SEDAT ŞENERMEN

KUR’AN ve ATATÜRK ÖZGÜRLÜKLER HAKKINDA Ne Diyor?

Laiklik aynı zamanda vicdan özgürlüğüdür, bütün yurttaşların din özgürlüğüdür, ibadet özgürlüğüdür. Her reşit, dinini seçmekte serbesttir. Herkes Allah’a istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dinî düşüncelerinden dolayı bir şey yapılmaz. Türkiye Cumhuriyeti’nde belirli bir dinin merasimi de serbesttir, ibadet özgürlüğü koruma altındadır. Ancak ibadetler de güvenliğe ve genel töreye aykırı olamaz, siyasal gösteri şeklinde yapılamaz. Geçmişte çok görülmüş olan bu gibi hallere Türkiye Cumhuriyeti asla katlanamaz.[1] ATATÜRK

 

  1. KUR’AN’DA, Dinde Zorlama Yoktur

 

DİNde zorlamak /tiksindirmek yoktur; iman, Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmekten; iyi kötüden, güzel çirkinden, doğruluk sapıklıktan kesinlikle iyice ayrılmıştır. O hâlde kim tâğûta küfreder; onu tanımaz Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.”(Bakara/256)

 

Bu ayette, din’de zorlamanın/tiksindirmenin olmadığı ve olmaması gerektiği gerekçeleriyle açıklanmaktadır.

Allah, insanlara irade ve seçme hakkı tanımıştır.

İnanç, bir aklıselim işi olduğundan insanların kalplerine nüfuz etmek ve beyinlerini kontrol etmek mümkün değildir. İnanç konusunda insanları zorlamanın, ikiyüzlü kimseler üretmekten başka bir işe yaramadığı deneyle sabittir. Ayrıca cebir/zorlama ve baskı, imtihan esprisine de aykırıdır.[2] O nedenle Yüce Allah, insanları bu konuda özgür bırakmıştır.

Bakara/256’da geçen “din” sözcüğü, insanın Allah, insanın insan ve insanın kendisi ile ilişkilerini içeren ve hükümler koyan sistemin adıdır. İslam için düşünürsek, Kur’an’ın oluşturduğu hükümler bütünlüğüne din; o dine de İslam diyoruz.

Dinin ilk basamağı “iman” olduğu için bu ayet, iman etme konusunda özgürlüğü ve onun zıttı olan zorlamayı (ikrâh) ele almaktadır. İkrâh sözcüğü, “zorlama/icbar” sözcüğüyle yorumlanmaktadır. “Zorlama yoktur” demek, “seçme özgürlüğü” var demektir.[3]

Bu durumda ayetteki “Dinde zorlama yoktur” ifadesini, “imanda zorlama yoktur” şeklinde anlayabiliriz. İmansızlıktan imana, imandan imansızlığa geçiş insanın kendi özgür iradesiyle olmalıdır. Yunus/99’a göre, kişinin iman veya inkâr etmesine Yüce Allah bile müdahale etmemekte, Peygamberine de müdahale etmemesini buyurmaktadır.

 

  1. Peygamber Bile Olsa İnanç Konusunda İnsanı, Hiç Kimse/Güç Zorlayamaz

 

Oysa Rabbin dileseydi, elbette yeryüzündekilerin hepsi topluca inanırdı. Artık, inanan kimseler olmaları için, insanları sen mi zorlayacaksın?”(Yunus/99)

 

Yunus/99-100. ayetlerinde Peygamberimiz (a.s) teselli edilmektedir. Kavminin, akrabalarının inanmasını isteyen peygamberimiz, onlardan birçoğunun inanmaması nedeniyle büyük bir üzüntü içerisindeydi. Rabbimiz bu ayetleriyle Elçisini teselli ederken konuyla ilgili olarak ortaya üç ilke koymaktadır. Bunlar:

* Allah’ın herkesi serbest bıraktığı, peygamberin kimseyi zorlamaması gerektiği;

* Allah’ın izni olmadan kimsenin iman edemeyeceği;

* Allah’ın, aklını kullanmayanlar üzerine pislik, azap yağdırması ilkeleridir.[4]

 

Oysa Rabbin dileseydi, elbette yeryüzündekilerin hepsi topluca inanırdı.

 

Bu ifade bize, birkaç Kur’an ilkesini anımsatmaktadır.

(a) De ki: Hak/gerçek Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen bilerek inkâr etsin”(Kehf/29).

Bunun benzeri bir ayet de şudur:

De ki: Kesin delil ancak Allah’ındır. Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi”(En’âm/149). 

 

(b) Demek ki Yüce Allah, insana seçme özgürlüğünü vermiş ve bunun uzantısı olarak iman edip etmeme özgürlüğünü de kadın-erkek her kişinin kendisine tanımıştır. Bu özgürlük olmasaydı, sorumluluk olmayacaktı.

Şüphesiz Biz, insanı karışık bir nutfeden oluşturduk. Ona yükümlülükler vereceğiz. Bu nedenle onu çok iyi işitici, çok iyi görücü yaptık; iyiyi kötüyü ayıracak bilgileri yollayarak bilgilendirdik. Şüphesiz Biz, ona yolu gösterdik, ister kendisine verilen nimetlerin karşılığını ödeyen (mümin) biri olsun, ister nankör (kâfir)..”(İnsan/2-3)

Yüce Allah’ın dileği, insanların iman etmesidir, ama imanın bir değeri olabilmesi için kişinin kendi özgür seçeneği, iradesi ve kararı ile iman etmesini istemektedir.[5]

 

  1. Hiçbir Allah Elçisi, Toplumuna İnanç Konusunda Zorlama /Dayatma Yapmamıştır/Yapamaz

 

Haydi, öğüt ver /hatırlat, şüphesiz sen, sadece bir öğütçüsün /hatırlatıcısın. Sen, onların üzerinde bir zorba değilsin.”(Ğaşiye/21-22)

 

Bu ayetlerde Allah’ın Elçisi’ne asli görevi olan öğütçülük hatırlatılmaktadır. Kimseyi zorla iman için zorlamaması emredilmektedir. Bunca akla uygun delile rağmen hâlâ inanmamakta direnenler varsa, onları zorlayarak inandırmak elçinin görevi değildir. Elçinin görevi, onlara doğru ve yanlış yolları göstermek ve yanlış yola gitmenin sonucu hakkında onları uyarmaktır.[6]

Aslında Ğaşiye/21-26. ayetleri İslâm dininin çok önemli bir ilkesini ortaya koymakta­dır. Peygamberin ve onun ardından gelen din eğitimcilerinin görev sınır­larını çizmektedir.

 

Haydi, öğüt ver, çünkü sen ancak öğüt verensin.”

Yüce Allah, insanları Ğaşiye/17-20’de, evrenin belli noktalarını gözlemeye, incele­meye, araştırmaya davet ettikten sonra, Peygamber’e (a.s) ve onun izleyicilerine düşen görevin öğüt vermek olduğunu söylemekte ve bunu yapmaları buyruğunu vermektedir. Ğaşiye/21’deki, “öğüt ver, hatır­lat /fe-zekkir” emrinin başka bir manası daha vardır ki o da, “düşündür” anlamıdır. Şöyle bir açılım getirebiliriz:

Öğüt vermek, düşün­dürmek demektir.

Öğüt, insanları düşünmeye davettir.

Öğüt düşünmeye varınca, düşünceye dönüşünce eğitici etkisi ortaya çıkacaktır.

 

Sen onların üzerinde zorlayıcı değilsin.”

İşte bu ayet, kardeş ayetleriyle beraber, dinde zorlamanın olama­yacağını, çünkü imanın kişinin özgür iradesiyle oluşması gerektiğini vurgulamaktadır. Yüce Allah zoraki imanı istememektedir.[7]

Dinde zorlama yapılmamasını içeren benzer iki ayet:

Eğer yüz çevirirlerse, bilesin ki biz, seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen sadece duyurmaktır” (Şûra/48).

Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimden kor­kanlara Kur’an ile öğüt ver”(Kâf/45).

 

* Öğretmek, öğüt vermek, İlâhî mesajı duyurmak var,

* Ama asla zor­lamak yoktur.

Bu ilke dinin ve din eğitiminin altın kuralıdır.

Kişinin beynine/aklına bilgi aktarımı var,

Ama bilincine, aklına, zihnine müdahale yoktur.

İnsanın beynine Al­lah’tan başkası giremez/girmemelidir.

Allah, insana müdahalesini kişinin özgür iradesiyle seçerek gerçekleştirmek istediğine göre yapmaktadır. Bu konuda öncelik insandadır.

Önce insan seçer, ister; Allah da onu yapar.

 

Ancak kim yüz çevirir ve inkâr ederse.

Allah ona en büyük azabı verir.

Dönüşleri yalnızca bizedir.

Sonra onların hesabını görmek bize düşer.”(Ğaşiye/23-26)

 

Öğütten, öğretimden ve tebliğden yüz çevirenler ne olacaktır?” sorusuna yanıt olarak Yüce Allah, yüz çevirenlere ne ya­pacağını Ğaşiye/23-26’da cevaplandırmaktadır. Burada “yüz çevirme” fiilinin faili insandır. İnsan, özgür iradesini hakkı kabulden yana değil de, yüz çevirmeden yana kullanmıştır. Yüce Allah, ona yüz çevirmede özgürlük vermeseydi bunu yapamazdı.

Özgür iradesini yüz çevirmeden yana kullanan kişiyi veya kişileri cezalandırma yetkisi sadece Allah’a aittir. Peygamberlerin veya başkala­rının öte dünyayla ilgili azabı olamayacağı için bunu yapamazlar. Yüz çevirme peygamberlerin veya din eğitimcilerinin kendi düşüncelerine değil, İlâhî mesaja olmaktadır. Onun için din adına cezayı ancak Allah verebilir.[8]

Esasen İlâhî mesaja tebliğe, öğüde ve hatırlatmaya sırtını dönenler, dinî bir suç ve günah işlemişlerdir. Hukuki bir suç işlememişlerdir. Hukuki suç işleselerdi cezalarını beşerî mahkemeler verebilirdi. Ama dinî bir günah işleyince cezası Allah’a ait olacaktır. Örneğin; zina işlemek, hırsızlık yapmak hem suç, hem de günahtır. Toplumu ilgilendirdiği için sosyal hukuk onun yakasına yapışır. Allah ise günah boyutu ile onu cezalandı­rır. Ama namaz kılmamak, iman etmemek, oruç tutmamak dünyevî hu­kuk bakımından suç değil, ama günahtır. Onun cezasını Allah verecek­tir.

Hukuk, “niye iman etmiyorsun?” diye kişinin yakasına sarılamaz. Bu, kişisel bir tercihtir. Akıl boyutludur, dinin sınırlarındadır. Böylece Allah, dünyevi ceza, yani dünyevi hukukun cezası ile İlâhî cezanın sı­nırlarını da ayırmaktadır.[9]

 

  1. ATATÜRK Hak ve Özgürlükler Konusunda Ne Diyor?

 

Atatürk‘ün yazdığı “Medeni Bilgiler” adlı kitabından bu konudaki görüşlerini özetleyelim.

(a) Hürriyetin Tanımı

Hürriyet, insanın düşündüğünü ve dilediğini kesin olarak yapabilmesidir.

Bu tanım, hürriyet sözcüğünün en geniş anlamıdır. İnsanlar, bu anlamda, hürriyete/özgürlüğe hiçbir zaman sahip olamamışlardır ve olamazlar. Çünkü bilinir ki, insan doğadan yaratılmış ve orada yaşamaktadır. Doğanın kendisi dahi, kesinlikle hür değildir; evrenin yasalarına bağımlıdır. Bu nedenle insan, ilk önce doğa içinde, doğanın yasalarına, koşullarına, nedenlerine, etkenlerine bağlıdır. Örneğin, dünyaya gelmek veya gelmemek, insanın elinde olmamıştır ve değildir. İnsan, dünyaya geldikten sonra da daha ilk andan,  doğanın ve birçok yaratılmışın zayıf olanıdır. Korunmaya, beslenmeye, bakılmaya, büyütülmeye gereksinim duyar.[10]

 

(b) Hürriyetin Tarihi Gelişimi

İlkel insanların, doğanın her şeyinden, gök gürültüsünden, karanlıktan, taşan bir nehirden ve vahşi hayvanlardan ve hatta birbirlerinden korktuklarını biliyoruz. İlk duygu ve düşüncesi korku olan insanın her düşünce ve dileğini kesin olarak yapmaya kalkışmış olması düşünülemez.

İlkel insan gruplarında, ata korkusu ve sonunda, büyük kabile ve kavimlerde, ata korkusu yerine geçen Allah korkusu, insanların kafalarında ve hareketlerinde hesapsız yasaklar yaratmıştır. Yasaklar ve hurafeler üzerine kurulan birçok alışkanlıklar ve gelenekler, insanları düşünce ve harekette çok bağlamıştır. O kadar ki, kişisel düşünce ve hareket serbestisi gibi bir hak kavramı bilinmemiştir.

Toplumların başına geçebilen adamlar, toplumu Al­lah adına yönetirlerdi. Her türlü hak ve yetki onlarda idi. Bireyin hakkı, hürriyeti, söz konusu değildi.

Buraya kadar olan görüşümüzü, şöyle bir neticeye bağlayabiliriz:

– İnsan, öncelikle doğanın tutsağı idi;

– Sonra, buna, gökyüzünden kuvvet ve yetki alan bazı adamlara esir olmak eklendi.

– İnsan toplulukları büyüdükçe ve devlet haline geldikçe, bireyler üzerindeki ağırlık o kadar çoğaldı. Devletin başında bulunan adamın hakkı, sanırsız, kayıtsız, şartsız kesin bir kudret olarak kabul ediliyordu. Devletin şekli imparatorluk veya cumhuriyet olsun, bunun önemi azdı; bireyin, kişisel bir hakkı yoktu. Eski zamanlarda ins­anların, yapabildikleri medeniyetlerinin en yüksek devirlerinde böyle idi. Bireyin hakkı, hükümdarın menfaatine olarak, ilahi hak içindeydi. Bu hakka dayanarak, hükümdar, halkının hürriyetini istediği gibi kullanma yetkisine sahip olabiliyordu; bu, bireyin hakkına saldırı sayılmazdı.

– Hükümdarın kudreti için, dinlerden çıkan sınırdan başka sınır tanımıyordu. Hükümdarın yapmaması gereken şey, Allah‘ın yasakladığı şey olacaktı.

İnsanlar, düşünsel gelişimde ilerledikçe, kendi kökenlerini daha açık düşünmeye başladılar; yavaş yavaş onun büyüklüğünü daha iyi anlamaya ve değerini bilmeyi başardılar.

* Doğanın, her şeyden büyük ve her şey olduğu anlaşıldıkça doğanın bir varlığı olan insan, kendinin de büyüklüğünü ve onurunu anlamaya başladı.

İşte, insanlar, bu anlayış derecesine yükseldikten sonradır ki “doğanın, insanda oluşturduğu bütün yetenekler, çalışmalarını serbest olarak yapmayı ve serbest olarak  geliştirmeyi gerekli kılar; bu gereklilik doğaldır; doğanın verdiği haktır”, düşüncesine ulaştılar.

– Artık bundan sonra birey ile hükümdar ve devlet arasında, hak davası ve hak mücadelesi başlar. Bu mücadele devletlerin iç gelişmelerinin tarihidir.

On altıncı yüzyılda, ileri sürülen düşünceler şöyle idi:

Hükümdar, emirleriyle, yasalarıyla ilahi hakkı olduğu gibi  doğal hakkı da bozamaz. Doğal hakkın da, Allah tarafından  verilmiş gibi kabul edilmesi gerekir. Hareket noktası bu düşünce kaldıkça, hükümdar kudret sınırının temelini Allahlık sıfatı düşüncesi ve ilahi irade oluşturdu. Çünkü doğal haklar da, aynı temele bağlanmıştı. Hükümdar bu sınıra saygı duyuyor idiyse, bu saygısı dini bir görev kabul ettiğindendi,  yoksa bireyin, hükümdara karşı istekte bulunabileceği hiçbir hak tanınmış değildi. Bireysel haklar görüşü, tabii hak düşüncesi, Allahlık sıfatı düşüncesi temelinden gökyüzünden koparılarak yeryüzüne indirildikten sonra meydana çıkabilmiştir.[11]

 

(c) Hürriyetin Çeşitli Şekilleri

Bir milletin kültürü yükseldikçe bireysel hürriyetin  uygulama alanları genişler ve çoğalır. Örneğin, ilkel bir kişi ile uygar bir insanın özgürlük gereksinimleri aynı değildir. İnsan toplulukları uygarlaştıkça, çeşitli şekilde birbirinden ayrı ve bağımsız bireysel özgürlükler maydana çıkar. Bu özgürlükler içerik ve doğal yapılarına göre iki gruba ayrılır.

(1) Bireyin maddi yararlarına karşılık gelen hürriyetler:

Kişisel hürriyet; meskenin saldırıdan korunması; kişisel mülkiyet; ticaret, çalışma zanaat hürriyetleridir(s.92).

(2) Bireyin düşünce yaşamındaki özgürlük hakları.

Bunlar daha çok doğrudan doğruya bireyin düşünce yaşamındaki özgürlük haklarıdır. Vicdan hürriyeti; toplanma hürriyeti; basın hürriyeti; dernek kurma hürriyeti; eğitim öğretim hürriyeti.

Vicdan hürriyeti, her birey istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine özgü siyasal bir düşünceye sahip olmak, mensup olduğu bir dinin gereklerini yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine sahiptir. Kimsenin düşüncesine ve vicdanına baskı uygulanamaz.

Vicdan hürriyeti kesin ve saldırılamaz olup, bireyin doğal haklarının en önemlilerinden sayılmalıdır.

Türkiye Cumhuriyeti’nde her yetişkin dinini seçmekte hür olduğu gibi, belirli bir dinin töreni de serbesttir; yani dini tören hürriyeti korunmuştur. Doğal olarak, dini törenler güvenlik ve geleneksel törelere aykırı olamaz, siyasi gösteri şeklinde de yapılamaz. Geçmişte çok görülmüş olan bu gibi durumlara artık, Türkiye Cumhuriyeti asla izin veremez.

Bir de, Türkiye Cumhuriyeti içersinde tüm tekkeler ve zaviyeler ve türbeler kanunla kapatılmışlardır. Tarikatlar kaldırılmıştır. Şeyhlik, dervişlik, çelebilik, halifelik, falcılık, büyücülük, türbedarlık vs. yasaktır. Çünkü bunlar irtica kaynakları ve bilgisizlik damgalarıdır. Türk milleti böyle kuruluşlara ve onların mensuplarına katlanamazdı ve katlanmadı.

Laiklik –  Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini yoktur. Devlet idaresinde bütün kanunlar, kurallar ilmin çağdaş uygarlığa sağladığı esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır, uygulanır. Din anlayışı vicdani olduğundan, Cumhuriyet, din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin çağdaş ilerlemesine başlıca başarı etkeni görür(s.94-95).

Türkler, demokrat, hür ve sorumlu vatandaşlardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları ve sahipleri bizzat kendileridir. Türk, bireysel hürriyetinden ve yararlarından Anayasa’da belirtildiği kadarını Cumhuriyet’e bırakmıştır. Cumhuriyet, bireyin, ona bıraktığı bu kısım hürriyeti, bireyin ve Türk milletinin içerde hürriyetini ve dışa karşı bağımsızlığını sağlamak için kullanır(s.92).[12]

 

  1. ATATÜRK’ÜN Din, Vicdan, Düşünce Hak ve Özgürlükler Konusunda Bazı Özgün Sözleri

 

Her birey istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine özgü siyasal bir fikre sahip olmak, seçtiği bir dinin gereklerini yapmak veya yapmamak hak ve özgürlüğüne sahiptir. Kimsenin düşüncesine ve vicdanına egemen olunamaz.”

Vicdan özgürlüğü sınırsız ve sataşılmaz, bireyin doğal haklarının en önemlilerinden olarak tanınmalıdır[13]

 

Din ve mezhep, herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse hiçbir kimseyi ne bir din, ne de mezhep kabulüne zorlayabilir. Din ve mezhep, hiçbir zaman siyaset aracı olarak kullanılamaz.[14]

 

Vicdan özgürlüğü, bireyin düşünce yaşamındaki özgürlüklerinden ilkidir. Mutlaktır, dokunulmazdır, bireyin doğal haklarının en önemlilerindendir. Dinsel yaşamı Allah’ın yüce hükmü ve nüfuzu altında idare için, insan ruhunun sahip olduğu haktır.[15]

 

Her birey istediğini düşünür, kendine göre siyasal bir düşünceye sahip olur. İstediğine inanır, seçtiği bir dinin gereğini yapar veya yapmaz. Bu hak ve özgürlüğe sahiptir. Bir vicdan sorunudur din. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Kimsenin düşüncesine ve vicdanına egemen olamaz.[16]

 

Cumhuriyetin kuruluşunun yüzüncü yılında kişi hak ve özgürlükler konusunda Kur’an ve Atatürk’ün ortaya koyduğu gerçeklerde bir farklılık, aykırılık bulunup-bulunmadığının karşılaştırma yapılarak karar verilmesi hususunda herkes özgürdür.

Kaynakça

[1] Prof.Dr. Cihan DURA, Ataname, İstanbul, 2017, Nergiz Yayınları, s.595.

[2] Hakkı YILMAZ, Tebyînü’l-Kur’an /İşte Kur’an, İstanbul, 2015, c.7, s.102.

[3] Prof.Dr. Bayraktar BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c.3, s.290.

[4] Hakkı YILMAZ, a.g.e., c.3, s.681.

[5] B.BAYRAKLI, a.g.e., c.9, s.87.

[6] H.YILMAZ, a.g.e., c.5, s.295.

[7] B.BAYRAKLI, a.g.e., c.21, s.92.

[8] B.BAYRAKLI, a.g.e., c.21, s.93.

[9] Dinde zorlamanın olmayacağı ve herkesin inanıp inanmamakta serbest olduğu konusunda ilgili diğer ayetler için bkz: MAİDE/48; EN’ÂM/35; YUNUS/108; HUD/15, 28; RA’D/31; NAHL/9, 36, 93; İSRA/15, 18;  ŞU’ARA/3-4; SECDE/13; ZÜMER/7, 15; FUSSILET/40; ŞÛRA/20, 48; TEĞÂBÜN/2.

[10], [11], [12] Mustafa Kemal ATATÜRK, MEDENÎ BİLGİLER Türk Milletinin El Kitabı, (Atatürk’ün el yazılarından yayına hazırlayan: Prof.Dr. Afet İNAN – Günümüz Türkçesi: Neriman AYDIN), İstanbul, 2008, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, s.86; s.87-88; s.92.

[13] Prof.Dr. Afet İNAN, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Ankara, 1969, TTK Yayını, s.470; Prof.Dr. Utkan KOCATÜRK, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 2007, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, s.192.

[14] Ali KILIÇ, Atatürk’ün Hususiyetleri, İstanbul, 1955, Sel Yayınları, s.57; U.KOCATÜRK, a.g.e., s.192.

[15], [16] Prof.Dr. Cihan DURA, Ataname, s.595, (Bkz.Cihan DURA, Ataname, İstanbul, 2019, Doğu Kitabevi).

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Arkadaşlarınızla paylaşın

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu
error: Uyarı: Korumalı içerik !!

Reklam Engelleyici Algılandı

Sitemizden en iyi şekilde yararlanmak için lütfen reklam engelleyicinizi kapatınız.