Covid-19’un neden olduğu tartışmalar, nesnel gerçeği yok sayan, otorite karşıtı, çoğulcu toplumsal ikilimin şekillendirdiği yeni kültürel ikilimin, bilim karşıtlığı ve anti-entelektüel tutumlarla ilişkisini yeniden gündeme getiriyor.
Başlıkta yer alan “21.kat” ifadesi 1990’ların ortasında şiddetlenen ve “bilim savaşları” olarak bilinen bir tartışmaya referans veriyor. 21. kata yapılan bu davet neyin nesidir ve Covid-19 pandemisiyle alakası nedir, onu açıklayarak başlayalım.
1990’ların ortasında, bilim insanlarının bilimsel gerçeği sosyal olarak inşa ettiklerini ileri süren Bruno Latour ile Latour’a yanıt olarak Higher Superstition: The Academic Left and its Quarrels with Science (Yüksek Hurafe: Akademik Sol ve Bilimle Kavgası) kitabını kaleme alan Paul Gross ve Norman Levitt arasında başlayan ve yıllarca süren tartışma “bilim savaşları” olarak adlandırıldı. Gross ve Levitt, Latour ve diğer sosyal inşacıları bilime duyulan güveni sarsmakla suçladılar. Sosyal inşacı yaklaşım, en basit şekilde anlatmaya çalışırsak; bilimin onu yapanların istencini yansıtan bir tür zanaat olduğunu, bilim yapan insanların etkisinden (kültürel, öznel özellikleri; çıkarları, amaçları tarafından şekillendirilen etkileri) bağımsız bir bilimsel araştırma pratiğinin mümkün olmadığını ve dolayısıyla bilimsel gerçek iddiasının sorgulanması gerektiğini ileri sürmekteydi. Latour, yakın zamanda bu tutumu nedeniyle günah çıkardı. Geçmişte bilimin yapılma biçimini eleştirerek bilim insanlarını küçük düşürmekten biraz keyif aldığını da itiraf etti. Yıllar boyunca koruduğu bu pozisyondan şimdi geri adım atmasının nedenini açıklarken ise, iklim değişikliğinin ciddiyetini fark ettiğini ve böylesi büyük bir krizle yüz yüzeyken bilime hak ettiği saygınlığın geri kazandırılmasına gerek gördüğünü söyledi. Bu gerekçeye yazının sonunda tekrar döneceğiz.
Son birkaç haftadır Covid-19 pandemisinin siyasi ve toplumsal boyutları üzerine yazan popüler düşünür Slavoj Zizek, bu yazıların birinde Giorgio Agamben üzerinden yukarıda bahsettiğim “sosyal inşacı” yaklaşıma bir kez daha yanıt verdi. Çünkü Agamben siyasi otoritelerin virüs salgını üzerinden orantısız panik yaratarak denetimci/baskıcı uygulamalarını olağanlaştırmaya çalıştıklarını iddia etmişti. Bununla da kalmamış, salgınının basit bir grip salgınından farkı olmadığını, yani salgının yarattığı riskin kasti olarak abartıldığını ileri sürmüştü. Agamben bunları salgının İtalya’ya ulaştığı ilk günlerde yazıyordu ve İtalya’nın birkaç hafta içinde nasıl bir yıkımla karşı karşıya kalacağı konusunda hiçbir fikri yoktu. Zizek, haklı olarak, Agamben’in yanılgısının, virüsün yarattığı pandeminin gerçek olduğunu kabul etmemekten kaynaklandığını vurguladı. Hatta bu yaklaşımın, yaşanan sorunun boyutlarını sosyal anlamına indirgeyerek gerçeği tehlikeli biçimde sulandırdığını da ekledi. Virüs de, salgının boyutu da gerçekti. Aslında Zizek’in yanıtı, her türlü bilimsel gerçeğin sosyal olarak üretildiğini, dolayısıyla bilimsel gerçek diye bir şey olamayacağını ileri sürenlere daha önce verilmiş bir yanıtı anımsatıyordu. Burada Zizek’in dediklerine bir ek de biz yapalım: Agambenvari analizin sorunu, virüse karşı gösterdiğimiz bireysel ve toplumsal tepkinin, devletlerin sorunu kamuoyuna sunma biçimlerinin, aldıkları tedbirlerin, uyguladıkları politikaların iktisadi ve sosyal analize tabi tutulması değil; doğrudan pandeminin ve boyutlarının bizim algımız ve yorumlama biçimimizle şekillendiğini ileri sürmek.
Yukarıda bahsettiğim “bilim savaşları” son hızıyla sürerken, temel bilimci Alan Sokal, yerçekimi kanunu etrafında dönen sosyal inşa tartışmasına yanıt olarak, gerçek mi inşa mı olduğunu anlamak isteyenlere “denemek için 21. kattaki evimin penceresinden aşağıya atlayabilirsiniz” çağrısını yapmıştı. Ancak kültürel çalışmaların burnundan kıl aldırmadığı, entelektüel ve akademik üretimde tam anlamıyla hegemonyasını kurduğu 1990’larda, Sokal’e kulak verenler sınırlı bir kesimden ibaret kaldı. Her zaman olduğu gibi “sosyal inşa”nın yanlış anlaşıldığı ve bilinçli olarak çarpıtıldığı ileri sürüldü ve Sokal’in daveti büyük bir özgüvenle reddedildi. Ancak bu kez, davet beklemeyen bir virüs, onu deneyimleme seçeneği sunmadan gerçekliğini dayatıyor.
ENTELEKTÜEL VE AŞI KARŞITI CAHİL
Aslında bugün yaşadığımız pandemi, yaygınlığı ve şiddeti bir tarafa bırakılacak olursa, tarihte bilimin acil müdahalesine ihtiyaç duyduğumuz pek çok akut durumdan sadece biri. 20. yüzyıldan bir örnek verelim: Çocuk felci aşısı 1950’lerin ortasında geliştirilmeden önce polio denilen çocuk felci virüsü, özellikle yaz mevsiminde hızla yayılarak enfekte ettiği çocukların yüzde 1’ini felç ediyordu. 1955’te aşı ilk geliştirildiğinde, binlerce çocuğun özgürce koşabilmesini sağlayacak olan bu başarı, büyük bir toplumsal coşkuyla ve minnetle karşılanmıştı.
2000’lere geldiğimizde, birkaç nesil önceki insanların, “çocuk felci mevsimi” olarak nitelendirdikleri yaz aylarını korkuyla bekledikleri çoktan unutulmuştu. Aşının sağladığı bu güvenli ortamda yaşayanlar arasında aşı karşıtı kampanyalara katılanların, aktif olarak katılmasalar bile çocuklarına aşı yaptırmayanların sayısı hızla artıyordu. Bu eğilimi, ilk olarak gelişmiş ülkelerde ya da en azından bu tür bulaşıcı hastalıkların artık nadiren görülebildiği gelişkinlikteki yerlerde gözlemledik. Aşı karşıtı propagandanın tehlikesine dikkat çeken çok sayıda bilim insanı, aşılar sayesinde hastalıklara verilen mücadelenin tarihine ve aşılamanın bireysel bir tercih sorunu değil toplumsal bir mesele olduğuna dikkat çekmeye çalışıyorlardı. Yaygın aşılama kampanyaları sayesinde çocuk felci, kızamık gibi salgınları yaşamak zorunda kalmayan orta sınıfların şımarıklığı, dinsel bağnazlıklarını orta sınıf yarı-cahillerin sundukları kanıtlarla meşrulaştırmaya çalışan gericilerin fırsatçılığı, neo-liberal dönemde siyasi iktidarların sağlık hizmetinin kamusallığına vurdukları darbe nedeniyle, aşı karşıtlığı tüm uyarılara rağmen geriletilemedi.
Neden? Nedenlerden biri, içinde bulunduğumuz çağda hâkim kültürel-ideolojik ortamın irrasyonalizmin her türlüsünün üreyebilmesine uygun bir iklim yaratmış olması. Çağımızın tuhaflıklarından biri ise, bilim karşıtı bir anti-entelektüelizmin yükselmesinde entelektüelin de en az yukarıda bahsedilen kesimler kadar pay sahibi olmasıdır.
1970’lerden itibaren Avrupa entelektüellerinin önemli bir kısmı, özellikle akademiyle bağlantılı olanlar, nesnel gerçeği reddeden, gerçeğe ulaşma iddiasının bir iktidar (otorite) istenci olduğunu savunan bir yaklaşımda gittikçe daha fazla haklılık payı bulmaya başladılar. Üstelik, bu tür bir hakikat reddini, sadece toplumsal ya da bireysel olguları değerlendirirken değil, yukarıda da anlatıldığı gibi, doğa bilimlerini ya da tıp bilimini ilgilendiren konularda da aynı özgüvenle sürdürdüler. Geçtiğimiz birkaç on yılda bu yaklaşımla üretilen devasa bir literatür, bizlere; bilimsel gerçeğe karşı kuşkucu olunması gerektiğini, bilim insanının bilimsel araştırma yaparken neyi analize dahil edip neyi hariç tutacağını planlayan, otorite istenciyle hareket eden bir manipülatör olduğunu, bilimsel araştırmanın ortaya koyduğu hakikatin, aynı konudaki hakikat iddialarından sadece biri olduğunu vaaz ediyordu. Nesnel gerçeği yok sayan bu otorite karşıtı, çoğulcu tutumun şekillendirdiği yeni kültürel iklimin, bilim karşıtlığıyla ve anti-entelektüel toplumsal tutumlarla ilgisi olmadığını kim söyleyebilir?
2000’li yıllarda tüm dünyada yükselişine tanık olduğumuz, en çarpıcı ve irrasyonel örneğini aşı karşıtı, evrim karşıtı ya da düz dünyacı grupların ortaya çıkmasında gördüğümüz entelektüel ve kültürel iklim bir süredir zaten hüküm sürmekteydi. Bu iklimi postmodernizmin tek başına yarattığını iddia edemeyiz. Bu sorunun kökenini ideolojik alanda aramakla da yetinemeyiz. Ama postmodernizmin bir tür bilim karşıtı ideolojiye dönüştüğünü söylemeden aşı karşıtlığından dert yanmanın, bilimsel olmayan yöntemlerin yaygınlaşmasına küçümseyerek bakmanın, ikiyüzlülük olduğunu da eklemeden gerçek bir eleştiriye doğru yol alamayız.
SULAR ÇEKİLİRKEN: ‘TRUMP İDİOTİZMİ’ YOLUNA DÖŞENEN TAŞLAR ÜZERİNE
Bu ideolojinin, tamamen geriye çekilmese bile, korku ve panikle şimdilik duvara tosladığını görüyoruz. WHO’ya gösterilen ilgi ve bu kurumun saygınlığına yapılan vurgu da buna işaret ediyor. Halbuki bugüne kadar hâkim akademik ve entelektüel paradigma, “uzman iktidarı”, “bilim otoritesi”, “Batı tıbbı” eleştirileriyle tam da WHO gibi kurumların yaslandığı otoriteyi taşa tutuyor; günümüz banal-popüler bilim karşıtlığının yollarını döşüyordu. Son günlerde, pek çok ismin WHO gibi organizasyonların çoğaltılması gerektiğini vurgulamaya başlaması, ne kadar köklü olacağını henüz bilmediğimiz bir değişime işaret ediyor. Bu önerilerin yerindeliği, WHO’nun yapısı ve işleyişine dair tartışmalar ise başka bir konu.
Bütün bu söylenenler; yani bilimsel gerçeğin varlığına karşı açılan savaşın eleştirisi, kapitalizm koşulları tarafından belirlenen bilimsel araştırma pratiğinin eleştirilmez olduğu anlamına gelmiyor. Tersine, piyasanın kârlılık kriterinin bilime yön vermesine yeterince güçlü karşı çıkabilmiş olabilseydik, belki bugün, ölüm-kalım savaşının ortasında şu haber başlığını okumuyor olacaktık: “Bilim insanları Coronavirüs aşısını geliştirmeye çok yaklaşmışlardı ki para kaynağı kurudu.” Bu söylenenler, toplum hayatını ilgilendiren karar alma süreçlerinin teknik uzmanlara terk edilmesi anlamına da gelmiyor. Piyasanın ihtiyaçları adına değil, kamu sağlığını gözeterek hareket eden siyasi otoritelerin, Küba örneğinde olduğu gibi, bilimle en az çatışanlar olduğunu görmek için pandemiye karşı mücadele politikalarını incelemek yeterli.
Bunun tam karşısında ise ABD örneği var. Covid-19 salgınının sıcak havalarda etkisini yitireceğini söyleyen, grip aşısının bu virüse karşı neden kullanılmadığını soran, aşı geliştirme çalışmaları için gereken klinik araştırma süresini çok uzun bulup birkaç ay olmaz mı diye pazarlığa giren Trump yönetimi var. Pandemi gündemiyle bir kez daha en çarpıcı haliyle tanık olduğumuz “Trump idiotizmi,” bu yazıda eleştirdiğimiz akademik-entelektüel üretimle beslenen yeni kültürel-ideolojik ortamın istenmeyen çocuğu. “Trump idiotizmi”nin yükselişini, bütün bu inceltilmiş, katmanlandırılmış ve jargona boğulmuş akademik-entelektüel tartışmaya yakıştıramayanlar çıkabilir. Ama aslında postmodernizmin, sosyal inşacılığın ya da rölativizmin, adını ne koyarsanız koyun, hakikate ve bilime karşı açtığı savaşın bu tür politik sonuçlar doğuracağını öngörmek için kâhin olmak gerekmiyordu. Büyüklü-küçüklü, uzunlu-kısalı “Trumpçıklar”ın ve onları yükselten siyasal hareketlere mensup kalem erbabının -Türkiye’deki siyasal İslamcı yazarlar olduğu gibi- bu hakikat karşıtı savaşı çok sevdiklerini biliyoruz. Bu sorumluluğu kabul edenlerin günah çıkarma seansları uzun süre önce başladı aslında. Bitirirken onlardan birini alıntılayalım: “Harekete geçirdiğimiz şeyi sahnelediği için popülizmi suçlayacağımıza, bu hale gelinmesinde oynadığımız utanç verici rolü kabullenmemiz daha iyi olur.”
1)NBCNews, “Scientists were close to develop coronavirus vaccine years ago. Then the money dried up.” March 5, 2020. https://www.nbcnews.com/health/health-care/scientists-were-close-coronavirus-vaccine-years-ago-then-money-dried-n1150091
2)Will de Freitas, “The surprising origins of post-truth and how it was spawned by the liberal left”, The Conservation, November 18, 2016. http://theconversation.com/the-surprising-origins-of-post-truth-and-how-it-was-spawned-by-the-liberal-left-68929
kaynak: SoL.org