâ/192-196)

 

Bu ayetler üzerinde yeterince düşünüldüğünde, “ruh” kavramının “orijinal (güvenilir) bilgi” demek olduğu kolaylıkla anlaşılmaktadır. Çünkü Mücâdele/22’de Allah’tan gelen güvenilir, sağlam bilgi/ruh ile tüm inananların güçlendirildiği, desteklendiği açıkça ifade edilmektedir. Şu’ara’/193’de ise “er-Ruhu’l-Emin” tamlamasıyla kullanılarak bu bilgilerin (ruhun) “en güvenli, en yararlı bilgi” olduğu vurgulanmaktadır. Şu’ara’/193’de geçen “er-Ruhu’l-Emin” ifadesini, Cebrail olarak yorumlamak ve birçok mealde olduğu gibi ayeti “Onu Ruhu’l-Emin (Cebrail) indirdi” diye çevirmek yanlıştır. Zira ayetteki “ne-ze-le /indi” geçişsiz fiilini sanki geçişli imiş gibi “indirdi” şeklinde anlamlandırmak, her şeyden önce ayetin sözel anlamına aykırıdır. Ayrıca böyle bir çeviri, aynı surenin Kur’an’ı, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın indirdiğini bildiren Şu’arâ/192. ayetiyle de çelişmektedir.[2]

Kur’an’da Ruh Üfürülmesi:

Hani Rabbin bir zaman evrendeki güçlere, Şüphesiz Ben çamurdan bir beşer oluşturucuyum. Onu düzgünleştirip bilgili hâle getirdiğim zaman (nefehtü fîhi min rûhî) derhal ona boyun eğip teslim olun demişti.”(Sâd/71-72)

Ve bir zamanlar Rabbin evrendeki güçlere, “Ben, kuru balçıktan, şekil verilmiş/işlenebilen bir çamurdan bir beşer oluşturacağım. Ben, ona biçim verdiğimde ve onu bilgilendirdiğimde (nefehtü fîhi min rûhî), siz hemen onun için teslimiyet gösterenler olarak yere kapanın” demişti.” (Hicr/28,29)

Sonra onu düzeltip bir biçime soktu ve onu bilgilendirdi (nefeha fîhi min rûhıhî). Sizin için de kulak, gözler ve bellekler var etti. Sahip olduğunuz nimetlerin karşılığını ne de az ödüyorsunuz?” (Secde/9)

 

Allah’ın gerçek anlamda üfürmeyeceği bilindiğine göre, “üfürmek” ifadesinin mecaz olduğu hemen anlaşılmaktadır. Mecazi anlamdaüfürmek”, “herhangi bir şeyden başkalarına en az miktarda vermeyi” ifade eder. Türkçede bu anlam yine mecaz bir ifade olan “koklatmak” sözcüğü ile karşılanmaktadır. Bu durumda “ruhun üfürülmesi” ifadesi “çok az miktarda bilgi verilmesi, bilginin koklatılması” anlamına gelmektedir. Nitekim İsra/85’de “De ki: Ruh Rabbimin işindendir. Ve size bilgiden ancak çok az verilmiştir” denilerek bu husus açıkça belirtilmiştir.

Ruhun Âdem’e üfürülmesinin ne olduğu yukarda Kur’an’ın ilgili ayetlerinde açıklanmıştı. Dikkat edilecek olursa,

Sâd/72. ve Hicr/29. ayetlerine göre meleklerin secde etmesi, Âdem’in belirli aşamalardan geçirilerek (amaçlanan düzgünlüğe ulaştırılarak) son şekle getirilip kendisine ruh üfürülmesinden sonradır.

Bakara/30-34’de ise meleklerin, Âdem’e secde etmesinden önceki aşama;

* Âdem’in bilgilendirilmesi ve işletilen akılla idrak edilen bilgisinin meleklerle karşılaştırılması” olarak açıklanmıştır.

* Sad ve Hicr surelerinde kullanılan “ruh üfürme” ifadesi, Bakara suresinde yerini “bilgi ile bilgilendirmek” ifadesine bırakmış, böylece “ruh üfürme” deyiminin “bilgi ile bilgilendirmek” anlamına geldiği açıklanmıştır.

Ruh üfürülmesi” ifadesiyle kastedilenin, Âdem’e verilen bilginin ancak koklatma düzeyinde olduğunun kanıtı ise İsrâ/ 85. ayetidir. Ancak hemen belirtilmelidir ki, Âdem’e verilen bilginin koklatma düzeyindeki azlığı, Rabbimizin sonsuz bilgisine nispetledir. Yüce Allah’ın sonsuz bilgisi ve bilgeliği Kur’an’da pek çok ayette vurgulanmaktadır:

109De ki: “Rabbimin sözleri için, deniz mürekkep olsa Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenirdi, hatta bir o kadarını daha getirsek bile.”(Kehf/109)

27Ve eğer, şüphesiz yeryüzünde ağaçtan ne varsa kalem olsa, deniz de arkasından yedi deniz katılarak onun mürekkebi olsa, Allah’ın sözleri tükenmezdi. Şüphe yok ki Allah en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan /mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen /sağlam yapandır.”(Lokmân/27)

Allah’ın ilmi böylesine sonsuz olunca, O’nun tüm elçilerine gönderdiği vahiy bilgilerinin toplamı da ancak bir koklatmadan (üfürmeden) ibaret olacaktır.

Sonuç olarak; melekler, sıradan insana değil,

Kendisine ruh üfürülen (Rabbimizin sonsuz bilgisine nispetle az bir bilgi ile bilgilendirilmiş olan) Âdem’e, bir başka ifadeyle “adamolmuş insana secde etmişlerdir.[3] Secde etmenin aynı zamanda boyun eğmek anlamına geldiği de unutulmamalıdır.

  1. Adam Olmuş Adamlara Verilen Yeryüzü Egemenliği Görevi: Halife Olma

Kur’an’da birçok ayette, insanı küfür ve isyandan uzak tutarak iman ve itaatta devam etmelerini sağlamak için, Allah’ın ona verdiği sayısız nimetler gözler önüne serilmiştir Bu nimetler, Yüce Allah, meleklerine “yeryüzünde beşeri, halîfe olacak şekilde donatıp görevlendireceğini” bildirdiği Bakara/30’daki “halîfe” ifadesi içinde en derin anlamıyla toplanmış bulunmaktadır. Çünkü “halîfe” sözcüğü, “birisi adına işleri yöneten, tasarrufta bulunan, düzen ve intizamı sağlayan ve bu amaçla kanun ve kaideleri yerinde uygulayan kimse” manasına gelir. Ancak  halifenin bütün bu işleri yapabilmesi için bazı güç ve yeteneklere sahip olması gerekir. Bu güç ve yetenekleri selim akıl, ilim ve kudret özellikleri olarak belirlemek mümkündür. Buna göre Yüce Allah’ın, yeryüzünde görevlendirmeyi dilediği halîfe, bu güç ve sıfatla donanımlı olmasını takdir ettiği varlık demektir. Yani Allah, halîfe olarak görevlendireceği beşere, kendi sonsuz ilminden ve sonsuz kudretinden bir nebze bahşederek onun yeryüzünde halifelîk yapmasını, kendisiyle ilgili işleri yönetmesini ve kendine uygun uygulamalarda bulunmasını temin edecektir.

Yüce Allah’ın bu muradı, O’nun dilediği şekilde gerçekleşmiş ve beşer/insan kendisine verilen selim akıl, ilim ve kudret sayesinde, yeryüzünde gerçekten bir halîfe olmuştur. O halde, bu güç ve yetenekler, Allah’ın insana bahşettiği nimetlerdir ve insan bu nimetlere karşılık Allah’a şükretmelidir. Asla unutulmamalıdır ki bu nimetler, aslında insana bahşedilen başka nimetlerin de bir meyvesidir. Eğer görme, işitme ve iradeye bağlı çeşitli hareket yetenekleriyle bunlardan düzenli bir sonuca ulaşılmasını sağlayan akıl ve düşünce, insana verilmemiş olsaydı, o ne ilim ve kudret sahibi olur, ne de Allah’ın yeryüzünde halîfesi olmaya lâyık bulunurdu. Onun içindir ki, halîfe/yeryüzüne egemen olmak görevi üzere varedilen beşer/insan, kendisini halîfe olmaya lâyık kılan birçok güç ve yeteneklerle donatılmıştır ve bunların tümü de Allah’ın ona ihsanıdır.[4]

  1. Aklını Selimleştirerek İlim ve Gerekli Yeteneklerini Kullanan Beşer, İnsanlaşarak, Uygarlaşarak Yeryüzüne Egemen /Halîfe Olur

Sözlükte “arkada olmak, birinin arkasından gelmek, yerine geçmek” anlamlarına gelen half kökünden türetilmiş olup “birinin yerine geçerek işini, görevini sürdüren” şeklinde açıklanan[5] halîfe sözcüğü (çoğulu hulefâ, halâif), kavram olarak biri siyasette, diğeri tasavvufta olmak üzere başlıca iki alanda kullanılmaktadır.[6]

İnsanın “Allah’ın halifesi” olup olamayacağı ulema tarafından tartışılmış, “Yeryüzünde bir halife kılacağım/oluşturacağım” (Bakara/30); “Sizi yeryüzünün halifeleri kılan…”(En’âm/165; Neml/62) mealindeki ayetlerde geçen halîfe sözcüğü iki şekilde açıklanmıştır:

Bazılarına göre insan kendinden önce yeryüzünde hâkim olanların yerine getirildiği için “bu varlık türünün ardından gelenler” anlamında Hz. Âdem ve soyuna halîfe denmiştir. Bu görüş sahipleri “Allah elçisinin halifesi” ifadesini kullanır, ancak “Allah’ın halifesi” ifadesinden hoşlanmazlar.[7]

Diğer görüşe göre, Hz. Âdem ve insan yeryüzüne hükmettiği için “Allah’ın halifesi” olmuştur. “Ey Davut! Biz, seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet”(Sâd/26) mealindeki ayeti, bu görüşlerine destek olarak gösterirler.[8]

Halife, hem ismi fail hem de ismi mef’ul kalıbındadır.

Fail olarak “bir başkasına vekâlet eden”,

Mef’ul olarak “bir başka­sına vekâlet veren”.

Bu ikinci anlamda insanın halifeliği, nesillerin birbiri ardınca gelişidir. Çoğulu “halâif” olarak geçer. “Hulefâ” ise, halif’in çoğuludur.

Halîf ile halîfe ara­sında mahiyet farkı vardır:

Halife, “iyi ola­nın vekili, yardımcısı, sözcüsü, temsilcisi” iken;

Halif, “kötü olanın yerine geçen, onu temsil eden, ona vekâlet eden” anlamına gelir.

Bakara/30’da halîfe sözcüğü her ne kadar tekil gelmişse de, tıpkı ilk atalarının adıyla anılan Türk, Ari, Sami, Mudar kavim ve kabileleri gibi, Âdem de tüm insan soyunu sembolize ettiği için, insan nes­linin tümüne delalet eder.[9]

Kur’an’ın hiçbir yerinde bu kelime tekil ya da çoğul olarak Allah’a izafetle kulla­nılmıyor.Allah’ın halifesiolmaz. Kâdî Ebû Ya’lâ’nın dediği gibi: “Ancak kayıp olan veya ölen birisinin halifesi olunur. Oysa ki Allah ne kayıp olur, ne de ölür”.[10] Ne ki En’âm/165’te yeryüzüne izafetle “yer­yüzünün halifeleri” olarak kullanılıyor.[11] Bu kulla­nımın açıkça gösterdiği şey birinin yerine vekâlet ve niyabet anlamına değil, tıpkı siyasal alanda kullanıldığı gibi tedbir” ve “imar” anlamına geldiğidir. Özetle insan yeryüzünün imarı için onun “kalfası” kılınmıştır.[12]

Böylece biliyor ve anlıyoruz ki, insanın yaratılışta iki amaç üzere varedildiği, bunlardan birinin dünyada Allah’ın buyruklarını yerine getirerek sadece O’na kul olmak(Zâriyât/56); diğerinin ise aklını selimleştirerek çağın idrak düzeyinde vahye, pozitif bilimlere sahip olarak yeryüzüne egemen olmaktır.

Âdem-İblis kıssasında yer alan İblis sözcüğü, Allah’la ilişkisinin anlatıldığı ayetlerde İblis, Âdem’le ilişkisinin anlatıldığı ayetlerde Şeytan olarak geçer.[13] Allah’tan umut kesmek, aklını selimleştirmemek beşeri/kişiyi iblisleştirir.

Kaynakça

[1] Hakkı YILMAZ, Tebyinü’l-Kur’an /İşte Kuran, İstanbul, 2015, c.6, s.404-406.

[2], [3] Hakkı YILMAZ, Tebyinü’l-Kur’an /İşte Kuran, c.1, s.451, 452-453.

[4] Prof.Dr. İsmail CERRAHOĞLU-Prof.Dr. Talât KOÇYİĞİT, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Ankara, 1984, DİB Yayını, c.1, s.85-86.

[5] Râgıb el-ISFAHÂNÎ, el-Müfredât, “H-l-f” md.; İbn MANZUR, Lisânü’l-Arab, “H-l-f” md.

[6] Prof.Dr. Süleyman ULUDAĞ, “Halife”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1997, c.15, s.299.

[7] MAVERDÎ, el-Ahkâmü’s-Sultâniyye, Kahire, 1960, s.15.

[8] Fahreddin er-RAZÎ, Mefâtihu’l-Ğayb, İstanbul, 1309, c.1, s.381; İsmail Hakkı BURSEVÎ, Rûhu’l-Beyân, İstanbul, 1306, c.1, s.64’den aktaran: Süleyman ULUDAĞ, “Halife”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.15, s.299.

[9] Bkz. Ebu Kasım Carullah Mahmud b. Ömer ZEMAHŞERÎ (ö.538), el-Keşşâf.

[10] Ebû YA’LÂ, el-Ahkâmu’s-Sultanîyye, s.15’ten aktaran: Mustafa İSLÂMOĞLU, Hayat Kitabı Kur’an, İstanbul, 2013, Düşün Yayıncılık, s.14.

[11] Karşılaştırınız: A’râf/69; Yûnus/73; Fâtır/39; Sâd/26.

[12], [13] Mustafa İSLÂMOĞLU, Hayat Kitabı Kur’an, s.14, 17.

Arkadaşlarınızla paylaşın

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu
error: Uyarı: Korumalı içerik !!

Reklam Engelleyici Algılandı

Sitemizden en iyi şekilde yararlanmak için lütfen reklam engelleyicinizi kapatınız.