Batı kapitalizmi Osmanlı ülkesine sızmayı nasıl başardı?
Üç aşamadan geçerek: Önce ticaret sermayesi ile, ardından finans sermayesi ile, en sonra da sanayi sermayesi ile… 1838 Ticaret Antlaşması; bir yandan Osmanlı Devleti’ni dünya ekonomisine açarken, bir yandan da Avrupa ticaret sermayesinin ekonomide egemen olmasının hukuksal temelini oluşturdu. Serbest ticaretin ardından, dış borçlanma süreci başladı. Bir yanda serbest ticaret, bir yanda borçlanma; ülke sömürüldü, zayıfladı, yabancı egemenliğine geçti ve çöktü.
Dış borçlanma, Avrupa hükümetlerinin şeytanca kullandığı diplomatik bir silahdı. Batı; borçlanmayı, sağladığı faiz gelirinin dışında sözde “reformlar” dayatarak, İmparatorluğun yapısını, kendi planlarına uygun yönde biçimlendirdi. .Devlet, her borçlandığında Avrupalı emperyalistlere yeni imtiyazlar verdi; sonra daha fazla borçlandı. Verilen her ödün Batı sermayesinin ülkeye daha çok sızması ve yerleşmesi sonucunu doğurdu (Bugün, Ecevit Hükümeti de Şubat krizinin ardından tuzu kuru Batı’ya 10 milyar doların üzerinde yeni borç yaptı, sözde bu parayla krizden çıkılacaktı; şimdi 10 milyar dolar daha borçlanıyor, hem de Türk ulusunun sırtından ne ödünler vererek).
Türkiye Cumhuriyeti özellikle, son 20 yılda –Turgut Özal felaketinden beri- aynı tuzaklara sürüklendi. Bu sürükleniş son iki yılda daha da hızlandı. Öyle ki, bugün, Atatürk Türkiyesi’nin hemen bütün kazanımlarını yitirerek, 1910’lu yıllara gerisin geriye dönmüş gibiyiz.
Avrupalılar; kendi çıkarlarının gerektirdiği değişiklikleri, eşdeyimle ödünleri hep -kulağa hoş gelen- “reform” sözcüğü ardına saklanarak elde ettiler (Taktikleri bugün de aynı: IMF’nin yapısal uyum reformları; ABD’nin, Kemal Derviş aracılığıyla 15 yasa dayatması gibi…). Avrupa hükümetlerinin yaptığı, gerçekte bir hileydi, ikiyüzlülüktü: Çünkü reformları “Osmanlılar güçlensin, gelişsin” diye istemiyorlardı. “Osmanlı Devleti öyle bir yapı kazansın ki onu maksimum ölçüde ve sürekli olarak, en elverişli koşullarda sömürelim” diye istiyorlardı.
Osmanlı yönetimi ilk dış borçlanmasını İngiltere Büyükelçisi Lord Stratford Canning’in baskısıyla 1854’de yaptı. İkincisini ise hemen ertesi yıl…
Emperyalist güçlerin büyük emeli şuydu: Osmanlı maliyesi üzerinde söz sahibi olmak! (Günümüzde de Türk maliyesi üzerinde söz sahibi olmayı başardılar).
Savaş borçlanmalarının hemen ardından, İngiliz Büyükelçisi Canning; 1856 Islahat Fermanı ile, Sultan Abdülmecit’e bir dizi reformu kabul ettirmeyi başardı. Bu “reformlar” İngiliz emperyalizminin çok işine geliyordu. Çünkü İngiliz endüstrisi kabına sığmıyordu. Yeni pazarlar, yeni hammadde bölgeleri gerekliydi ona… Bunu da ancak dünyanın -Çin, Hindistan gibi- diğer zayıf ülkelerinden sağlayacağı yararlarla gerçekleştirecekti. Osmanlı Devleti de bunlardan biriydi. Batı’nın sermayesi bu “zengin ve işlenmemiş” ülkeye de girebilir, ona sahip olabilirdi (Bugünkü Batı’ da aynı : Yine aynı kabına sığmama olgusu…, yine yeni pazar ve kâr arayışları…, yine “işlenmemiş” bir ülke…) İşte Canning’in reform taleplerinden bazıları (Bunlara şimdi “yapısal uyum reformları” deniyor) :
Devlet; iyi örgütlenmiş, tüm tebaasına adil davranan, modern bir devlet haline gelecektir. Bayındırlık hizmetlerine önem verilecektir. Müslüman olmayan tebaaya tam eşitlik sağlanacaktır. Yabancılara banka kurma, yol yapma ve toprak edinme hakkı tanınacaktır (Batı, Bugünkü Türkiye’dende aşağı yukarı aynı şeyleri istiyor). Osmanlı Devleti’ne “reform” örtüsü altında kabul ettirilen bu değişiklikler, İngiltere açısından neden birer yaşamsal ödün ve kazançtı? Şu nedenlerden dolayı:
(i) İngilizlerin “tebaa”dan kastettikleri, azınlıklardı. Çünkü bunlar ilerde, Batı emperyalizminin, yurt içindeki en güvenilir işbirlikçileri olacaktı.
(ii) “Bayındırlık hizmetleri”nin geliştirilmesi ise, Osmanlı ülkesinin İngiliz sanayii için bir pazar ve hammadde kaynağı olmasını kolaylaştıracaktı.
(iii) “Yabancılara tanınacak haklar,” Avrupalıların doğrudan yatırımlar yapmasını ve ekonomik faaliyetlerde bulunmasını sağlayacaktı.
(iv) “İyi örgütlenmiş bir devlet,” ülkede istikrar sağlayacak, borç geri ödemelerini güvenceye alacak, Batı sermayesinin koruyuculuğunu yapacaktı (Aynı koşulları epeydir günümüz Türkiyesinde de oluşturuyorlar).
İlk borçlanmadan kısa bir süre sonra, 1856’da İngiliz sermayesi ile, Osmanlı Bankası kuruldu. Banka İngilizlerin denetimi altındaydı. Ardından, Avusturyalı, İngiliz ve Fransız danışmanlar gönderildi. Zamanla “Maliye Yüksek Konseyi” diye bir kurul oluşturuldu. Osmanlı Devleti’nin yaptığı reformların baş denetçisi bu kurul oldu.
Tilki Canning’in “büyük zaferi” sayılan reform programı, 1856 Hatt-ı Hümayun fermanıyla yasallaştı. Programın “Devletin modernleştirilmesi” hedefi, olumlu sayılabilirdi. Ancak şunlar; Avrupa kapitalizmi bakımından büyük kazanç iken, Osmanlı açısından son derecede tehlikeli ödünlerdi: (i) Yabancılara, toprak edinme hakkı vaad ediliyordu. (ii) Program, Avrupa hükümetlerine, daha sonraki talepleri için hukukî dayanak sağlıyordu. Gerçekte “devletin modernleştirilmesi” hedefi de, Osmanlı ülkesini rahat sömürme planlarının bir parçasıydı.
Osmanlı Devleti; 1860’lı yıllara varıldığında, artık borçlarını ödeyemez bir duruma gelmişti. Avrupalılar ürktü : Ya verdikleri paraları, tatlı faizleriyle birlikte geri alamazlarsa? Uykularını kaçıran böyle bir felaketi önlemek için, türlü politikalar geliştirmeye başladılar. (Bugünkü Türkiye de borçlarını ödeyememe durumuna düşmüş… Batılı zenginler kaygılı… Ya Türkiye borçlarını ödeyemezse? Öyleyse gelsin K. Derviş’in “ulusal” programı; gelsin IMF-Dünya Bankası’nın yapısal uyum reformları; gelsin, Başbakanımıza Dablyu Buş’tan özel mektuplar…)
1860 sonbaharında, Osmanlı Hükümeti’nin ivedi ödemesi gereken dış borç miktarı 900 000 Osmanlı lirasıydı. Başlıca alacaklılar -her zaman olduğu gibi- İngiliz ve Fransız “tefeci”lerdi. Osmanlı Hükümeti yeniden borçlanma talebinde bulundu. Avrupalı bu, fırsatı kaçırır mı? Değişmez oyunu yine sahneye koyar : İmparatorluk, kendisine gönderilecek resmî bir misyonu kabul etmeliydi. Eskisinden daha fazla reformlar yapmalıydı (Şu rastlantıya bakın : “Misyonlar”ın fink attığı 2001 Türkiyesi de “eskisinden daha fazla reformlar” yapmakta. Hattâ sayın “seçilmişler”imiz, ABD’li “atanmışlar”ın buyruğuyla 15 günde 15 yasa çıkarma mucizesine bile soyundular).
1862 yılında Avrupa finans sermayesinin başlıca sorunlarından biri şuydu: Osmanlı Devleti’nin, borçlarını düzenli olarak ödemesi nasıl sağlanabilir? Başka bir deyişle ölmeye yatan “altın yumurtlayan tavuk,” nasıl ayağa kaldırılabilirdi? Sorunun yanıtı İngiltere Parlamentosu’na sunulan bir “önlem paketi”nde verildi. “ Türkiye’nin Mali Durumu Üzerine Rapor ” adlı bu paket; İngiliz Ticaret Heyeti’nden Mr. Foster ve Lord Hobart tarafından hazırlanmıştı. Dış İşleri Bakanı Lord Russell, Hobart-Foster misyonu ile raporu hemen Babıâli’ye gönderdi.
Raporda istenenler, hiç de yabancımız değil: Mâli ve idari reformlar !
Bütün bu reform taleplerinin tek bir hedefi vardı. Bu hedef, Batı’nın “gizli planı”nın uygulanması açısından yaşamsal bir ayrıcalıktı: Osmanlı mali ve idari kurumları üzerinde İngiltere’nin söz sahibi olması! Devlet’in kısa erimde “dış borçlarını ödeyebilmesi“ bu reformların gerçekleştirilmesine bağlıydı. Reformlar, uzun erimde “büyüme”yi de sağlayacaktı. (Kemal Derviş de ABD’den gelir gelmez “önce güven ve istikrar, sonra büyüme” dememiş miydi?)
Rapora uyulması şu bakımdan önemliydi: Avrupa özel sermaye piyasalarından kredi sağlanabilmesi için en önemli koşul, yatırımcıların borçlanan devlete güven duymasıydı. Bu güven de büyük ölçüde Osmanlı Devleti hakkında, yapılan resmî değerlendirme sonuçlarına bağlıydı. Babıâli; rapordaki önerileri, ancak “Avrupa sermaye piyasalarından yeniden borç alamama riskine girerek gözardı edebilirdi.” Tıpkı bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu çıkmaz gibi!… İngiltere bu tür müdahalelerle, Osmanlı’yı, kendisine büyük çıkarlar sağlayacak yeni alanlara çekmeye çalışıyordu. İşte İngiltere’nin gizli niyetlerine birkaç örnek:
a) Hobart-Foster raporuna göre Osmanlı Devleti’nde vergilendirme düzeni kötüydü. Vergi yapısında değişiklikler yapılmalı, örneğin tarım üreticilerinin vergi yükü azaltılmalıydı. Tarımsal üretimin önündeki engeller kaldırılmalı, kâr oranı yükseltilmeli, tarımsal verim artırılmalıydı. Buradaki saklı amaç şu: Osmanlı Devleti, tarımsal üretime daha fazla ağırlık vermeli. Daha fazla tarımsal üretim yoluyla, İngiliz sanayiine bol ve ucuz hammadde sağlamalı.
b) Rapor devam ediyor: Devletin ekonomideki rolü aşırı. Uzun erimde (vadede) gelirlerdeki artış, devlete ait mülklerin (emlak, maden, orman, arazinin,…) satışından sağlanmalı. Eğer satışları kabul edilmezse, bireylere uzun sürelerle kiralanmalı. İşte Rapor’dan birkaç cümle: “Mülklerin büyük bölümü satılabilir. Özellikle,… yabancılara mülk edinme hakkı verilirse, devlet bundan büyük yarar sağlar. Kiraların süresi uzun olursa, piyasa değerleri artar; kiracılar, mülkün bakımı için daha çok özen gösterirler.” (Dikkat: Türk milletinin en büyük talihsizliği olan bu hükümet eliyle, Devlet arazileri bugün de satışa çıkarılmış bulunuyor.)
Rapor’da “yapısal reformlar” da isteniyor : “Ekonominin kapılarını serbest rekabete ardına kadar açın. Bırakın, arz ve talep serbestçe oluşsun. Tüm devlet tekellerine son verin. Devlet işletmelerini yerli ve yabancı sermayeye satın. Lonca sistemini tasfiye edin.” (Sanki Carlo Cottarelli –ya da Juha Kahkonen- konuşuyor! IMF ve Dünya Bankası programları ile, özellikle K. Derviş’in “ulusal programı” ile ne şaşırtıcı benzerlikler!)
c) Reformlar yoluyla sağlanacak tasarruflar, ivedi olarak öteki harcama alanlarına, savunma, güvenlik, yargı ve ulaştırma hizmetlerine kaydırılmalıdır. Bu alanlardan ilk üçü, “devletin rolüne ilişkin klasik görüşle tam bir uyum içinde.” Yani, devlet ülkede yabancı girişimcilerin serbestçe faaliyette bulunmasını sağlayacak. Harcama kalemlerinden sonuncusu, yani yol yapım harcamaları; İngiliz çıkarları ile yakından ilgili. Yapılacak yeni yollar İngiltere ile ticareti artıracak ve kolaylaştıracaktı. Bundan böyle, İngiliz sanayii, çok daha çabuk, güvenli ve ucuz bir şekilde hammadde sağlayacağı gibi, aynı şekilde, ürettiği malları Osmanlı pazarlarına ihraç edebilecekti.
1862 borçlanmasının sonucu; İngiliz sermayesi denetimindeki Osmanlı Bankası’nın, Fransız sermayesinin de katılmasıyla, “Bank-ı Osmani-i Şahane” olma imtiyazını elde etmesiydi. Banka; İmparatorluğun mali organı konumundaydı ve kâğıt para basma tekelini elde etmişti. Bütün vergilerden muaftı. Lord Hobart, Banka’nın genel direktörü oldu. Bütün bu gelişmeler İmparatorluğun para politikasının, Avrupa denetimine geçmesi anlamına geliyordu.
Osmanlı Hükümeti’nin 1869/70 bütçesinde 3 milyon Osmanlı lirası açık, 5 milyon lira da dalgalı borç görünüyordu. Bu durumla birlikte vadesi gelen dış borçlar ve Girit İsyanı’nın gerektirdiği harcamalar da, Osmanlı maliyesini yeniden borçlanmaya zorluyordu. Sonunda, Kasım 1869’da Paris’te bulunan bir mali kurumla borç anlaşması imzalandı. Bunda, “yabancılara gayrimenkul mülkiyet hakkı (toprak sahibi olma hakkı)tanıyan yasanın 1867’de çıkarılmış olması”nın etkisi oldu.
Mali bunalım Ekim 1875’de doruğa çıkınca, Sadrazam Mahmut Nedim Paşa moratoryum ilan etti. Faiz ve anapara taksitleri, beş yıl süreyle yarıya indirildi. 1876’da ise tüm ödemeler durduruldu. Devlet tam anlamıyla iflas durumuna düşmüştü. Bunun üzerine Avrupa’da tepkiler başladı. İngiltere Avam Kamarası’ndan M.H. Hammond Osmanlı Devleti’ne bir rapor sundu. Raporda borçların tasfiyesi için, uluslararası bir komisyon öneriliyordu. Hükümet bu öneriyi reddetti.
Ve savaş…1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı… Devlet’in borç yükü dayanılmaz boyutlarda… Üstelik Rusya’ya ağır bir savaş tazminatı ödenecek. Devletin pazarlık gücü kalmamış. Mali durum tam bir keşmekeş içinde. İmparatorluk yine Avrupa finans piyasalarına başvurmak zorunda. Sonuç : Gelsin siyasal ödünler… İngiltere Ayastefanos Antlaşması’nın koşullarını hafifletmeyi taahhüt ediyor ama, karşılığında Kıbrıs adasını istiyor. Savaşın ardından toplanan Berlin Kongresi’nde şu kararlar alınıyor: Osmanlı tahvillerini elinde bulunduranların şikâyetlerini incelemekle görevli bir mali komisyon kurulmalıdır. Ekim 1879… İngiliz donanması İstanbul önlerinde… Amaçları Osmanlı devletine reformlara devam etmesi için gözdağı vermek!… İngiltere Dış İşleri Bakanı Lord Derby kendinden emin, şöyle konuşabiliyor: “Osmanlı İmparatorluğu’nu o denli yakından denetliyoruz ki, bu devletin, toprakları üzerindeki egemenliği pratik olarak sıfıra inmiştir.”
Devlet hazinesi 1880 yılına son derecede kötü bir durumda girdi. Avrupa “altın yumurtlayan tavuk”un yine ölüme yattığını, korkuyla izliyordu. Oysa, sömürü devam etmeli, emperyalist plan işlemeliydi. Bunun için de Osmanlı biraz okşanmalı, isteklerine kulak verilmeliydi : Borçlar konsolide edilebilir, taksitler azaltılabilirdi. Ama -”Bezirgân Avrupa” deyip duruyoruz ya- Avrupa hiç verdiği ödünü geçiştirir mi? Bu özverinin fazladan bir karşılığı olmalıydı. Hem de ne karşılık!… Bedel, yıllardır gerçekleşmesini bekledikleri hedefti: Osmanlı Devleti’nin mali bağımsızlığı !… Devlet gelirlerinin denetimi kendi temsilcilerine bırakılacaktı.
Emperyalizm, “Büyük Hedef”ine, sonunda ulaşmıştı. Peki nasıl? Osmanlı’nın akılsızca yaptığı dış borçlar sayesinde! Bu fırsatı Bezirgân Avrupa’ya kimler vermişti? Dünya gerçeklerinden habersiz, hamiyetsiz Osmanlı yöneticileri… Felaketin asıl sorumlusu onlardı. (Ya bugünkü Türkiye ne halde, ya bugünkü yöneticiler ne yapıyor?)
1880 sonlarında başlayan görüşmeler; Eylül 1881’de Osmanlı Hükümeti temsilcilerinin, Avrupalı alacaklılarla masaya oturmaları sonucunu verdi. 20 Aralık 1881’de Muharrem Kararnamesi imzalandı. Zengin Avrupa, sonunda, müflis Osmanlı’yı ekonomik vesayeti altına almayı başarmıştı: Kararname’nin 15. maddesi gereğince Düyun-u Umumiye İdaresi kuruldu. Bu kurumla birlikte Avrupa artık yeni bir adım daha attı: Doğrudan yatırımlara başladı.
XIX. yüzyıl biterken uluslararası finans kapital, Osmanlı maliyesine ve İmparatorluğun önemli üretim kesimlerine Düyun-u Umumiye İdaresi yoluyla el koymuş bulunuyordu. Bu nedenle resmen “bağımsız” olmasına karşın, Osmanlı Devleti’nin hareket alanı ve karar yeteneği önemli ölçüde sınırlanmıştı. Düyunu Umumiye, Avrupalıların denetiminde, yarı resmî bir kuruluştu. Görevi, Osmanlı Devleti’nce kendisine devredilen gelir kaynaklarından, İmparatorluğun dış borç anapara ve faizlerinin geri ödenmesini sağlayacak fonlar yaratmaktı. 5000 kişilik bir personelle, kısa sürede Osmanlı maliyesini denetimine aldı. Düyunu Umumiye tam anlamıyla bir “kurtlar sofrası”ydı: Osmanlı Devleti’nin yaşamasında ve bu ülkeye yatırılmış fonların güvenceye alınmasında uzlaşmış rakip güçlerin, ortak çıkarlarına hizmet ediyordu. Başka bir deyişle, “Osmanlı İmparatorluğu’na Avrupa ticaret ve finans sermayesinin, ardından sanayi sermayesinin (dolaysız yatırımların) akması için” gerekli kanalları sağlıyordu. 1854-1881 arasında sayısı ancak 19’u bulan yabancı şirket sayısı, 1882-1914 arasında 130’a tırmandı. Bu son dönemde kurulan yabancı şirketlerin ilgi çekici bir özelliği, Avrupalıların gayrimüslim Osmanlılarla kurdukları ortak girişimler olmasıydı. Düyun-u Umumiye işlevini büyük bir başarıyla yerine getirdi. 1882-1914 arasında, Avrupa’ya borç faizi olarak -yoksul Osmanlı halklarının kesesinden- 124 milyon sterlin ödedi.
Demek ki emperyalistler bir ülkeyi -serbest ticarete açtıktan sonra- önce borçlandırıyorlar. Sonra, maliyesini ele geçiriyorlar. Ardından da o ülkeye doğrudan yabancı sermaye yoluyla girerek, sömürüyü daha da artırıyorlar. (Aynı mekanizma bugün de kullanılıyor: Türkiye önce Gümrük Birliği ile serbest ticarete açıldı. Ardından borçlandırıldı. Stand –by anlaşmaları ile maliyesi ele geçirildi. Ekonomik krizlerle de doğrudan yabancı sermayenin yolu açıldı.)
“Büyük Plan”ın arkası çorap söküğü gibi geldi: Atatürk tam bağımsızlığı “siyaset, maliye, iktisat, adalet, askerlik, kültür gibi her alanda… tam özgürlük” olarak tanımlar. Batı emperyalizmi, Osmanlı Devleti’ne karşı 100 yıl süreyle sürdürdüğü saldırıda bütün bu bağımsızlık ögelerini sırasıyla yok eder. Sıra siyasal bağımsızlığa gelmiştir.
1918 Sonbaharı… Birinci Dünya Savaşı’nın sonu… Emperyalizm, Osmanlı Devleti’nin paylaşılmasını gizli anlaşmalara bağlamış. İngiltere “Türkiye’yi mahvedinceye değin” savaşı sürdürmeye kararlı. ABD’ye göre “Türkiye haritadan silinmeli.” Yönetimi yabancı generallere bırakılan Osmanlı orduları teslim olmuş (Orduların başına Almanların getirilmesi, askerî bağımsızlığın da kalmadığı anlamına geliyordu).
29 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi… Osmanlı Devleti kendisini kayıtsız ve koşulsuz düşmana teslim ediyor. 13 Kasım… İstanbul müttefik kuvvetlerin işgali altında. 10 Ağustos 1920 Sevres Antlaşması… Düyun-u Umumiye’nin yanısıra Osmanlı Devleti üzerinde bu kez de bir “Uluslararası Mali Denetim Komisyonu” kuruluyor.
Bu son ödünle, “Devleti Aliye”, egemenlik hakkını, bir devlet olarak var olma hakkını da yitirmiş oluyor.
Osmanlı Devleti’nin önce yavaş yavaş sonra hızla yuvarlandığı felaketin en etkili anlatımını, Büyük Aydınlanmacı’nın, Atatürk’ün sözlerinde buluruz:
–“Büyük devletler şimdiye kadar bize şu veya bu sorunlarda gösterişli yardımlarda bulunuyor görünüyorlar; oysa, ekonomik tutsaklıklarla bizi felce uğratıyorlardı. Öteden beri, bize bazı şeyleri vermiş gibi, bizim bazı haklarımızı tanımış gibi bir durum alırlar; gerçekte ise ekonomide elimizi kolumuzu bağlarlardı.”
– “ Tanzimat’ın açtığı serbest ticaret dönemi, Avrupa rekabetine karşı kendini savunamayan ekonomimizi bir de ekonomik kapitülasyon zincirleri ile bağladı. Örgütlenme ve bireysel değer bakımlarından bizden çok güçlü olanlar; ülkemizde, bir de fazla olarak ayrıcalıklı konumda bulunuyorlardı… Bütün ekonomik sektörlerimizin, bu sayede mutlak egemeni olmuşlardı… Bize karşı yapılan rekabet … gerçekten çok kahredici idi…”
– “Devlet, bağımsızlığını çoktan yitirmişti. Osmanlı ülkesi yabancıların serbest bir sömürgesinden başka bir şey değildi ve Osmanlı içindeki Türk ulusu da bütünüyle tutsak bir duruma gelmişti.”
Bu sözler, şimşek çakmaları gibi, Türkiye göklerini de kaplıyor. Sanki bugünkü Türkiye’yi de anlatıyor.
Ey Türkiye’ye yönetenler! Osmanlı atalarınızın düştüğü tuzaklara şimdi de siz düşüyorsunuz. Onlar bir ölçüde mazur görülebilir; çünkü onlar “İngiliz siyaseti” ile, ince ince düşünülmüş o entrikalarla ilk kez karşılaşmışlardı. Atatürk gibi bir uyarıcıları da yoktu.
Peki ya siz?
Kaynak: Cihan Dura, Sömürgeleşen Türkiye, İleri Yayınları, İst., 2004.