Türk Bağımsızlık Savaşı’nın kazanılmasından sonra Atatürk için en önemli konu, Türk toplumunu içinde bulunduğu karanlıktan kurtarmak, ona çağdaş yaşamın yollarını göstermek idi. Onun içindir ki Büyük Atatürk, 30 Ağustos 1922 Zaferi’nden hemen sonra:
“Millî Mücadele’nin birinci evresi kapandı Artık ikinci evresi başlıyor!”[1] demişti.
Amaç çağdaşlaşmak, en kısa zamanda çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak idi. Toplumu geri bırakan zincirleri kırmak, onun ilerlemesine set çeken engelleri ortadan kaldırmak gerekiyordu. Atatürkçülüğün ilkeleri bu amaçla ortaya konmuştu. Bu ilkelerin ışığında zaman geçirmeksizin atılımlar yapmak, bu atılımları Türk milletinin yaşam biçimi haline getirmek gerekiyordu. İşte bu büyük işi, Atatürk devrimleri başardı. Atatürk devrimlerini;
* Siyasal,
* Toplumsal,
* Hukuksal,
* Kültürel ve
* Ekonomik alanlar içinde incelemek, onları daha kolay kavramamıza yardım eder.
Atatürk ilkelerinden kaynaklanan bu devrimler de, ilkeler gibi aynı amaca yönelik, birbirine bağlı, birbirinden ayrılmaz bir bütün oluşturur.[2] Tek parti dönemi de tüm bu devrimlerin gerçekleştirilmesiyle devletin ve toplumun yeniden inşa süreci oldu.
- SİYASAL DEVRİMLER
* Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışı
* Ve kısa süre sonra 20 Ocak 1921’de millî egemenliğe dayalı yeni Anayasa’nın kabulü,
* 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması,
* 29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilânı,
* 3 Mart 1924’te halifeliğin
* Ve aynı tarihte Şeriye Vekâleti’nin kaldırılması,
* Anayasa’da lâiklik ilkesinin ışığında bazı değişiklikler yapılması,
* Nihayet 5 Şubat 1937’de lâiklik ilkesinin Anayasa’da yer alışı, Türk Devrimi’nin siyasal alanda gerçekleştirdiği başlıca devrimleri oluşturur.
( a ) Saltanatın Kaldırılması:
Osmanlı saltanatı, 1517 yılından itibaren halifelikle de birleşmiş, padişahın iradesi artık tamamen teokratik bir nitelik kazanmıştı. Yüzyıllar boyunca süren bu yönetim şekli, şüphesiz ki milletin haklarına el koyan, millî egemenliği bir kişiye devreden yönetim biçimiydi. I. ve II. Meşrutiyet devrimleriyle açılan meclisler uzun süre yaşamamış, millet egemenliğini yine padişah ve halife sıfatını taşıyan kişi elinde tutmuştu. Bu yönetim şekli yüzünden milletin uğradığı kayıplar, düşünülemeyecek kadar çoktu. Varlığını korumak için bir anlamda bilgisizlik ve bağnazlığı da beraberinde sürükleyen bu yönetim, son zamanlarda milletimiz için gerçekten en zararlı bir düşman haline gelmişti. Nihayet, bu yönetimin düşmanlarla anlaşarak Millî Mücadele’yi baltalama girişimleri ve sonunda Sevr Antlaşması’nı imzalayarak milleti idama mahkûm edişi, padişahlık rejimini, memlekete ihanete kadar götürmüştü. Bütün bu kötülüklere karşın, Anadolu’da Büyük Zafer kazanıldıktan sonra, Padişah’ın ve onun hükümetinin zafere ortakmış gibi İtilâf Devletleri tarafından barış görüşmelerine davet edilmesi, bu rejimin bir an önce kaldırılmasını zorunluluk haline getirdi. Esasen bütün çağdaş devletler, birey ya da zümre egemenliğine dayanan yönetimlerden kurtularak millî egemenliğe dayalı cumhuriyete gidiyordu. Yeni Türk Devleti’nin de bu yönetimi benimsemesi doğaldı. 1 Kasım 1922 tarihinde Büyük Millet Meclisi, verdiği tarihî kararla saltanatla hilâfeti birbirinden ayırarak saltanata son verdi.
Saltanatın kaldırılmasıyla, padişahlık rejimi tarihe karışıyor, Türk milletinin yönetimi ve alın yazısı hiçbir kayıt ve şart tanımaksızın kendisine bırakılıyordu.
( b ) Cumhuriyetin İlânı:
24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması imzalanmış, yeni Türk Devleti’nin bağımsızlığı kabul edilmişti. İkinci dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin toplanmasından 2 ay sonra 13 Ekim 1923’de Ankara, Türkiye Devleti’nin Hükümet Merkezi oldu. Artık, mevcut rejimin adının da bütün açıklığı ile konulması, yeni devletin başkanının seçilmesi gerekiyordu. O güne kadar Devlet Başkanlığı görevi, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı olarak Atatürk tarafından yürütülmüştü. Diğer taraftan bazı yabancı ülkeler Lozan Antlaşması’nı onay için Türkiye’deki yeni devlet rejiminin daha açık şekilde belirlenmesini istiyorlardı. Bu sıralarda, 27 Ekim 1923’te İcra Vekilleri Heyeti’nin istifası ve Meclis’in güvenini kazanacak bir kabine listesinin oluşturulamaması da bu soruna ivedi bir çözüm gerektirdi. İşte, iç ve dış şartların doğurduğu bu gelişmeler sonucu 29 Ekim 1923 akşamı Cumhuriyet ilân edildi. Bu suretle yeni devletin yönetim biçimi bütün açıklığı ile adını almış oluyordu.
Cumhuriyetin ilânı ile “Egemenlik Kayıtsız, Şartsız Milletindir” kuralı, artık devlet yönetiminde, en belirgin şekliyle yerini alıyor; demokrasiye giden yol daha aydınlık olarak çiziliyordu.
Atatürk, cumhuriyeti ilân ederken demokrasinin bütün kurallarının zamanı geldikçe uygulanması görüşünde idi.
– Türk milletinin, siyasal haklarını dilediği gibi kullanması,
– Memlekette çoğulcu demokrasinin işlerlik kazanması, onun baş amacı idi.
Nitekim çok partili döneme geçme ile ilgili Atatürk döneminde yapılan iki büyük deneme, bu hususu göstermektedir.[3] Ancak çağdaşlaşmayı amaçlayan büyük devrimlerin yapıldığı bu dönemde, muhalefet partileri iyi niyetlerine rağmen kendilerine katılan gerici çevrelerin, cumhuriyet rejimini devirmek isteyen fırsatçıların da gizli faaliyet odakları haline geldi. Bu suretle şartların henüz uygun olmadığı bir dönemde, çok partili rejim, ister istemez bir süre daha ileriye bırakıldı. Bu bakımdan Atatürk dönemini ve bu döneme egemen olan tek parti rejimini,
* Türkiye’yi çoğulcu demokrasiye ulaştırma yolunda gelecek için engelleri ortadan kaldırmayı amaçlayan,
* Bu nedenle halka siyasal ve sosyal eğitime önem veren bir zaman aralığı olarak yorumlamak gerekir.
( c ) Halifeliğin Kaldırılışı:
– Saltanatın kaldırılmasına,
– Cumhuriyetin ilânına karşın
– Hiçbir gereği kalmayan halifelik, varlığını korumakta devam ediyordu.
İstanbul’daki son halife de bu durumdan yararlanarak
* Cumhuriyet rejimi karşısında ayrı bir kuvvetmiş görüntüsünü vermekten çekinmiyor,
* Tantanalı törenler düzenliyor,
* Devlet bütçesinden kendisine ayrılan ödeneği az görüyordu.
Bu tutum,
– Devrime karşı çevreleri kımıldanmaya yöneltiyor,
– Bir kısım basın da, halife yanlısı bir tutumun içine itiliyordu.
– Hâlbuki büyük özverilerle kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti’ni her türlü tehlikeden korumak vazgeçilmez görevdi.
Artık halife sorununun da kesin şekilde çözülmesi gerekiyordu. 3 Mart 1924’de çıkarılan bir yasayla hilâfet kaldırılarak son halife yurt dışına çıkarıldı.
Halifeliğin kaldırılışıyla Türkiye Cumhuriyeti, lâiklik yolunda bir büyük adım daha attı;
Çünkü millî egemenliğe dayalı bir rejimde, çağdaş ve lâik devlet kavramında “halifeli cumhuriyet” söz konusu olamazdı. Anayasa’da, 1928’de yapılan bir değişiklikle
* “Türkiye Devleti’nin dini, din-i İslâm’dır” maddesinin de kaldırılması,
* Cumhurbaşkanı ve milletvekillerinin yemin şeklinin yeniden düzenlenmesi, lâiklik yolunda aşılan büyük gelişmeler oldu.
* Nihayet 5 Şubat 1937’de lâiklik, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden biri olarak Anayasa’da yer aldı.[4]
- TOPLUMSAL DEVRİMLER
(a) Kadınların toplum hayatına katılması, toplumsal ve siyasal haklarda erkeklerle eşit tutulması,
(b) Kıyafetin çağdaş şekil alması,
(c) Tekke ve türbelerin kapatılması,
(d) Soyadı Yasası’nın kabulü,
(e) Birtakım lâkap ve unvanların kaldırılması,
(f) Uluslararası saat, takvim ve rakamların, ölçü birimlerinin kabulü,
Türk Devrimi’nin toplumsal alanda başardığı başlıca çağdaş atılımlardır.
( a ) Kadın Hakları:
Çağdaş hukuk devleti kurmanın baş koşulu, toplum içinde erkeğe olduğu gibi KADINA DA SOSYAL, KÜLTÜREL VE SİYASAL HAKLARINI TANIMAK, BU HAKLARA SAYGI GÖSTERMEKTİ. Çağdaşlaşmanın ve çağdaş bir toplum olabilmenin yolu ve yöntemi bu idi. Çünkü kadın hakları bir anlamda insan haklarının da ayrılmaz bir parçası idi. İnsan kavramını kadın ve erkek birlikte oluşturmakta, bu kavrama her iki cins birlikte anlam kazandırmaktaydı. İşte bu anlayışla hareket eden ATATÜRK DEVRİMİ, TÜRK KADININA, YÜZYILLARCA İHMAL EDİLEN SOSYAL VE SİYASAL HAKLARINI KAZANDIRDI. Bu haklar, Atatürk’ün özlemi idi. Büyük Atatürk,
* “SİYASAL VE SOSYAL HAKLARIN KADIN TARAFINDAN KULLANILMASININ İNSANLIĞIN MUTLULUĞU VE SAYGINLIĞI AÇISINDAN GEREKLİ OLDUĞUNA”[5] inanıyor;
* “TÜRK KADINININ, DÜNYA KADINLIĞINA ELİNİ VEREREK YİNE DÜNYANIN BARIŞ VE GÜVENİ İÇİN ÇALIŞMASINI”[6] istiyordu.
Türk kadın hakları, ülkemizde uzun yıllar kadının nüfus sayımında topluma dâhil edilmediği, aile yaşamında haremlik ve selâmlığın hüküm sürdüğü, kadın gözlerinin peçe ile dış âlemden uzaklaştırıldığı bir toplum mirasında gerçekleştirildi. Teokratik devlet düzeninden lâik devlet düzenine geçiş ve bu düzenin gereklerini benimseme, KADIN HAKLARI adını verdiğimiz büyük devrimin başarılmasında da başlıca etken oldu. BU DEVRİM SAYESİNDE TÜRK KADINI, birçok ülke kadınından önce sosyal ve siyasal haklarına kavuştu.
Türk kadını hiç de lâyık olmadığı harem kafeslerinden, bugün bilim kürsüsüne, yargıç kürsüsüne, parlâmento kürsüsüne yükselmişse, bu aşamaları hiç kuşkusuz yeni bir çağ başlatan Türk Devrimi’ne borçludur. KADINLARIMIZ BU HAKLARINI BİR LÜTUF OLARAK DEĞİL, ONURLU BİR GÖREVİN KARŞILIĞI, BİR HAK OLARAK KAZANDILAR.
Bu bakımdan TÜRK KADIN HAKLARI, uygar dünya önünde, ATATÜRK DEVRİMİ’NİN KADINA VERDİĞİ DEĞERİ BELİRLEYEN BÜYÜK ÇAĞDAŞ ATILIMLAR OLDU.[7]
( b ) Şapka ve Kıyafet Devrimi:
Çağdaş giyim-kuşam, uygar oluşun en doğal işareti idi. Bu nedenledir ki Atatürk, çağdaşlaşma atılımları içinde, şapka ve kıyafet devrimine büyük önem verdi. O zamana kadarki mevcut kıyafetimiz ne millî ne de uygar idi. Fes, kalpak, külâh, takke, sarık gibi başlıkların yanı sıra cübbe, ceket, şalvar, potur, pantolon gibi her çeşit kıyafet, toplumumuza dış görünüş yönünden karmaşık bir görüntü veriyordu. Hâlbuki fikriyle, düşünüş biçimiyle uygar olmaya karar veren Türk milleti, bunu yaşayışıyla, dış görünüşüyle de kanıtlamalıydı. Daha önceleri başlık ve kıyafette bazı yenilikler yapılmışsa da eski ile yeninin bir arada yaşatılması nedeniyle bu atılımlar, gerektiği gibi gerçekleştirilememişti.
1925’de gerçekleştirilen şapka ve kıyafet devrimiyle toplumumuz, çağdaş giyim şekline kavuşmuş, yaşam biçimi yönünden uygar milletlerle birlik ve beraberlik içinde olduğunu göstermiştir. Bu bakımdan ŞAPKA VE KIYAFET DEVRİMLERİ
– Şekilden öze geçen,
– Belirlediği düşünüş biçimi yönünden çağdaş dünyaya açılan,
– Çağdaş düşünce ile bütünleşen BÜYÜK VE BİLİNÇLİ DEVRİMLERDİR.
( c ) Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması:
Osmanlı döneminde tekkeler, gitgide “çalışmaksızın tevekkül”[8] felsefesini işleyen yerler haline dönüşmüştü; hâlbuki insanları daha yaşarken dünyadan uzaklaştırıp onları uhrevî âleme çekmek, çağdaş yaşam ile bağdaşamazdı. Toplum yeni bir enerjiye, yeni bir atılıma gereksinim gösteriyor; çağdaş yaşam, insanları çalışmaya, bu çalışmanın yaşarken ödülünü almaya çağırıyordu.
Türbeler ise, türbedarlar eliyle ölmüş kişilerin manevî varlığından çıkar sağlamaya çalışılan, çalışmaksızın onlardan medet umulan odaklar haline getirilmişti. Ayrıca tekke ve zaviyelerin başında bulunanlar siyasal amaçlarla ve çoğu kez dini, siyasete âlet ederek masum vatandaşları suça yöneltiyorlardı.
Türkiye Cumhuriyeti artık, “şeyhler, dervişler ve müritler memleketi” olamazdı. İşte 30 Kasım 1925’te kabul edilen bir yasayla tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı; türbedarlıklar ile şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik vb. birtakım unvanlar kaldırıldı.[9]
( d ) Soyadı Yasası:
1934 yılında çıkarılan “Soyadı Yasası” ile her Türk’ün öz adından başka bir soyadı taşıması ve bu soyadının, isimden sonra kullanılması kabul edildi. Bu suretle her aile reisi, kurduğu aile birliğini belirtmek üzere ortak bir soyadı taşıyacaktı. Soyadı Yasası,
– Toplumdaki ad kargaşalığını önlediği gibi,
– İsimlerin başına takılan bir sürü yersiz ve özenti sıfatları da ortadan kaldırdı.
* Artık her Türk, mensup olduğu aileye ait bir soyadı taşıyor;
* Kız evlât, evlendiği zaman eşinin soyadını alıyordu.
Bu yasanın çıkışından sonra, Türk Devrimi’nin yaratıcısı Mustafa Kemal’e de yasa ile “ATATÜRK” soyadı verildi.
Soyadı Yasası, her çeşit işlemlerde isim kargaşasını önlemesi yönünden yaşantımızda önemli bir devrim oldu.
( e ) Bazı Lâkap ve Unvanların Kaldırılması:
1934 yılında çıkarılan diğer bir yasa ile Efendi, Bey, Paşa, Ağa, Hacı, Hoca, Hafız, Molla, Hazretleri vb. lâkap ve unvanlar kaldırılarak vatandaşların resmî işlemlerde sadece ad ve soyadları ile anılması kabul edildi.
( f ) Uluslararası Saat, Takvim ve Rakamların Kabulü:
Uluslararası saat, takvim ve rakamların kabulü, uygar dünya ile daha kolay bağlantı kurmamızı sağladı; Doğu’da kullanılan takvim, saat ve rakamlar, uygar dünyanın kullandığı takvim, saat ve sayılar değildi; uygar dünya ile ilişkilerimizde çeşitli karışıklıklara neden oluyordu.
Bu gerçeği gören Atatürk Devrimi, takvim, saat, rakamlar, uzunluk ve ağırlık birimleri konularında da çağdaş dünyaya uymak yönünden büyük atılımlar yaptı.
– Hicrî ve rumî takvim yerine milâdî takvim esas alındı.
– Alaturka saat terk edilerek, uluslararası saat sistemi kabul edildi;
– Arap sayılarının yerini uluslararası sayılar aldı.
– Arşın, endaze, okka, dirhem gibi birimler yerine metrik sistem kabul edildi.[10]
Sedat Şenermen
Kaynakça
[1] Mustafa Kemal ATATÜRK, Nutuk, c.II, s.437. [2], [3], [4] Prof.Dr. Utkan KOCATÜRK, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 2007, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, s.96, 97, 98. [5] Ayın Tarihi, 1935, No: 17, s.14. [6] Tan gazetesi, 27 04 1935. [7] Bkz. Sedat ŞENERMEN, Atatürk ve Türk Kadını, İstanbul, 2018, Nergiz Yayınları. [8] Tevekkül: Halk arasında kabul gören şekli, kadere boyun eğme, her şeyi Allah’a bırakma.Olması gereken, kişi olarak tüm gücümüzle yapmamız gerekenleri eksiksiz yaptıktan sonra Allah’a dayanmak, O’ndan destek beklemek gerçek tevekkülü oluşturur.
[9], [10] Utkan KOCATÜRK, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s.99, 101.