Sevgili okur, Demet Duyuler ile Sanat Söyleşileri köşemizin konuğu yazar Ali Ozanemre
“Türkiye’mde; hırsızlığın, utanmaz arsızlığın, sınırsız yolsuzluğun diz boyunu aştığı günümüzde “Türkiye’de sanat denildiği zaman” ne görüyorum; sis çökmüş bir ova. Dağlar çok uzakta, tepeler duman altı, akar sular akmaz olmuş değil de hes’lerle gemlenmiş, ormanları… Umutsuz muyum, değilim. O sisin dağılacağına, güneşin altın saçlarını üstümüze yeniden dökeceğine inanıyorum. “ Ali Ozanemre
Demet Duyuler: Sevgili Ali Ozanemre, Söz gazetesi okurları için yaşam yolculuğunuzdan bahsedebilir misiniz ya da başka bir deyişle özgeçmişiyle Ali Ozanemre kimdir?
Ali Ozanemre: Osmaniye Düziçi’nin bir Farsak köyünde (Akdere’de) doğmuşum. Nüfusa 1950 diye yazmışlar. Benim yaşam yolculuğum da -dinleyen olsa da anlatsam- herkesinki gibi roman/lar olur. Burada özetlemek gerek:
Köyümüzde okul yüzü görenlerden ikinci kuşak içinde yer alırım; birinci kuşak içinde bir kişi vardı. Köyümüzde okul olmadığı için biz ikinci kuşak çocuklar da, ilkokulu, çevre köylerde okuduk. Örneğin ben, daha yakın köylerde okul açıldıkça gittiğim üç ayrı köy okulunda okuyarak bitirdim ilkokulu. Yatılı sınavını kazandığım, Köy Enstitü devamı olan Düziçi İlköğretmen Okulu’nda altı yıl okuyarak ilkokul öğretmeni oldum. Ara vermeden -yine yatılı sınavını kazandığım- Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’nden 1973’te Türkçe-Türk Dili Edebiyatı öğretmeni olarak mezun oldum. 25 yılı aşan öğretmenliğimin son yıllarında, Adana A. Paksoy Kız Lisesi’nden 1999’da emekli olmadan önce 1994’te Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdim. 2000-2001 döneminden bu yana Adana Barosu’na bağlı avukatım.
Bu arada; 1 derleme, 1 inceleme/araştırma, 4 şiir ve 4 öykü olmak üzere 10 kitapta emeklerim vardır.
D.D: Edebiyatın sizin için anlamı ve hayat – edebiyat ilişkisi hakkında neler söylemek istersiniz?
A.O: Genelinde sanatla, özelinde edebiyatla işi olmayanlara hiçbir şey demeyen edebiyat benim için; aş/ekmek, su/mey, arkadaş/eş/sevgili… Öylesine vazgeçilmez bir şey…
İnsanlığın binlerce yıllık yaşam sürecinde çok büyük çoğunluk, insan dışı hayvanlardan bir gömlek yukarıda yaşayıp gelmiş günümüze; ancak insanlık, aşama aşama ilerleyip ulaştığı uygarlık düzeyine bu az sayıdaki bilim ve sanat insanlarının çilesiyle varmıştır. Teknik düzeyde bilim insanlarıyla, insanlaşma sürecinde de sanatçılarla… Bilim ve sanat nerelerdeyse edebiyat oraların birkaç adım ilerisinde, üstündedir bence. Onsuz yapılmaz, onunla çok şeyler yapılır; hep de öyle olmuş…
D.D: Öykü yazmaya başlamanız nasıl oldu?
A.O: Hani derler ya, “ben kemana 3 yaşımda başladım”, “sahneye ilk çıktığımda 5 yaşımdaydım” gibi… Gibi olmasın ama benim kendi kendime Karacoğlan ya da Âşık Kerem şiirlerine benzer şiirler uydurmuşluğum, beni de içine alan hayali öykücükler/öyküler örmüşlüğüm ilkokul öncesindeki yıllarımdan başlar. Kimi örneksediğimi, neden böyle bir şeylere heves ettiğimi şimdi bir yere oturtamıyorum.
Sonra, ortaokul 3. sınıf günlerimde kocaman bir harita-metot defterine, şimdi konusunu bile unuttuğum roman, evet resmen “roman” yazmaya kalkıştığımı hem de sayfalarca bir şeyler karaladığımı anımsıyorum. Okuduğum romanların etkisinde kalmış olmalıyım.
İlk öykü kitabım “İkinci Kerem Sonuncu Aslı / Türk Ermeni Öyküleri” çok çok gecikmiş olarak 1998’de yayımlandı. Bu tarihten önceki yıllarda, bazı dergilerde adım yazılıyordu. Basılan/basılmayan öykülerim de yığılıp gidiyordu. Sanırım ilk öyküm, siyasi bir gazete olan Gerçek’te yayımlandı, sonra, Adana’daki sanat dergilerinden Aykırı Sanat’ta, Söylem’de ve ulusal düzeydeki dergilerde sürüp gitti.
D.D: Öykülerinizde hangi sosyal konuları işliyorsunuz?
A.O: Ben de, bir şeyler yazma yolunda uğraşanların nicesi gibi sosyal ve toplumsal konular ele alıyorum. “Her yiğidin yoğurt yiyişi başka” biliyoruz. Aşka/sevdaya, özleme, yoksulluğa.. kendimce eğiliyorum. Örneğin ilk öykü kitabımda dinsel çatışmaların getirdiği acılar; Onlar Çocuk Kalacak’ta toplumumuzun değişik katmanları arasındaki sürtüşmeler, mücadeleler; Kafdağının Kuşları’nda yaşama yönelik duyarlılıklar; Gerçek Ayışığı’nda ağırlıklı olarak kişi ve kitle eleştirisi ağır basar.
D.D: Öykü yazmanın en çok sevdiğiniz yanı nedir?
A.O: Bir düzyazı türü olan öyküde, şiirsel söyleyişe bayılırım.
İçimde ur gibi duran, beni mutlak yazmalısın diyen bir şeyi/konuyu, söylemek istediğim gibi yazabilmişsem bundan çok mutlu olurum. Hele de bunu açıkça değil de okuyucuya sezdirme biçiminde yapabilmişsem, değme keyfime… Bu nedenle kendi yazdıklarımı başarılı bulmuşsam her okuyuşumda eksilmeyen tatlara ulaştığım “Eskici” (R. H. Karay), “Karanfiller ve Domates Suyu” (S. F. Abasıyanık) ve “Yağmurdaki Kedi” (E. Hemingway) gibi öykülerden aldığım tadı, kendi öykülerimden de alırım. Başkalarının yazdığı öyküler gibi kendi yazdıklarımı da birçok kez okumuşumdur. Bu, aynı şiiri yeniden yeniden okumak gibi bir şey.
D.D: Bir eğitimci olarak, eğitim ve sanat konusundaki düşünceleriniz neler?
A.O: “Eskimiş” bir eğitimci olarak derim ki eğitim konusunda sanat, bilimden/bilgiden önde gelir.
Öğretmenliğim sürecinde bunu hiç göz ardı etmedim. Çalıştığım bir ilçedeki ilçe kütüphanesi sorumlusunun memnuniyetini değil, memnuniyetsizliğini dile getirdiği “Hocam, siz geldiniz, biz, öğrencilere kitap vermekten çayımızı içemez olduk.” dediği mıh gibi aklımda… Ama bu konuda bütün ülkede yenildik galiba. “Biz büyüdük, kirlendi dünya” diyordu ya şair; günler yıllar geçiyor, çocuklar da büyüyor ellerinde dokunmalı telefonlar, tabletler ve dahası… Eğitimde sanatın/edebiyatın etkisi kalmadı diyeceğim de dilim varmıyor.
D.D: Eğer iyi bir okur değilseniz iyi bir yazar olmanız çok zor. Bu konudaki görüşleriniz neler?
A.O: Sorunuz, yanıtını içinde tutuyor. İyi bir yazar olmak için elbette iyi bir okuyucu olmak gerek. Bu, olmazsa olmaz bir koşul, ortadaki… Ne var ki iyi bir yazar olmak için iyi bir okuyucu olmak yetmez. İyi bir okuyucu olmak koşulunun bir öncesi, bir de sonrası var. Öncesi, doğuştan getirdiğiniz genetik bir yeteneğiniz de olmalı, yani ana ata soyunda sanata/edebiyata yatkınlık geni bulunmalı. Sonraki koşula gelince o da yaratmaya üretmeye yönelik yoğun bir çalışma, o konuda ter dökme. Bunların üçü bir araya gelmemişse, geç…
D.D: Yaratıcı yazarlık kursları, öykü atölyeleri hakkında düşüncelerinizi açıklayabilir misiniz?
A.O: Sanırım, yazarlık kurslarından ve öykü atölyelerinden yararlanıp güzel ürünler ortaya koyanlar da olmuştur. Ancak, yazar olabilmek için ille de bu etkinlikler içinde bulunmak gerektiğine inanmıyorum. Edebiyat sanatı; resim, heykel vb sanatlardan ayrı bir sanat dalı. Yazarın alacağı yazarlık kursu ya da atölye çalışması, okuduğu kitapların içindedir diye düşünüyorum. Yazar, okuduklarına öykünmeli demek istemiyorum; okudukları, yazara yakıt, itici güç olur, diyorum. Genetik yatkınlık, iyi okuyuculuk ve birçok şeyden vazgeçerek kendini üretmeye veren çalışma varsa kursa/atölyeye gerek kalmaz gibi geliyor bana.
D.D: Sosyal medya, dijital platformlar ve okuma alışkanlıklarındaki değişimler üzerine ne düşünüyorsunuz? Bu değişimler sizin yazma biçiminizi ya da edebiyata yaklaşımınızı etkiledi mi?
A.O: Bu sorunuzun yanıtı 6. sorunuz için bir şeyler yazarken kısmen verdim.
Sosyal medya ya da dijital platform denilen, benim görsel basın demekten yana olduğum sanal ortamın böylesine yaygınlaşmış olması, insanları hem okuma eyleminden hem de sanata/edebiyata yakın durmaktan hayli uzaklaştırdı. Ben de o “insanlar”dan biriyim. Söz konusu sanal ortamlardan ben de etkilendim doğal olarak. O ortamın okuma konusunda bana gücü yetmedi ama yazma/üretme konusunda yenilmedimse de yorulmuşum gibi bir duygu içindeyim. Sözün özü, diyebilirim ki o sanal ortamlarda gezinsem de okumaktan hiç kopmadım. Okuma eylemimin yanında sanal gezintim, günlük yaşamımda 10’da bir bile değil.
Sayfaların kenarlarına notlar düşerek okumak gibisi var mı?
D.D: Türkiye’de sanat denildiği zaman ne görüyorsunuz?
A.O: Türkiye’mde; hırsızlığın, utanmaz arsızlığın, sınırsız yolsuzluğun diz boyunu aştığı günümüzde “Türkiye’de sanat denildiği zaman” ne görüyorum; sis çökmüş bir ova. Dağlar çok uzakta, tepeler duman altı, akar sular akmaz olmuş değil de hes’lerle gemlenmiş, ormanları… Umutsuz muyum, değilim. O sisin dağılacağına, güneşin altın saçlarını üstümüze yeniden dökeceğine inanıyorum.
D.D: Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Son olarak bizlere ve okuyucularımıza neler söylemek istersiniz?
A.O: “Son olarak” yukarıda (10. soruda) söylediklerime tutunayım, sözü, büyük ustanın iki kısa dizesiyle bitireyim: “umudu var büyük insanlığın / umutsuz yaşanmıyor”
Size de sevgili kardeş Demet Hanım, bir teşekkür heybesi sunuyorum; bir gözüne saygı, öbürüne sevgi koyduğum.
ÖYKÜ > GERÇEK AY IŞIĞI
Gelme, demiştim.
Çıkıp geldi gecenin gecinde. Elinde, ağzı özenle kıvrılmış kese kağıdı, koltuğundan indirdiği naylon torbada şıngırdayan şişeler… Şarap!
-Beni kandırmaya çalışıyorsun, bağışlamamı istiyorsun, değil mi, dedim.
İyi akşamlar ya da iyi geceler demedi, esenlemesiz girdi içeri. Bir yüzünde sevinç, öbüründe hüzün… Bu ikisinden daha çok bir karışımın harman olduğu gözlerine, suçlu benmişim gibi acıyla baktım.
-İster bağışla, ister bağışlama. Seni kandırmak gibi bir düşüncem de yok. Balkondaki küçük masa yerinde mi, dedi. Yanıt beklemeden balkona çıktı. Balkon ışığının düğmesine basmadı. Tepedeki dolunayın ışığı süt beyazıyla doldurmuştu ulaşabildiği her yeri.
Getirdiklerini, uz işleyen elleriyle masaya yerleştirdi.
Sanki ev sahibi kendisi…
Oturdu, beni bekliyor.
Bir daha gelme demiştim oysa.
*
Doğru muydu bilmem. Anlatıyordu.
Gelmeden önce aldıkları başına vurmuş olmalıydı, daha çok da diline… Aklına ne gelirse onu söylüyordu sanki. Benim he, hı dememe ya da söylediklerinden birine karşı çıkmama, bir soru sormama söz arası vermiyordu.
Kime güvenmiş, kime bel bağlamışsa “hepsi de kelek” çıkmıştı. Söz verenler verdikleri sözde durmamıştı. Beni anlasa anlasa bu anlar dediği tek kişiyle koparmıştı bağları. Bir daha da ağız kavgası bile etmeyecekti, hiç kimseyle. Çünkü, bak gidersem bir daha gelmem diye uyarmıştı ama o, diliyle de tavrıyla da dur gitme, nereye gideceksin gecenin köründe, dememişti.
Bir ara “Yavaş ol, nefes al, boğulacaksın” demek istedim, baktım yararı olmayacak, suskunluğumu sürdürdüm.
Mevsim meyvelerinin, sebzelerinin tadı yokmuş. Halkı dersem zır cahilmiş, sürekli kendisini kandıranlara omuz veriyormuş, din’le yatır’la aldatılıyormuş, zaten aldatılmaya da dünden teşneymiş. Bu nedenle bu rezilleri başımıza halk denilen aymazlar getiriyormuş. Fırınlar fare yatağıymış, ekmekler fare kokuyormuş. Yaşamanın bir anlamı yokmuş, hiç kimseye doğruları anlatamıyormuş. İyi kötü bir ben varmışım da…
Ay ışığı uzun uzun dinledi onu, benim suskunluğumu.
Bir daha gelme dememiş miydim; demiştim; gelmişti, git demeye dilim varmıyordu.
Anımsıyor musun, dedi, Karahan Kitabevi’nin yeni yerindeki kafe balkonda oturuyorduk.
Hiç yaşamasa hiçbir şey değişmez insanlar gelip geçiyordu birkaç metre aşağıdaki caddeden.
Esmer, iyice esmer, etli bir kadını göstermiştim sana. Hani şişman bedenine giydiği sıktırmaç kırmızı tişörtünün önünde koca memeleri yürüdükçe aşağı yukarı çalkalanıyor, arada bir, biri öbürüyle tokuşuyordu. Anımsadın mı? Sırtında küçük bir oğlan çocuğu uyuyordu; üç dört yaşında bir başka oğlan çocuğu da kalabalıkta kaybolmamak için kırmızılı kadının pilili siyah eteğinin arka ucundan sıkıca tutmuş, gerginleştirdiği eteğin peşinde tin tin gidiyordu.
İşte onları gördüm pazar yerinde. Kırmızı tişörtlü kara kadının kızı olduğunu sandığım esmer bir genç kız vardı yanlarında. Çocukların ablası olmalıydı.
Kadının sırtındaki çocuk, kırmızı tişörte yapışmış yine öyle uyuyordu; eteği tutan oğlan, bir eliyle pilili siyah eteği hiç bırakmamacasına sımsıkı tutmuştu yine. Atılmışlardan ‘işe yarar’ bir şeyler topluyorlardı. Alınabilir ne bulurlarsa…
O, esmer genç kızı görmeliydin…
Şu dizi film yapımcıları var ya, bu aptal sürüsü halk içinde en aptalı, en serserisi onlar. Onlar kör be! O kızın güzelliğini görüp algılayacak beyinleri de yok, gözleri de… İnanmıyorsan haftaya, dağılmaya yüz tuttuğu sıralarda pazar yerine gel; gel de gör, ay ışığı bu mu, o esmer kızdan yansıyan mı; kendi gözlerinle gör.
Bir daha gelme demiştim; o, bana haftaya pazar yerine gel, diyordu.
Gerçek ay ışığını gösterecekmiş.