Benim Gülhane’m
Yazarıyla 2022 izmir kitap fuarında tanışmıştım.
Gülhane Ask. Hast.
Türk Cumhuriyetiyle birlikte yıkıldı.
Hatta Ankara’da yıllarda özenle yeniden yapılan büyük ve yurt dışındaki hastanelerden de daha güzel binasıyla ve birimleriyle.
Kitabı okudukça askeri hastanenin yalnızca ordunun gereksindiği uzmanlık birimlerini değil
sağlık savaşçılarının tarihini de barındırdığını, her görevlinin, doktorların ve onların yardımcısı, savaşçı Türk askerlerinin en büyük desteği Asker Hemşireleri tanıdıkça yıkımın yüz yılı aşkın savaşçı kaynağımızı, Türk devrimiyle birlikte yokettiğini daha derinden kavradım.
10 yıl önce Kumandan Mustafa Kemal’in Filistin’den Toroslar’a, Saltanatın ihanetine, teslimciliğine karşın savaşa savaşa sürdürdüğü 58 Günlük direnişin 16. gününde, 1 Ekim 1918’sabahı, Şam’da asker hastanesine dönüştürülen Dar’ülfünun orta bahçesine indirilen yaralı askerlerin acılarını dindirmeye çabalayan hemşireleri anımsadım: İşgalci devletlerin yardımıyla Türklere saldıran Faysal bin Hüseyin el Haşimi’nin öncüleri yaralı Türk askerlerine saldırıyor, genç teğmenler onlarla gırtlak gırtlağa boğuşuyorlar; hemşireler yerde yatan yaralı askerleri korumak için çırpınıyorlardı…
Gülhane çökertilirken hemşirelerin iç yangılarını da duyumsadım.
Gülhane Askeri Hastanemizi içerden anlatan kitabın yazarları, sağlık askerleri
Aysel Osan Abbanoğlu, Sema Yeşilışık Karadayı’ya şükran duymamak olsnaksız! Onların önünde selama duruyorum.
Mustafa Yıldırım
Benim Gülhane’m Kitap Açıklaması
Sağlıklı ve mutlu anlarında sevip sevildikleriyle kalabalıklaşan insanoğlu, hüzün ve acıların pençesine düşmeye görsün, kendi acısını anlayabilen sadece kendisidir. Hastaneye yatan bir hasta ise gerçekten yalnızdır. Onun derdine deva olan, temas kurabileceği, yardım isteyeceği kişi hemşiresi yani kız kardeşidir. Günlük koşuşturma arasında hasta, genelde gündüzün nasıl geçtiğini fark etmez ama akşam mesai bitip son ayak sesleri klinikten çekildikten sonra yavaş yavaş güneş batar. Karanlık çöktükçe hasta da karamsarlığa kapılır, artık tekrar güneşi görüp göremeyeceğine dair umutsuzluk içinde yüzerken onun tek güvencesi koridorlardan yansıyan hemşirenin ayak sesleridir. Onlar, hastalarının içindeki karanlığı cansiperane aydınlatmaya çalışan, yalnız bir gece feneri gibidir.
Hekimler, çalıştıkları hastaneleri güllük gülistanlık görürler, halbuki her hastanede gece karanlık vardır. Ölüm anı her durumdan, her karanlıktan farklıdır ve çoğu ailede, aile bireyleri bile, bu anı yaşamak istemezler. “Savaş ve Barış” romanında Tolstoy şöyle ifade eder: Ölmekte olan bir hayvan gördüğü vakit insanın bütün varlığını bir dehşet duygusu kaplar. Çünkü gözlerinin önünde bir canlı apaçık bir şekilde silinip gitmektedir. Ama ölen bir insansa, hele sevilen bir kişiyse o zaman onun yok oluşu, yaşamının sona erişi karşısında dehşet duygusunun yanı sıra ruhunda bir yara açılır. Bu yara tıpkı bir beden yarası gibi insanı öldürebilir. Büyük yazarın ölüm karşısında insanın duyduğu çaresizliği, dehşeti ve kederi anlatan tümceleri karşısında ne söylenebilir? Çoğu aile, hastanede gece yarısı hayatını kaybetmekte olan hastanın yanında ya bulunmaz ya da bulunmaya katlanamaz. O zaman kendisine yabancı bir mekanda yalnız olarak bu dünyadan ebediyete göç eden hastanın yanında kim vardır? Tabi ki tüm yaralarımızı görebilen hemşirelerimiz, yapayalnızlığımızı paylaştığımız ve paylaşacağımız…
Prof. Dr. Em. Tümg. M. Zeki Bayraktar
(Tanıtım Bülteninden)