BASINDAN SEÇMELERMANŞET

Yozlaşma, Toplumsal Dönüşüm ve Milli İradeye Doğru Yeni Bir Yönelim

Türkiye, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde siyasal, ekonomik ve sosyal açılardan derin bir dönüşüm sürecinden geçmektedir. Bu dönüşümün temel aktörlerinden biri olan Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki iktidar, özellikle 2017 Anayasa değişikliğiyle birlikte “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı verilen bir yönetim modeline geçiş yapmıştır. Bu sistem, yürütme yetkisinin tek elde toplanmasını sağlamış; siyasal çoğulculuk, kuvvetler ayrılığı ve denge-denetim mekanizmaları büyük ölçüde işlevsiz hale getirilmiştir (Esen & Gümüşçü, 2020). Ancak bu sistemin toplumsal tabanda ve ekonomi politikaları düzeyinde ciddi sorunlar üretmesi, iktidarın meşruiyetinin ve sürdürülebilirliğinin sorgulanmasına yol açmıştır.

1: Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan bu yana birçok siyasal ve toplumsal dönüşüme sahne olmuştur. 1923’ten bu yana askeri darbeler, çok partili rejime geçiş, neoliberal politikaların etkisi ve 2000’li yıllarda İslamcı muhafazakâr bir partinin iktidarı gibi birçok evre yaşamıştır. Özellikle 2002 yılında ABD ve Batının desteklediği Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) tek başına iktidara gelişi, Türkiye’nin siyasal sisteminde radikal değişimlerin önünü açmıştır. Bu sürecin kırılma noktası ise 2017’deki anayasa referandumu ile kabul edilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olmuştur. Bu sistem, fiili olarak başkanlık rejimiyle yönetilen Türkiye’yi, demokratik normlar açısından farklı bir eksene oturtmuştur (Esen & Gümüşçü, 2020).

Cumhurbaşkanlığı sistemi, başta hızlı karar alma ve etkin yönetim vaatleriyle savunulmuştur. Ancak geçen zaman zarfında sistemin, iktidarın RTE’ye tabi bir şekilde merkezileşmesi, yargı bağımsızlığının zayıflaması, yasamanın işlevsizleşmesi ve medya ile sivil toplumun baskı altına alınması gibi antidemokratik sonuçlar doğurduğu gözlemlenmiştir (Freedom House, 2024). Aynı zamanda bu rejim, kamusal alanda karşılıklı denge ve denetleme mekanizmalarını işlevsizleştirerek, karar alıcıların keyfî yönetim pratiğine zemin hazırlamıştır. Bu yapının ortaya çıkardığı krizler yalnızca siyasal alanda değil; ekonomik çöküş, sosyal huzursuzluk ve kurumsal yozlaşma olarak da kendini göstermiştir.

2: Siyasal Rejimde Dönüşüm:Parlamenter Sistemden Tek Adam Yönetimine

2.1. Güçler Ayrılığı İlkesinden Sapma ve Kurumsal Erozyon

Türkiye’nin 2017 yılında gerçekleştirdiği anayasa değişikliği, parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçişi kurumsallaştırarak siyasal rejimin temel yapısını dönüştürmüştür. Ancak bu geçiş, klasik başkanlık sistemlerinin çoğunda var olan kuvvetler ayrılığı, denge-denetim ve temsil mekanizmalarıyla uyumlu olmamıştır. Yürütme gücünün tek bir kişide, yani Cumhurbaşkanı’nda toplanması; yasamanın denetim yetkisini zayıflatmış, yargının ise bağımsızlığına doğrudan müdahale edilmesine neden olmuştur (Esen & Gümüşçü, 2020). Yargıtay, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi gibi yüksek yargı organlarının atamalarında Cumhurbaşkanı’nın yetkilerinin genişletilmesi, kuvvetler ayrılığı ilkesini fiilen ortadan kaldırmıştır.

Kurumsal bağımsızlığın zayıflatılması sadece yargı ile sınırlı kalmamış; Merkez Bankası, TÜİK, RTÜK, YÖK gibi kilit kamu kurumları da doğrudan yürütme organının güdümüne girmiştir. Özellikle Merkez Bankası başkanlarının siyasi baskılarla görevden alınması, kurumun para politikalarında bağımsız hareket etme kapasitesini ortadan kaldırmış, bu da doğrudan ekonomik krizlerin tetiklenmesine yol açmıştır (Öniş, 2023). TÜİK’in enflasyon verilerinde şeffaflıktan uzaklaşması ise kamuoyunun devlete olan güvenini ciddi şekilde sarsmıştır.

Parlamenter sistemde var olan kolektif sorumluluk ve karşılıklı denetim mekanizmaları, başkanlık sistemiyle birlikte ortadan kalkarken, devletin karar alma süreçleri birkaç danışman ve bürokratın kontrolüne geçmiştir. Bu durum, hem karar alma kalitesini düşürmüş hem de siyasal kararların keyfî, teknik temelden yoksun ve toplumdan kopuk hale gelmesine neden olmuştur. Türkiye’nin “tek adam rejimi”ne geçişi, yalnızca siyasal temsil sorunları yaratmamış, aynı zamanda kurumsal kapasiteyi de zayıflatarak devlet yönetiminde derin bir işlevsizlik üretmiştir (Aydın-Düzgit & Keyman, 2021).

2.2. Seçim Sistemindeki Bozulmalar ve Meşruiyet Krizi

Yeni sistemde uygulanan seçim ve temsile dair düzenlemeler, iktidarın lehine olacak biçimde şekillendirilmiştir. Seçim barajının yüksekliği (önce %10, sonra %7) ve seçim bölgelerinin yeniden düzenlenmesi, muhalefetin Meclis’te temsilini zayıflatmıştır. Ayrıca ittifak sistemleri, seçmenlerin doğrudan tercihlerini yansıtmayan sonuçlar üretmiş; bu da demokrasinin temel ilkelerinden biri olan adil temsil ilkesine aykırılık teşkil etmiştir (Somer, 2022). Oyların sandıkta eşit değere sahip olmaması, halkın seçimlere olan inancını da zayıflatmıştır.

Bu çarpıklıkların bir sonucu olarak, halkın oy verdiği temsilciler ile siyasi karar alma süreçleri arasındaki mesafe açılmış; “temsili demokrasi” yerini bir tür “kararname demokrasisine” bırakmıştır. 2018-2024 yılları arasında Cumhurbaşkanlığı tarafından yayımlanan binlerce kararname, Meclis’in yasa yapma ve denetleme işlevlerini büyük ölçüde geçersiz kılmıştır (TBMM, 2024). Bu da yasamanın yürütmeye tabi hale geldiği bir tür otoriterleşmeyi beraberinde getirmiştir.

Sistemin RTE ye tabi olarak merkezileşmesi ve yürütmenin sınırlarının belirsizleşmesi, toplumda iktidarın meşruiyetine dair tartışmaların yoğunlaşmasına neden olmuştur. Seçimlerdeki eşitsizlikler, medya üzerindeki baskılar ve seçim güvenliğine dair iddialar, seçmenin sisteme olan güvenini azaltmıştır. Bu güven erozyonu, toplumsal kutuplaşmayı artırarak yönetilebilirlik krizini daha da derinleştirmiştir (Özbudun, 2022).

2.3. Tek Adam Rejiminin Yapısal Sınırları

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, özünde bir kriz yönetim sistemi olarak kurgulanmış; olağanüstü dönemlerde hızlı karar alma avantajı sunması gerekçesiyle güya meşrulaştırılmıştır. Ancak kriz anlarında hızlı karar almak bir avantaj gibi görünse de, kurumsal denetimden yoksun kararların uzun vadeli etkileri, genellikle zarar verici olmuştur. Örneğin pandemi döneminde alınan ekonomik ve sağlık politikaları, toplumun geniş kesimlerini dışlamış; kararların yalnızca Saray çevresinde alınması, kamu hizmetlerinin etkinliğini azaltmıştır (Bozkurt, 2021).

Ayrıca “tek adam” yönetimi, liderin kişisel karizmasına ve otoritesine bağlı olarak varlığını sürdürebilir hale geldiği için rejimin istikrarı, kurumlardan ziyade kişisel performansa bağlanmıştır. Bu, rejimi kırılgan ve geçici hale getirirken; liderin zayıflaması durumunda sistemin tamamen çökeceği yönündeki kaygıları da artırmıştır. Bu bağlamda, Erdoğan’ın bireysel liderliği üzerinden sürdürülen sistemin uzun ömürlü olması mümkün gözükmemektedir (Yavuz, 2018).

Söz konusu sistemin sürdürülebilir olmaması, halkta alternatif yönetim arayışlarının güçlenmesine ve muhalefet aktörlerinin “güçlendirilmiş parlamenter sistem” önerilerini öne çıkarmasına neden olmuştur. Giderek artan siyasal farkındalık ve değişim talebi, Türkiye’de toplumsal ve siyasal bir dönüşümün zeminini güçlendirmektedir.

3: Ekonomik Kriz ve Sosyal Tepkiler, Enflasyon, Yoksulluk ve Geleceksizlik

3.1. Enflasyonist Baskı ve Alım Gücündeki Çöküş

Türkiye’de 2021 sonrasında yükselen enflasyon, Cumhuriyet tarihinin en sert ekonomik dalgalanmalarından birine yol açmıştır. Resmî verilere göre yıllık TÜFE (Tüketici Fiyat Endeksi) 2022’de %85’e, 2024’te ise %70’in üzerine çıkmıştır. Ancak bağımsız araştırma kuruluşu ENAG’ın hesaplamaları, gerçek enflasyonun bu oranların çok daha üzerinde olduğunu göstermektedir (ENAG, 2024). Temel gıda ürünlerinde aylık fiyat artışları, vatandaşların yaşam kalitesini ciddi oranda düşürmüştür. Asgari ücretin her zam döneminden birkaç ay sonra erimesi, geniş toplum kesimlerinde alım gücünün yok olmasına neden olmuştur.

Merkez Bankası’nın para politikasında bağımsız hareket edememesi, faiz oranlarının siyasi tercihlere göre belirlenmesi ve sürekli değişen ekonomik yönetim kadroları; piyasalarda öngörülebilirliği ortadan kaldırmıştır. Bu durum, döviz kurlarında ani yükselişlere, yatırımcı güveninin sarsılmasına ve uzun vadeli yatırım kararlarının ötelenmesine neden olmuştur (Öniş, 2023). Vatandaş düzeyinde ise tasarruf yapma imkânı kalmamış, geniş halk kesimleri kredi kartı ve bireysel borçla yaşamaya başlamıştır. 2025 itibariyle bireysel kredi ve kredi kartı borçları 2.5 trilyon TL’yi aşmış durumdadır (BDDK, 2025).

Bu ekonomik krizin toplum üzerindeki etkisi sadece sayısal verilerle sınırlı kalmamaktadır. Sokak röportajlarında, sosyal medyada ve bağımsız medya kuruluşlarında paylaşılan günlük hayat gözlemleri, halkın iktidara karşı ciddi bir memnuniyetsizlik geliştirdiğini ortaya koymaktadır. Halkın özellikle “çocuklarının geleceğinden endişe duyma”, “temel ihtiyaçlarını karşılayamama”, “geçinememe” gibi duygusal tepkileri, mevcut ekonomik sistemin sorgulanmasına neden olmaktadır (Bozkurt, 2023). Artık yalnızca muhalif kesimler değil, iktidar tabanında yer alan seçmenler de ekonomik politikalardan tatmin olmadıklarını açıkça dile getirmektedir.

3.2. Gelir Dağılımındaki Bozulma ve Orta Sınıfın Çöküşü

Son on yılda Türkiye’de gelir dağılımı hızla bozulmuş ve Gini katsayısı tarihî zirvelere ulaşmıştır. TÜİK 2024 Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’na göre, nüfusun en zengin %20’lik kesimi toplam gelirin %49’unu alırken, en yoksul %20’lik kesim sadece %5’e ulaşabilmektedir. Bu durum, zengin ile yoksul arasındaki uçurumun derinleştiğini ve Türkiye’deki sosyal sınıf yapısının ciddi şekilde sarsıldığını göstermektedir (TÜİK, 2024). Özellikle sabit gelirli kamu çalışanları, emekliler ve küçük esnaf bu süreçte önemli kayıplar yaşamıştır.

Orta sınıf olarak tanımlanan, hem üretici hem de tüketici rolü üstlenen toplumsal tabaka, ekonomik politikalar nedeniyle sistem dışına itilmiştir. Konut, ulaşım, sağlık ve eğitim gibi temel alanlarda fiyatların fahiş seviyelere ulaşması, orta sınıfın bu hizmetlere erişimini zorlaştırmıştır. Özellikle konut fiyatlarındaki artış nedeniyle birçok çalışan artık kiralık ev dahi bulamamakta, gençler evlilik ve bağımsız yaşam kararlarını ertelemektedir. Bu durum sadece ekonomik değil; aynı zamanda toplumsal yapıda da çözülmelere yol açmaktadır (TMMOB, 2024).

Gelir eşitsizliğinin artması, “sosyal adalet” ilkesine olan inancı zayıflatmış; devletin “adil dağıtıcı” rolünü yitirmesi, toplumda hem devlete hem de mevcut rejime yönelik eleştirileri artırmıştır. Vergi sistemindeki adaletsizlik, servet sahiplerinin vergi muafiyetleri ile korunması, yoksul kesimin ise dolaylı vergilerle ezilmesi, sistemin ideolojik olarak da sorgulanmasına neden olmuştur (Karakılıç, 2022). Bu koşullarda iktidarın ekonomi yönetimi, hem teknik hem de etik anlamda güvenilirliğini yitirmiştir.

3.3. Genç İşsizliği, Beyin Göçü ve Gelecek Kaygısı

Türkiye’de genç işsizliği uzun süredir kronik bir sorun olarak varlığını sürdürmektedir. TÜİK’in 2025 verilerine göre, 15–24 yaş arası gençlerde işsizlik oranı %32’nin üzerindedir. Daha dikkat çekici olan ise bu yaş grubundaki üniversite mezunlarında işsizlik oranının %40’a yaklaşmasıdır (TÜİK, 2025). Üniversite mezunu gençler, diplomalarının ekonomik değerini yitirdiğini düşünmekte; istihdamda liyakatten çok torpilin belirleyici olduğu algısı yaygınlaşmaktadır.

Bu sorunların sonucu olarak gençler arasında yaygın bir “gelecek kaygısı” oluşmuştur. Eğitimli gençlerin önemli bir kısmı yurtdışına gitme eğilimindedir. Almanya, Kanada, Hollanda gibi ülkeler, son yıllarda Türkiye’den gelen nitelikli işgücü göçünde rekor artışlar kaydetmiştir (OECD, 2024). Beyin göçü, yalnızca bireylerin tercihi değil, aynı zamanda ülkenin entelektüel kapasitesinin ve inovasyon potansiyelinin azalmasına neden olan yapısal bir soruna dönüşmüştür.

Gelecek umudu olmayan gençlik, siyasal ve sosyal sistemlerle bağ kurmakta zorlanmaktadır. Bu durum, mevcut rejimin sürdürülebilirliğini tehdit eden önemli bir faktördür. Genç seçmenlerin büyük çoğunluğu, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne karşıdır ve özgürlükçü, katılımcı bir demokratik yapıyı savunmaktadır (KONDA, 2024). Bu nedenle ekonomik kriz yalnızca bir ekonomik sorun değil; rejimin meşruiyetini etkileyen çok boyutlu bir krizdir.

4: Toplumsal Dönüşüm: Y Kuşağından Z Kuşağına Değişen Politik Bilinç

4.1. Yeni Kuşakların Siyasal Tutumu ve Değer Değişimi

Türkiye’de 1980 sonrası doğan kuşaklar, siyasal olarak daha sorgulayıcı, kimlik temelli siyasete daha mesafeli ve hak temelli düşünmeye daha yatkın bireyler olarak şekillenmiştir. Y kuşağı (1980–1995 arası doğanlar) ekonomik istikrarsızlık, otoriterleşme ve özgürlük kısıtlamalarıyla büyürken, Z kuşağı (1996 sonrası doğanlar) ise dijital çağın içine doğmuş, otoriteye karşı mesafeli, ifade özgürlüğünü merkezine alan bir siyasal bilinç geliştirmiştir (KONDA, 2024). Bu kuşaklar arasında yapılan anketlerde, dini referanslı siyaset, sahte milliyetçi popülizm ve RTE ye endeksli bir merkeziyetçilik gibi geleneksel siyasal kalıplara destek oranı gözle görülür biçimde düşüktür.

Z kuşağının siyasal talepleri arasında öne çıkan başlıklar; özgürlük, liyakat, çevre, cinsiyet eşitliği ve sosyal adalet gibi evrensel değerlere yöneliktir. Bu kuşak, toplumsal olaylara anlık tepki verme konusunda önceki kuşaklardan daha aktif ve örgütlüdür. Örneğin, Gezi Parkı protestolarından Boğaziçi direnişine kadar birçok toplumsal hareket, gençlerin siyasal farkındalık düzeyinin yükseldiğini göstermiştir. Bu gençler, iktidarın baskıcı söylemine karşı “yaşam tarzı müdahalesi” olarak algıladıkları her duruma karşı refleksif tepkiler verebilmektedir (Yörük, 2023).

Yeni kuşakların siyasal tavırlarında aidiyet yerine bireysellik ve evrensel hak temelli düşünme biçimi ön plandadır. Bu, iktidarın geçmişte kullandığı “ümmet”, “millet”, “yerli ve milli” gibi kavramlarla gençler arasında bir bağ kurmakta zorlanmasına neden olmaktadır. Bu durum aynı zamanda, iktidarın seçimlerde genç seçmen desteğini neden kaybettiğini de açıklamaktadır. 2023 seçimlerinde ilk defa oy kullanan gençlerin büyük çoğunluğu, iktidar blokunun dışındaki alternatiflere yönelmiştir (Metropoll, 2024).

4.2. Dijitalleşme, Sosyal Medya ve Siyasal Farkındalık

Yeni kuşakların siyasal tutumlarını şekillendiren en önemli faktörlerden biri dijital medya ve sosyal platformlardır. Twitter (X), Instagram, TikTok, YouTube ve Ekşi Sözlük gibi mecralar, geleneksel medyanın tek sesli yapısına alternatif olarak bireylerin kendi gündemini yaratmalarına olanak tanımaktadır. Gençler haberlerini ana akım medyadan değil; bağımsız YouTube kanalları, podcastler, forumlar ve sosyal medya paylaşımlarından almaktadır (Bozkurt, 2023). Bu, resmi söylemlerle bireysel deneyimler arasındaki farkı açığa çıkararak eleştirel düşünceyi beslemektedir.

Özellikle sokak röportajı platformları (Sade Vatandaş, Kendine Muhabir, MedyaliTV gibi) milyonlarca genç tarafından takip edilmekte ve bu içerikler, hükümet politikalarına yönelik halkın gerçek duygularını görünür kılmaktadır. Bu platformlarda dile getirilen sorunlar, enflasyon, genç işsizliği, özgürlük kısıtlamaları gibi konularda iktidar söylemleriyle taban arasında büyük bir kopukluk olduğunu göstermektedir. Gençler, bu içeriklere yalnızca izleyici değil, yorumcu ve üretici olarak da katılmakta, dolayısıyla dijital alan bir tür siyasal sosyalleşme ve aktivizm sahasına dönüşmektedir.

Ayrıca sosyal medya algoritmaları, bireylerin homojen ve radikal gruplara yönelmesine de zemin hazırlamaktadır. Bu durum zaman zaman kutuplaşmayı derinleştirse de, aynı zamanda gençlerin alternatif siyasal fikirlerle tanışmasına, evrensel değerlere ulaşmasına ve daha global bir perspektif geliştirmesine de olanak tanımaktadır. Örneğin Filistin, iklim krizi ya da LGBTQ+ hakları gibi meseleler, Türkiye’deki gençlerin enternasyonal dayanışma biçimleri geliştirmelerine neden olmuştur (Yıldırım, 2023). Bu, mevcut iktidarın kendi tanımladığı “yerli ve milli” sınırları içinde gençleri tutamamasının temel nedenlerinden biridir.

4.3. Katılımcı Demokrasi Talepleri ve Siyasi Temsil Sorunu

Yeni kuşaklar sadece tepki vermekle kalmamakta, aynı zamanda siyasette aktif rol almak istemektedir. Bu durum, klasik temsili demokrasiden daha çok katılımcı demokrasi modellerine yönelimi beraberinde getirmektedir. Anketlerde gençlerin %70’inden fazlası, mevcut siyasal partilerin kendilerini temsil etmediğini düşündüğünü belirtmektedir (KONDA, 2024). Gençler, doğrudan katılım sağlayabilecekleri dijital platformlar, yerel meclisler, yurttaş inisiyatifleri gibi araçlar talep etmektedir.

Mevcut partilerin gençlere yönelik politikaları çoğu zaman sembolik düzeyde kalmakta; gençlik kolları etkinlikleri, sosyal medya kampanyaları veya “temsil” kontenjanları, gerçek katılımın önünü açmamaktadır. Bu durum, gençlerin mevcut siyasal yapılara olan güvenini azaltmakta ve alternatif platformlar (bağımsız adaylar, sivil toplum hareketleri, öğrenci direnişleri) üzerinden yeni temsil biçimlerini aramalarına yol açmaktadır. Bu durum, siyasetin yeniden şekillenmesini zorunlu kılmaktadır (Genç & Taşpınar, 2024).

Katılımcı demokrasiye olan talep, sadece bireysel özgürlüklerle ilgili değil; aynı zamanda sistemin meşruiyetini yeniden inşa etme arzusunun da bir göstergesidir. Yeni kuşaklar, siyasal temsilin yalnızca seçimle sınırlı kalmaması gerektiğini, karar alma süreçlerinde toplumsal denetimin ve ortak aklın esas alınmasını savunmaktadır. Bu anlayış, gelecekte Türkiye’deki siyasal yapının yalnızca iktidar değişikliğiyle değil, yönetim modeliyle birlikte dönüşeceğine dair güçlü bir sinyal sunmaktadır.

5: Adalet Krizi ve Yargının Siyasi Araçsallaşması

5.1. Yargının Bağımsızlık Sorunu ve Siyasal Baskılar

Türkiye’de son on yıl içinde yargı bağımsızlığı ciddi şekilde aşınmış ve yargı, yürütmenin kontrolünde işleyen bir mekanizmaya dönüşmüştür. Özellikle 2017 Anayasa değişikliği sonrasında Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun (HSK) yapısı değişmiş; yürütmenin bu kurum üzerindeki doğrudan etkisi artırılmıştır. Cumhurbaşkanı tarafından atanan üyeler, yargının tarafsızlığına gölge düşürmektedir. Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu, bu durumu defalarca eleştirmiş, Türkiye’de yargının siyasal baskı altında çalıştığını vurgulamıştır (Venice Commission, 2023).

Yürütmenin yargı üzerindeki artan etkisi, adli kararların siyasi iktidarın politik ihtiyaçlarına göre şekillenmesine neden olmuştur. Özellikle ifade özgürlüğü, protesto hakkı ve medya faaliyetlerine dair davalarda, hukukun üstünlüğü ilkesi çoğu kez göz ardı edilmiştir. Bu durum, yalnızca bireysel hak ihlallerine değil; aynı zamanda toplumsal güvensizlik ve yargıya duyulan inancın aşınmasına da yol açmıştır. Yargının bağımsızlığı, adaletin temel taşı olmakla kalmayıp, aynı zamanda demokrasinin de olmazsa olmazıdır.

Yargıya duyulan güvenin zayıflaması, yurttaşların hukuki süreçlere olan bağlılıklarını ve demokratik mekanizmalarla çözüm arama isteklerini azaltmaktadır. Toplumun büyük kesimi yargının adil davranmadığını düşünmekte; bu da hukuk devletinin meşruiyetini zedelemektedir. Özellikle siyasi davalarda kararların çoğu zaman hukuktan çok ideolojiye dayanması, adaleti zedelerken aynı zamanda siyasal kutuplaşmayı da artırmaktadır (Freedom House, 2024).

5.2. Cumhurbaşkanına Hakaret Davaları: Eleştirinin Suçlaştırılması

“Cumhurbaşkanına hakaret” suçu, Türk Ceza Kanunu’nun 299. maddesinde yer almakta olup, son yıllarda bu maddeye dayanarak açılan davalarda ciddi bir artış gözlemlenmiştir. 2014-2024 arasında bu suçtan dolayı açılan dava sayısı yüz bini aşmış, yalnızca sosyal medya paylaşımları nedeniyle binlerce kişi hakkında soruşturma başlatılmıştır (Adalet Bakanlığı, 2024). Bu durum, düşünce ve ifade özgürlüğünün ağır şekilde sınırlandığını göstermektedir.

Bu davalar çoğu zaman siyasi nitelik taşımakta ve iktidarın eleştiriden kaçınmak için hukuk mekanizmasını araçsallaştırdığını göstermektedir. Eleştirel gazeteciler, akademisyenler, mizahçılar hatta lise öğrencileri dahi bu suçlama kapsamında yargılanmış veya tutuklanmıştır. Bu uygulama, demokratik toplumlarda kabul edilemez olup, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından da defalarca hak ihlali olarak tespit edilmiştir (AİHM, 2023). AİHM, devlet başkanlarının eleştiriye daha fazla tahammül göstermesi gerektiğini açıkça belirtmiştir.

Bu davalar yalnızca bireyleri susturmakla kalmamakta, aynı zamanda toplumu otosansüre itmektedir. Sosyal medya platformlarında dahi insanlar düşüncelerini açıkça ifade etmekten çekinmekte, eleştiriyi cezai tehdit nedeniyle bastırmaktadır. Böyle bir ortamda ifade özgürlüğü yalnızca teorik bir hak olmaktan öteye geçememekte; bu da demokratik katılımı doğrudan zayıflatmaktadır. Eleştirinin suç, iktidarın dokunulmaz, yurttaşın ise potansiyel suçlu olarak görüldüğü bir sistem, hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmaz.

5.3. Siyasal Tutuklamalar ve Hukukun Eşitlik İlkesinin Aşınması

Yargının siyasallaşması ve ceza hukukunun baskı aracı haline gelmesi, Türkiye’de temel hak ve özgürlükleri sistematik biçimde zedelemiştir. Barışçıl protestolara katılan yurttaşların, sendika liderlerinin, kadın hakları savunucularının veya çevrecilerin hukuki gerekçelere dayanmaksızın tutuklanmaları bu durumun göstergesidir. Örneğin Gezi protestolarına katıldığı iddia edilen yurttaşların yıllar sonra delilsiz biçimde yargılanmaları ve cezalandırılmaları, hukuk sisteminin geriye dönük baskı mekanizması haline geldiğini göstermektedir (Amnesty International, 2024).

Ayrıca yakın zamanda Zafer Partisi lideri Ümit Özdağ’ın tutuklanması, kamuoyunda büyük tepki toplamış ve haksız bir uygulama olarak değerlendirilmiştir. Bu tutuklama, siyasi muhalefetin sindirilmesi ve korkutulması amacına hizmet eden örneklerden biri olarak görülmektedir. Aynı şekilde Halkın Kurtuluş Partisi (HKP) lideri Nurullah Ankut’un aldığı ceza nedeniyle parti başkanlığının sona ermesi, siyasi liderlere yönelik keyfi uygulamaların başka bir boyutunu ortaya koymaktadır. Bu tür uygulamalar, sadece bireylerin değil, siyasi partilerin demokratik işleyişinin de önüne engel koymaktadır.

Bu tür keyfi tutuklamalar, Anayasa’nın 10. maddesiyle güvence altına alınan “hukuk önünde eşitlik” ilkesini zedelemektedir. Bazı kişiler, siyasi kimlikleri veya muhalif görüşleri nedeniyle daha kolay yargılanmakta ya da tutuklanmakta; iktidara yakın çevreler ise benzer hatta daha ağır suçlamalara rağmen korunmaktadır. Bu çifte standart, yargıya olan güveni temelinden sarsmakta, devletin adalet dağıtma işlevini ahlaki olarak sorgulatmaktadır.

Hukukun üstünlüğü ilkesinin zayıflaması yalnızca bireysel hak ihlallerine değil, aynı zamanda yapısal istikrarsızlığa da neden olur. Adil yargı sürecine güven kalmadığında, toplum alternatif adalet arayışlarına yönelir; bu da toplumsal barışı tehdit eder. Türkiye’nin yeniden adil bir hukuk düzeni inşa etmesi için yargının yürütmeden bağımsız hale gelmesi, HSK gibi kurumların yeniden yapılandırılması ve temel haklara saygının anayasal güvence altına alınması gerekmektedir.

6: İslamcılık, BOP ve Türkiye’nin Geleceği – Tartışmalı Jeopolitik Yönelimler

6.1. AK Parti’nin İdeolojik Evrimi: Muhafazakâr Demokratlıktan Siyasal İslamcılığa

AK Parti, 2001 yılında kurulduğunda kendisini “muhafazakâr demokrat” bir parti olarak tanımlamış, Avrupa Birliği üyeliği, hukukun üstünlüğü ve piyasa ekonomisine bağlılık gibi söylemlerle geniş bir kesimin desteğini kazanmıştır. Ancak 2011 sonrası dönemde parti söyleminde radikal bir kırılma yaşanmış, giderek daha fazla İslamcı ve otoriter temalar öne çıkmaya başlamıştır. Bu süreçte “dava”, “ümmet”, “milli irade” gibi kavramlar, hem siyasal mobilizasyon aracı hem de eleştiriye kapalı bir meşruiyet kalkanı olarak kullanılmıştır (Yavuz, 2018).

Bu dönüşüm, partinin tabanındaki seküler ve merkez sağ seçmenlerin uzaklaşmasına, din temelli bir kimlik siyasetinin kurumsallaşmasına neden olmuştur. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesinin artırılması, eğitim sisteminde dini içerikli müfredatın yaygınlaşması, kamusal alanın dini sembollerle donatılması gibi adımlar, siyasal İslam’ın devleti şekillendiren ideolojik bir aygıta dönüştüğünü göstermektedir (Çınar, 2020). Bu bağlamda AK Parti, klasik muhafazakârlık ile İslamcı devlet anlayışı arasında bir geçiş alanında konumlanmıştır.

Toplumun seküler kesimleriyle bu ideolojik farklılaşma, kutuplaşmayı artırmış ve rejimin toplumsal temellerini zayıflatmıştır. Siyasal İslamcı yaklaşım, hem kadın hakları, eğitim politikası hem de bireysel özgürlükler alanında geriye gidişi tetiklemiş; uluslararası insan hakları endekslerinde Türkiye’nin konumunun ciddi biçimde gerilemesine neden olmuştur (Freedom House, 2024). Bu nedenle İslamcı yönelimin, yalnızca ideolojik değil, aynı zamanda yapısal bir gerilemeye yol açtığı söylenebilir.

6.2. BOP ve Türkiye’nin Tartışmalı Dış Politika Rolü

AK Parti iktidarının dış politikasında yaşanan en dikkat çekici gelişmelerden biri, Türkiye’nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında oynadığı aktif roldür. Yıllardır Recep Tayyip Erdoğan’ın “BOP eş başkanıyım” ifadesi, uzun süre hem içeride hem dışarıda tartışmalara neden olmuştur. Bu çerçevede Türkiye, özellikle Arap Baharı sürecinde “model ülke” olarak öne çıkarılmak istenmiş; ancak bu strateji, kısa sürede başarısızlıkla sonuçlanmıştır (Duran, 2020). Mısır, Suriye ve Libya’da izlenen dış politika; hem sahada başarısız olmuş, hem de diplomatik izolasyona yol açmıştır.

BOP, ABD destekli bir siyasal mühendislik projesi olarak Orta Doğu ülkelerinde sözde “rejim değişikliklerini ve liberal-demokratik normların ihraç edilmesini” öngörüyordu. Ama bölgeye kan ve ülkelerde etnik ve mezhepsel temelde parçalanma getirdi. Türkiye’nin bu projedeki rolü, başlangıçta stratejik derinlik söylemiyle sözde meşrulaştırılsa da, ilerleyen süreçte bölgesel güç dengelerini gözetmeyen, ideolojik temelli, mezhepçi ve maceracı bir dış politikaya dönüşmüştür. Bu yönelim, Türkiye’nin yalnızlaşmasına, Ortadoğu’daki birçok aktörle diplomatik kopuşlara neden olmuştur (Taşpınar, 2021).

Bu dış politika çizgisi, iç politikada da kullanılmış; dış düşman söylemi üzerinden içerdeki muhalefet bastırılmak istenmiştir. “Milli güvenlik” ve “yerli ve milli dış politika” ifadeleri, eleştiriyi gayrimeşru ilan eden bir söylem haline gelmiştir. Ancak bu strateji artık etkisini kaybetmekte, kamuoyunda dış politikaya dair hayal kırıklığı büyümektedir. Özellikle genç seçmenler ve kentli kesim, Türkiye’nin dünya dengeleriyle ve gelişmelerle uyumlu, pragmatik ve barışçıl bir dış politikaya dönmesi gerektiğini düşünmektedir (Metropoll, 2024).

6.3. İdeolojik Tıkanma ve Yeni Yönelim Arayışları

İslamcılığın iç politikada toplumsal desteğini kaybetmeye başlaması ve dış politikadaki başarısızlıklar, rejimin ideolojik zeminini sarsmıştır. Artık sadece “dava”, “milletin adamı” gibi metaforlar üzerinden siyasal meşruiyet üretmek zorlaşmakta; toplumsal gerçeklik, ideolojik söylemin önüne geçmektedir. Ekonomik kriz, adalet sorunları ve gençlikteki kopuş, siyasal İslamcı anlatının kapsayıcılığını yitirdiğini göstermektedir (Somer, 2022). Bu durum, yeni bir ideolojik ve yönetsel paradigmanın gerekliliğini ortaya koymaktadır.

Bu bağlamda, toplumun geniş kesimleri daha pragmatik, seküler, özgürlükçü ve sosyal adalet temelli bir yönetime doğru eğilim göstermektedir. Güçlendirilmiş parlamenter sistem önerileri, temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması, kadın hakları ve laiklik gibi ilkeler, yeniden toplumsal gündemin merkezine oturmaktadır. Bu da siyasal İslamcı hegemonyanın kırılmakta olduğunu ve yerine daha çoğulcu bir ideolojik yönelimin doğmakta olduğunu göstermektedir (Genç & Taşpınar, 2024).

Dolayısıyla, Türkiye’de hem iç hem dış politikada yaşanan ideolojik tıkanma; sadece iktidarın değil, rejimin temel doğrultusunun da yeniden tanımlanmasını zorunlu kılmaktadır. Toplumun talepleri, İslamcılık temelli, dışa bağımlı, otoriter bir model yerine; milli ama evrensel normlara açık, çağdaş ve demokratik bir sistemin inşasını zorunlu kılmaktadır. Bu yönelim, Türkiye’nin geleceği açısından kritik öneme sahiptir.

7: Yeni Bir Milli İrade Arayışı: Demokratik, Katılımcı ve Çağdaş Yönetim Modeli

7.1. Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem: Alternatif mi, Zorunluluk mu?

2017 referandumu ile yürürlüğe giren Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin siyasal, ekonomik ve kurumsal krizleri artırması, muhalefet ve geniş halk kesimlerinde bu sistemin kalıcı olamayacağı yönünde kanaat oluşturmuştur. Bu çerçevede “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” tezi, son yıllarda muhalefet bloğu tarafından kapsamlı şekilde önerilmekte ve tartışılmaktadır. Söz konusu model, yürütmenin Meclis’e karşı daha hesap verebilir olduğu, Cumhurbaşkanı’nın yetkilerinin sembolik düzeye çekildiği ve koalisyon kültürünün kurumsallaştığı bir sistem öngörmektedir (DEVA Partisi Raporu, 2023).

Bu yönetim modeli, Türkiye’de demokratik teamüllerin yeniden inşasını, kuvvetler ayrılığı ilkesinin işler hale getirilmesini ve kurumsal şeffaflığın sağlanmasını hedeflemektedir. Ayrıca, yargının yürütmeden bağımsız hale getirilmesi, bürokraside liyakat sisteminin yeniden kurulması ve kamu kaynaklarının şeffaf yönetilmesi gibi temel reformları içermektedir. Tüm bu öneriler, toplumun adalet, özgürlük ve ekonomik refah beklentileriyle doğrudan örtüşmektedir.

Güçlendirilmiş parlamenter sistem sadece bir teknik reform değil; aynı zamanda yeni bir siyasal kültür önerisidir. Çoğulculuğun, müzakerenin ve kapsayıcılığın esas olduğu bu model, uzun vadede siyasal kutuplaşmayı azaltacak ve Türkiye’nin demokratik potansiyelini harekete geçirecektir. Mevcut sistemin sürdürülemez olduğu artık geniş kesimler tarafından kabul görürken, bu yeni yönetişim paradigması bir tercih değil, tarihsel bir zorunluluk haline gelmiştir.

7.2. Katılımcı Demokrasi ve Yerelden Yönetime Geçiş

Modern demokrasilerde yalnızca seçim dönemlerinde değil; karar alma süreçlerinin her aşamasında yurttaşın katılımı sağlanmak zorundadır. Türkiye’de özellikle RTE döneminde uzun süredir RTE tipi merkeziyetçi, tepeden inmeci bir yönetim anlayışı egemendir. Bu durum, hem yerel dinamiklerin bastırılmasına hem de kamu hizmetlerinin etkinliğinin düşmesine neden olmuştur. Katılımcı demokrasi; yurttaş meclisleri, mahalle konseyleri, yerel referandumlar ve dijital demokrasi araçları yoluyla halkın yönetime aktif dahil edilmesini öngörür (Pateman, 2012).

Yerinden yönetim mekanizmalarının güçlendirilmesi, kamu yönetiminde şeffaflığı ve hesap verebilirliği artıracak, aynı zamanda toplumsal aidiyeti güçlendirecektir. Belediyelerin siyasi vesayetle değil; toplumsal ihtiyaçlarla hareket etmesi, yerel kalkınmayı ve sosyal adaleti de teşvik eder. Bu anlamda Türkiye’nin, katılımcı bir modelin daha kapsayıcı olacağı açıktır.

Bu noktada sadece kurumları değil, siyasal kültürü de dönüştürmek gereklidir. Yurttaşın edilgen bir seçmen değil, aktif bir karar ortağı olması; demokratik bilincin güçlenmesini sağlar. Katılımcı demokrasi modeli, sadece Türkiye’nin yönetim krizine değil; aynı zamanda temsil, aidiyet ve güven krizine de yapısal bir çözüm sunma kapasitesine sahiptir.

7.3. Çağdaşlık ve Milli İrade Arasında Yeni Bir Sentez

AK Parti iktidarı döneminde “milli irade” kavramı sıklıkla dile getirilmiş, fakat bu kavram çoğunlukçuluk ile özdeşleştirilerek araçsallaştırılmıştır. Oysa gerçek anlamda milli irade, yalnızca sandığa indirgenemez; ifade özgürlüğü, hukuk devleti, toplumsal katılım ve bireysel hakların güvencede olmasıyla mümkündür. Yeni bir siyasal yapılanma, “milli” olanı çağdaşlıkla yeniden tanımlamak zorundadır. Bu, ne Batı taklitçiliği ne de içe kapanmacı bir muhafazakârlık anlamına gelir; Türkiye ye özgün ve evrensel değerlerin sentezidir (Keyder, 2019).

Bugünün Türkiye’sinde gençlerin büyük kısmı yurtdışına gitme arzusu taşımaktadır. Bu eğilim, sadece ekonomik değil; aynı zamanda siyasal ve kültürel bir tükenmişliğin göstergesidir. Oysa gerçek bir milli irade, bu gençleri geleceğe dair umutlandıran; özgür, adil, güvenli ve üretken bir ülke vizyonu sunan bir düzene işaret etmelidir. Türkiye’nin potansiyeli bu sentezi kurabilecek kapasiteye sahiptir.

Toplumsal irade, ancak hukuk, eğitim, medya, ekonomi ve sivil toplum alanlarında köklü reformlarla gerçek anlamda ortaya çıkabilir. Bu irade, bir “kurtarıcı lider” değil; örgütlü halk hareketi ve kurumsallaşmış demokrasi ile mümkündür. Yani geleceğin rejimi, tek bir kişiye bağlı değil; sistemsel güvenceye dayalı olmalıdır.

Sonuç: Yeni Bir Siyasal Döneme Doğru

Türkiye, son yirmi yılda ciddi bir siyasal, ekonomik ve toplumsal dönüşüm yaşamış; bu süreçte bir yandan otoriterleşmiş, diğer yandan kurumlar zayıflamış ve toplumsal güven büyük ölçüde yitirilmiştir. AK Parti iktidarının başta vadettiği “reformcu çizgi” zamanla yerini RTE tipi merkeziyetçi, otoriter ve ideolojik bir yönetime bırakmıştır. Bu dönüşümün sonucu olarak bugün Türkiye, sadece yönetim biçimi değil; aynı zamanda RTE rejiminin kendisi açısından da sorgulanan bir eşikte durmaktadır. Anayasal düzenlemeden ekonomik modele, dış politikadan toplumsal sözleşmeye kadar hemen her alanda derin bir meşruiyet ve işlevsellik krizi yaşanmaktadır.

Burada ayrıntılı şekilde ortaya konduğu üzere, mevcut rejim halkın büyük çoğunluğunun ihtiyaçlarını karşılayamamakta, ifade özgürlüğünden adalete, sosyal refahtan gençlerin umuduna kadar birçok temel alanı ihmal etmektedir. Erdoğan liderliğindeki “tek adam rejimi”, kısa vadede iktidarını sürdürebilir gibi görünse de, uzun vadede hem iç hem dış dinamikler bu modeli sürdürülemez kılmaktadır. Sokakta yapılan vatandaş röportajları, kamuoyu yoklamaları ve bağımsız medya analizleri, iktidara yönelik toplumsal desteğin zayıfladığını açıkça göstermektedir. Bu da sistemin yalnızca politik olarak değil, toplumsal olarak da tükenmekte olduğunu kanıtlamaktadır.

Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin yeniden inşa edilmesi, yalnızca yeni aktörlerle değil; yeni kurumsal yapılar, demokratik ilkeler ve toplumsal uzlaşı çerçevesinde mümkündür. Bunun yolu, çoğulculuğu esas alan, kuvvetler ayrılığına dayalı, liyakate öncelik veren ve yurttaşın yönetime katılımını önceleyen bir sistemden geçmektedir. Ekonomik kalkınma, ancak hukuki güvenliğin sağlandığı, düşünce özgürlüğünün yaşandığı ve fırsat eşitliğinin tesis edildiği bir ortamda mümkün olacaktır. Toplumun tüm kesimlerinin kendini eşit ve güvende hissettiği bir Türkiye ancak böyle kurulabilir.

Sonuç olarak, bugün yaşanan siyasi ve ekonomik çöküş bir son değil; dönüşüm için bir fırsat olarak değerlendirilebilir. Bu rejimin yerine daha demokratik, katılımcı, çağdaş ve milli temellere oturan bir yönetim anlayışının doğması, yalnızca bir ihtiyaç değil, aynı zamanda tarihi bir sorumluluktur. Türk milleti, geçmişin hatalarından ders çıkararak; barışçıl, adil ve özgür bir geleceği birlikte inşa etme kudretine sahiptir. Bu inşa süreci ise, kararlı bir toplumsal mücadele, vizyoner bir siyasal irade ve evrensel değerlere dayalı bir anayasal düzen ile mümkün olacaktır.

Kaynakça (Seçmeli)
• Akyol, M. (2021). Türkiye’de İfade Özgürlüğü ve Siyasi Baskılar. Ankara: TESEV Yayınları.
• Çınar, M. (2020). Siyasal İslam’ın Kurumsallaşması ve AK Parti Rejimi. İstanbul: İletişim Yayınları.
• DEVA Partisi. (2023). Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Raporu. Ankara.
• Duran, B. (2020). BOP, Türkiye ve Ortadoğu Politikaları. SETA Raporları.
• Freedom House. (2024). Freedom in the World – Turkey Country Report.
• Genç, M. & Taşpınar, Ö. (2024). Yeni Türkiye mi, Eski Rejim mi?. İstanbul: Birikim Yayınları.
• Keyder, Ç. (2019). Türkiye’de Modernleşme ve Demokratik Dönüşüm. İstanbul: Metis.
• Keyman, E. F. (2021). Kurumsal Erozyon ve Devlet Krizi. Koç Üniversitesi Yayınları.
• KONDA. (2024). Toplumsal Güven ve Kurumsal Algılar Araştırması.
• Pateman, C. (2012). Katılımcı Demokrasi Teorisi. Çev. D. Cındık. Ankara: Dost Kitabevi.
• RSF. (2025). World Press Freedom Index: Turkey.
• Somer, M. (2022). Otoriterleşme ve Demokratikleşme Arasında Türkiye. İstanbul: Sabancı Üniversitesi Yayınları.
• Taşpınar, Ö. (2021). Türkiye’nin Stratejik Körlüğü: Yeni Osmanlıcılık ve BOP. Brookings Institution.
• Venice Commission. (2023). Turkey: Judicial Independence Report.
• Yavuz, M. H. (2018). Erdoğan ve Yeni Türkiye. New York: Oxford University Press.

Kaynak: Bu yazı Turkish Forum’dan alınmıştır.

Arkadaşlarınızla paylaşın

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Sitemizden en iyi şekilde yararlanmak için lütfen reklam engelleyicinizi kapatınız.