Dünyanın en eski medeniyetine sahip bir ulus olan Türkler, İslamiyeti kabul etikten sonra dinsel nedenlerle, Arap abece'sini kullanmaya başlar. Ama bu abece, Türk dilinin ilkelerine ve ses yapısına kesinlikle uymadığı için Türk dilinin müthiş zenginliği yozlaştırır. Yine bu abece nedeniyle Türkçeye yabancı olan Arapça ve Farsça kökenli birçok kelime rahatlıkla Türk diline girdiği için Türkçeyi anlaşılması giderek güç bir dil haline getirir. Sonuçta Arap abecesi nedeniyle yüzde sekseni okur-yazar olmayan bir halk meydana getirilir.
Türkçenin yozlaşmasına tek etken Arap abece'sinin kullanılması değildir. Etkenlerden bir diğeri de kapitülasyonlar nedeniyle Türkçede Fransızca, İngilizce, İtalyanca v.b. kelimelerin günlük konuşma ve yazı dilinde çokça kullanılmasıdır. Hatta bir dönem resmi yazışmalar, para üstündeki yazılar da bile Fransızca kullanılır. 1277 yılında Karamanoğlu Mehmet Bey'in yayınladığı bir fermanla, Türkçe'nin resmi dil olarak kabul edilmesinin üzerinden yaklaşık altıyüz yıl sonra dilde yozlaşma son haddine gelmiştir.
Darülfünun'a ders kitabı hazırlamak amacıyla Encümen-i Danış kurulur. 18 Temmuz 1851'de törenle hizmete açılır. Encümen-i Danış, Osmanlı İmparatorluğu'nda kurulan ilk Türk akademisidir. Fakat, Encümen-i Danış, ilgisizlik nedeniyle kurulma gayesini gerçekleştirememiştir.
Her konuda duyarlı olan ve tepkisini dile getiren gençlik, dil konusunda da aynı duyarlılığı göstermiş ve “Eğitim-öğretimde Türkçenin kullanılması amacıyla”, 1865 yılında, “Cemiyeti Tıbbıyei-i Osmaniye” adında bir cemiyet oluşturmuştur.
Yayınlanmış belgelere göre, Mektebi Tıbbiye-i Şahane öğrencileri tarafından ilk önce illegal, daha sonra da, resmi makamlara başvurularak kurulmuş olan bu cemiyet, ilk öğrenci cemiyetidir.
Cemiyet, Mektebi Tıbbiye-i Şahane öğrencileri olan, “Miralay Dr. Kırımlı Aziz İdris, daha talebe iken Eyüpsultanda, bilahare Tıbbiyenin matbaa müdürü olan Edirneli Hacı Arif Efendinin oturduğu Hacı Beşir Ağa medresesindeki mütevazi bir odada 1278(1862)de kendi samimi ve fikir arkadaşlarından Dr. Mehmed Nazif, İbrahim Lütfü, Hüseyin Sabri, Miralay Hüseyin Remzi, Hacı Arif, Hoca Salih, Vahid ve Emin Beyleri toplayarak Cemiyeti Tıbbiyei Osmaniye'nin ilk nüvesini kurmuşlar ve bunu devam ettireceklerine dair aralarında and içmişlerdir. Sonra Vahid Beyin konağında ve bilaühare de Mercanda Yenihanda tutulan bir odada içtimalara devam edilmiştir. Bu toplantılar 1282(1866)ya kadar yarı resmi ve gizli surette kısmen devam etmiş, o zaman tamamen ilmi mahiyette olan bu cemiyete Cemiyeti Tıbbiyei Osmaniye namı verilmiştir. 1281(1865)de Hoca Salih Efendi ikinci defa Mektebi Tıbbiye Nazırı olunca, vaktile gayri resmi kurulan bu cemiyetin ihmalini muvafık görmemiş, gerek mektebin terakkisi ve gerek Türkiye'de Türk hekimlerinin ve Türk tababetinin itilası için bunun resmen teşekkülünü doğru bulmuş ve esbabı mucibe layihasını doğrudan doğruya sadrazama vermiştir; ve riyaseti Mektebi Tıbbiye Nazırının uhdesinde olmak üzere ayda bin kuruş kırtasiye bedelile Mektebi Tıbbıyede bu cemiyetin resmen tesisine irade çıkmıştır.”(A. Süheyl Ünver/Bedi N. Şehsuvaroğlu, Türk Tıp Cemiyeti, İstanbul, 1956)
Cemiyetin kuruluş amacı, Tıp Fakültesi'ndeki “öğretim dilinin millileştirilmesidir.”
Cemiyeti Tıbbıyei Osmaniye adlı bu cemiyetin oluşturulma nedeni, Ord. Prof. Cemil Bilsel'in yazdığı “Istanbul Üniversitesi Tarihi” adlı kitabında şöyle anlatılmaktadır:
"Öğretim dili ve bunun millileştirilmesi:
Bazı Türk hocalar, mesela Salih Efendi derslerini türkçe veriyorlardı. Lakin mektepte derslerin çoğu fransızca veriliyordu. Bu ise Türk talebenin rağbetini kesiyordu. Mektep Nazırlarından Cemalettin Efandi, Tıbbıyelilere iyi arapça ve farsça öğretmek için bir ayrı sınıf açtı (1857). Bunlarla tıp kitaplarının türkçe tercümesini ve bu suretle de öğretimin türkçeleştirilmesini temin edecekti. Bundan ürken yabancı ve gayri müslim hocalar bu teşebbüse karşı geldiler. Bunların başında genel patoloji (emrazı umumiye) profesörü Baruçi, Şirürji (seririyatı hariciye) profesörü Kosntantin Kara Todori, Tıp kanunu profesörü Serviçen vardı. Bunlar günün nüfuzlu adamlarını kandırarak evvela Cemalettin Efendiye attırdılar. Yerine gelen Hayrullah Efendi ayrı sınıfı kaldırdı.
Din dilini de, ilim dilini de millileştirme hemen her memlekette mesele olmuştur. Fakat yine her memlekette millileşme akımı savaşı kazanmıştır. Çünkü tabii olan budur. Tıp mektebimizde de böyle olacak idi. Böyle olmuştur.
Hayrullah Efendi, Mektep Nazırlığından bu sebeple azledilir. Yerine doktorasını Viyana’da veren Atıf Bey getirilir. Bu zat talebenin teşebbüslerini takdir ile beraber iki tarafı da idare eder. Bir takım kitaplar Türkçeye çevrilir.
Çiçekpazarı'nda merkez edinerek talebe gizli cemiyet halinde bu işe çalışır. Bir takım makaleler türkçe yazılır. Cemiyeti Tıbbiyei Osmaniye, Eyüp’te Beşirağa medresesinde Hoca Atıf'ın odasında gizli olarak kurulur ve bu cemiyette çalışmalar yapılır. Nisten'in Fransızca tıp lügati aza arasında parçalanarak tercümeye başlanır. Nihayet Atıf Bey de değiştirilerek Salih Efendi tekrar Mektep Nazırı olur.
Salih Efendi, Cemiyeti Tıbbıyei Osmaniye'yi açıkça kurmak üzere bir layiha yazar. Cemiyet, 1866'da resmen kurulur. İlk iş olarak da Türkçe öğretiminde büyük önemi olacak tıp terimlerini tesbit için lügat yapmıya koyulur ve bunu yapar.
Cemiyetin ilk toplantılarında Türkçe öğretim meselesi görüşülürken gayeye ulaşma yolunda birbirinden farklı iki fikir ileri sürülmüştür.
Salih Efendiye göre ders kitaplarını evvela türkçeye çevirmek ve sonra dersleri türkçe verdirmek lazımdır.
Kırımlı Aziz Beye ve arkadaşlarına göre dersleri derhal türkçeleştirmek gerektir. Talebe Salih Efendiyi kandırdı. Derslerin hemen türkçe verilmesi mümkün görüldü.
Fakat Fransızca ders okutmak isteyen hocalar buna mani oldular, dilciler de ayrı bir Tıbbıye Mektebi acmıya ve fikirlerini orada hemen tatbik etmeğe karar verdiler. Tıbbiyei Mülkiye bu suretle kuruldu ve orada türkçe öğretim başladı…Yukarıda kaydettiğimiz gibi, öğretimi türkçeleştirme güçlüğe uğrayınca bu fikri güdenler, ayrı bir Tıbbiyei Mülkiyei Şahane 1867 de işte bu suretle açılmıştır.”
Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin ve Ali Canip gibi genç aydınlar, 1911 yılında “Yeni Lisan Hareketi” adı altında dilde sadeleşme hareketi başlatır.
Öğrencilerin, Türk dile ve abecesi hakkındaki çalışmalar cumhuriyet ilan edildikten sonra da devam etmiştir.
1924 yılında Almanya'da öğrenim görmekte olan Türk gençlerinin, kendi aralarında 5'i ünlü olmak üzere 30 harften kurulu, latin kökenli bir yeni alfabe hazırladıkları ve bunu tanıtmak üzere Yeni Yazı adlı bir de dergi yayınlamışlardır.
Cumhuriyet kurulduktan sonra Mustafa Kemal Atatürk, Türk dilini ve halkı, içine düştüğü bu durumdan çıkarmak amacıyla 9 Ağustos 1927 tarihinde harf devrimini başlatır. 1 Kasım 1928 tarihinde de Türk harfleri hakkındaki kanun yürürlüğe girer.
Cumhuriyet kurulduktan sonra Mustafa Kemal Atatürk'ün dil konusuna verdiği önemi bilen Istanbul Üniversitesi öğrencileri, 20 Şubat 1928 Cuma günü, “Vatandaşları Türkçe Konuşmaya Teşvik” için kampanya başlatır.
Türkçenin bilimsel yollardan geliştirip özleştirilmesini sağlamak amacıyla 12 Temmuz 1932 tarihinde Türk Dili Tetkik Cemiyeti adıyla bir dernek kurulur. Dernek, 1934'te Türk Dili Araştırma Kurumu, 1936'da da Türk Dil Kurumu adını alır.
Yaptığı her devrim ve reform konusunda direnişle karşılaşan Mustafa Kemal Atatürk, dil konusunda da direnişlerle karşılaşır. Cumhuriyet rejimini içine sindirememiş, kabullenememiş bir kısım içteki rejim karşıtları ile bazı yabancı şirketler, Türkiye'de hala bir kapitülasyon zihniyeti içindeki hareketlerine devam etmektedir.
Mustafa Kemal, Türk ulusunu ve Türk dilini yabancı etkilerden kurtaracak en önemli atılımlardan birisi olarak ezanın Türkçe okunmasını saymaktadır. 3 Şubat 1933 Cuma günü, ezanın Türkçe okunması sonucu Bursa'da devrim karşıtı gösteriler yapılır. Devrimlerin korunmasında Mustafa Kemal'in bel bağladığı gençlik de bu olaya karşıt birşey yapmaz. Bütün devrimler konusunda olduğu gibi laiklik ile dil konusunda da titiz olan Mustafa Kemal, 5 Şubat Pazar günü Bursa'ya gelir. 6 Şubat Pazartesi günü gençliğe yönelik ikinci önemli nutku olan "Bursa Nutku" olarak adlandırılan konuşmasını yaparak, ne olursa olsun gençlerin devrimlere sahip çıkmasını ister.
Şubat ayı içinde devrim karşıtı bir diğer olay da Istanbul'da Vagon-Li şirketinde meydana gelir. Yataklı vagonları işleten, Vagon-Li şirketinin Beyoğlu acentası müdürü M. Jannoni adında bir zat, 23 Şubat 1933 Perşembe günü, şirkette çalışan Naci Bey'in Türkçe konuşmasına kızarak, Fransızca, "Bu memur böyle nece anırıp duruyor, Türkçe mi?" diyerek, aşağılamaya çalışır.
M. Jannoni isimli müdürün bu hareketine maruz kalan Naci Bey, “Ben Türküm. Memleketimde resmi lisan Türkçedir. Hatta siz bile Türkçe öğrenmelisiniz” yanıtını verir.
Olay, ülkede büyük tepkilere neden olur. O dönemin en büyük öğrenci örgütü olan Milli Türk Talebe Birliği (MTTB)'nin yönetimindeki üniversiteli gençler, 24 Şubat Cuma günü, Vagon-Li binasının idare merkezi olan Beyoğlu'ndaki eski Tokatlıyan Oteli önünde olayı yaratanları protesto etmek amacıyla toplanır. Bir genç, Vagon-Li şirketinin önündeki tramvayın üstüne çıkarak:
“-Arkadaşlar! Türkiye bir sömürge değildir. Türkiye'de Türkçe'den başka bir dilin hakimiyeti olamaz. Dilimize saygı göstermesini bilmeyenleri affetmiyeceğimiz gibi onları saygılı hale getirmesini de bileceğimizi unutmasınlar” diye başlayan bir hitabede bulunur.
Gençler, aynı binada bulunan “Banca Commerciyale İtaliana” ve “Lioid Triestino” acentelarına hiç birşey yapmamış, yalnız, Vagon-Li'nin odalarına girerek bazı büro eşyalarını tahrip eder. Gençler, “Yaşasın Türk”, “Yaşasın Türkçe” nidalarıyla yürüyerek Karaköy'e gelir ve Vagon-Li'ye ait binanın camlarını taşa tutarak, kırar.
Gençler, daha sonra, gazete yönetimlerini ziyaret eder. Cumhuriyet Gazetesi yazarı Peyami Safa, “Türk diline dil uzatanların dilleri kurusun” diye bağırması gençleri coşturur. Bu olaydan sonra gençler, “Dil Mücadele Cemiyeti”ni kurar.
Gazeteci-yazar-diplomat Yakup Kadri Karaosmanoğlu, bu olayı, 2 Mart 1933 Perşembe günü yayınlanan yazısında özetle şöyle değerlendirir:
“Wagon-Lit büroları önünde ki talebe nümayişleri, kimbilir kaç inkılapçının yüreğindeki külleri üfleyip dağıtmıştır. Gençlik yalnız inkılabın bekçisi değildir. İnkılabı yapan nesil, gönlünün ve enerjisinin tazeliğini kaybetmemek için bir (Abı-Hayat) çeşmesi gibi, ikide bir gençliğe baş vurmak ıstırarındadır; ve bunun için gençlik (Abı-Hayat) çeşmesi gibi daima coşkun akmalıdır ki, onun suyundan içen kafileler (Ebedi şebabet) sırrına ereler. Bunsuz inkılapçılık olamaz vöe bunsuz inkılap yürüyemez.
Türk milleti, bundan on iki yıl evel, yekpare bir vücut haline girip, sayısız düşmanlara karşı cıplak ve kanlı göğsünü gererek niçin harbetti ise, Istanbul Darülfünun gençliği de Beyoğlu'ndaki ecnebi şirketin bürolarını onun için taşladı. Yani kapitülasion devrinden kalmış bir zihniyetin hortlar gibi olduğu bir noktaya hücum etti. Kapitülasyonlu Türkiye'nin ayıbını ve cefasını hiç şüphesiz, bizim gibi çekmemiş olan, bu gençlerin yüreğinde nasıl asil bir hassasiyettir ki, onlara bir frenk tarafından, bir frenk müessesesinde hakarete uğramış bir Türk memurunun davasını bu kadar ateşle müdafaaya sevkediyor! Karadağ, Düa-tepe diplerindeki şehit yğınları! Mezarlarınız da rahat uyuyunuz -Beyhude yere ölmediniz!.
Bu şirket müdürlerinden bir kısmı hala Istanbul'da ve hala vazife başındadır. Bunlardan biri, cihan harbinde Türklerin idaresinde kalan şirketinin berbat bir hale girmiş olduğunu ispat için işgal devrinde bir kitap neşretti ve sırtını İngiliz dreadnought'larına dayıyarak bütün Istanbul halkının yüzüne tükürmek cüretinde bulundu. Öbürü, idaresi altında ne kadar Türk memuru ve işçisi varsa hepsini birden sokağa atmıya kalkıştı.
Beyoğlu ve Galata'nın bize bir müstemleke halkı nazariyle bakmaktan tamamiyle vazgeçtiğini hiç zannetmiyorum. Kimbilir kaç türlü beladan arta kalmış Levanten unsuru tefessüh devresini, orada, hala bitirmemiştir. Köprünün öbür ucundan itibaren sarhoş nefesi gibi kokan bir acaip havanın içine girildiği hissolunur. Avrupa'dan Amerika'dan gelen her yabancı da ilk adımında kendini bu havanın içinde bulur ve son adımına kadar onda kalır.
Türk inkılapçısı, borsayı Istanbul tarafına almakla, bu havanın hiç değilse, milli ekonomyamız üzerindeki tesirlerinden kurtulmak istedi. Fakat, Levantenlik Türk'ün iktisadi mukadderatına zaman zaman el ve dil uzatmaktan asla geri kalmamıştır.
Istanbul gençliği, münevver inkılap gençliği, irticaın pusu kurduğu karanlık köşelere kadar, kosmopolit'liğin bu taştan cephesine karşı da daima hassas ve uyanık durmak mecburiyetindedir. Her zaiflik ve felaket anamızda üstümüze yüklenip bizi yutmağa hazır bu iki sinsi kuvvetin bütün istiklal mücadelemiz esnasında el ele verip beraber yürüdüğü görülür. Bu sefer de bir az öyle olmadı mı ? Bursa'daki Arnavut Hassanla, Beyoğlu'ndaki Monsieur Gaetan Jannone'in istemedikleri şey birdir: Türkçe. Lakin, artık, Türk gençliği göründü; ve lazım olduğu gibi, lazım olduğu yerde.”
MTTB, 23 Mart 1933 Perşembe günü saat 14'te Istanbul Darülfünun (Istanbul Üniversitesi) konferans salonunda bir toplantı yapar. MTTB, bu büyük meselenin Türk gençleri tarafından el birliğile yapılması için Darülfünunun bütün şübelerinde, yüksek mekteplerde ve liselerin ikinci devrelerinde bulunan bütün talebeleri davet eder.
Toplantıya Darülfünun müderrisleri (Öğretim üyeleri), Cumhuriyet Halk Fırkası (Cumhuriyet Halk Partisi) idare heyeti reisi Cevdet Kerim Bey, Eminönü kaymakamı Rıfat Bey ile 1.500 kadar Darülfünun ve yüksek tahsil gençliği iştirak eder. Toplantının amacı Türk dilinin güzelleşmesi için çalışan Türk Dili Tetkik Cemiyetine Türk gençliğinin yardım şekillerini konuşmaktı. Saat 15'te MTTB reisi Tevfik Bey, kürsüye çıktar ve şunları söyler:
“-Arkadaşlar, bu toplantı heyeti idarenin değil, Türk gençliğinin arzusu üzerine yapılmıştır. Türk gençliğinin büyük vazifeleri vardır. Gençleri Anadolu'ya götürmek, Anadolu'yu sevdirmek için kasaba, kasaba seyahatler tertip edeceğiz. Muhiti öğrenerek yarınki millet davalarımıza daha hazırlıklı gireceğiz. Biz, Anadolu'yu görmiye mecburuz. Zaten Anadolu'nun öz evladıyız. Fakat onu münevver genç olarak görmek ve kağnı arabasında köylüyle birlikte Darülfünunlu kız ve erkek talebeyi görmek en büyük inkılap olacaktır.
Darülfünunlu gençlik inkılaba o zaman başlamış olacaktır. Bir de gençliğin dili olarak mecmua çıkaracağız ve davalarımızı buradan haykıracağız. Mesala (Analar, babalar, memleketinizi seviyorsanız yavrularınızı ecnebi mekteplerine vermeyiniz) diyeceğiz.
Bugünkü toplantının sebebine gelince; Türkiye inkılap yapmış ve inkılap içinden kurtulamamış bir millettir. İnkılap kolay kolay da bitecek değildir. Biz bunu ileri götüreceğimiz gibi yavrularımız da inkılabı bizim bıraktığımız yerden daha ileriye götürecektir. İçinde bulunduğumuz büyük dil inkilabına Türk gençliğinin alakasını bir araya getirmek, dinlemek ve inkılaba yapacağımız iyilikleri ve faydaları birlik vasıtasile yapmaktır. Bu toplantı Türk'ün yaptığı dil inkılabında gençliğe düşen vazifeyi anlatmak için yapılmıştır. Türk, kalk, yürü, çalış ve bütün varlığınla dil seferberliğine iştirak et.
Dün sırtında taşıdığı güllelerle İstiklal harbini kazanan Türk anasının evladı olan bizler, her köşeye koşacağız, gücümüzle her manii yıkacağız. Türk dili inkılabında biz de bir vazife almalıyız. Almalıyız ki ilerdeki çocuklarımıza inkılap çocuğu olduklarını aşılayabilelim."
Biz genciz. Genç demek kuvvet ve sağlamlık demektir. Biz Türküz. Türk demek, kuvvet, kudret, ve yaratmak demektir. Hem genç, hem de Türküz. Her tuttuğumuz şeyi başaracağız. Yoktan var edeceğiz. Silahla, yumrukla başlayan inkılap, kafalarımızla ileriye doğru koşuyor. Dün kucağında çocuğu ve sırtında taşıdığı güllesi, mermisile İstiklal harbini kazanan ananın temiz kanından doğan bugünkü Türk çocuğu olan bizler, her köşeye koşacağız, gücümüzle her manii yıkacağız. Türk dili inkılabında biz de vazife almalıyız. Almalıyız ki ilerdeki çocuklarımıza inkılap çocuğu olduklarını aşılayabilelim. Dil inkılabı muhakkak başaralıcaktır. Bize Cengiz al kanlı bir vahşi olarak gösterildi. Timurlenk barbar diye, Helagu çirkef olarak tanıttılar. Bugün anlıyorum ki, Yıldırım gibi Attila, Cengiz de Türktür. Ben de bu Türklerle dünya durdukça iftihar ederim. Türkler dünyaya vazifeler almak için gelmiş büyük ve ilah insanlardır.”
Tevfik Bey'den sonra kürsüye gelen Edebiyat Fakültesi öğrencisi Fahriye Hanım, kız talebeler namına şunları söyler:
“-Arkadaşlar maksadımız dilimizi etrafa yaymaktır. Biz, inkılap yapan bir neslin evladıyız. Dil savaşında yeniye iman eden gençlik herkesten daha çok döğüşecektir. Gençlik her istediğini yapar. Bu işi de sen yapacaksın. Biz, artık öz dilimizle konuşacağız ve memleketimiz halkını öz dilimizle konuşturacağız. Bunun için çalışacağız.”
Bundan sonra Hukuk'tan İhsan Bey, “gençliğin dil işinde yapacağı işin”, ilme, hakka, mantığa istinat etmesini, intizam ammenin çizdiği yoldan dışarı çıkmaması lazım geldiğini söylemiş ve merhaba, bonjur, bonsuvar yerine Türkçe kullanılmasını ve Arapçanın atılmasını, fakat yerine Fransızcanın alınmamasını, Türkçe kullanılmasını söylemiştir.
Tıb Fakültesi öğrencisi Zeki Bey de şunları söylemiştir:“Dil kafalardan kafalara uzanan bir yol, beyinleri birbirine bağlıyan en kuvvetli bir bağdır. Dil, fikirleri ve kafaları birbirine rapteden en büyük vasıtadır. İşte biz de bu seferberliğe iştirak edeceğiz. İcap ederse Anadolu'nun en hücra köşesine kadar gidip dil harbi edeceğiz. Bize verilecek vazifeyi yapacağız. Bilhassa (çay içiyorum) yerine (Te alıyorum) denilmesini istemiyoruz. Türk vatandaşı olan her Türk Türkçe konuşmalıdır.”
Muzaffer Bey de, “Dilimize hürmet etmiyenleri, benliğimize hürmet etmiyor addedeceğiz” demiştir.
Osman Nuri Bey de: “Ben Yafes'in oğlu Türküm… Bana çalap yalnız bir dil verdi. O da Türk dilidir. Her tarafında Türkçe konuşulacak, her tarafta Türk hakim olacaktır” demiştir.
Hukuk'tan Mühiddin Beyle diğer iki genç daha söz söylemiş, bundan sonra verilen bir takrir okunmuştur. Bu takrirde selamın halledilmesi ve bugünden itibaren, “Gün aydın, Tün aydın” denilmesi istenir. Takrir çok şiddetli alkışlarla kabul edilir ve herkes bu şekilde selam vermekte ahdeder.
Yapılan konuşmalardan sonra toplantıda özetle şu kararlara varılır:
1- Silahla yapılan Türk inkılabı daima muvaffakiyetle ilerlemekte, ilim ve fen esasları dairesinde kemale doğru yürümektedir. Yazı, tarih ve dil inkılaplarının ehemmiyetleri meydandadır. Türk gençliğinin dil inkılabında da mühim vazifeleri vardır. Bu inkılaba azami derecede faydalı olmak lazımdır. Türk dilinin güzelliğini korumak yolunda çalışan Türk Dili Tetkik Cemiyetine bütün Türk gençleri yardım edecektir.
2- Bonjur, bonsuvar gibi ecnebi kelimelerin kullanılmasına nihayet vermek zamanı gelmiştir. Talebe, bu ecnebi tabirlerini kullanmamağa söz verdiği gibi talebe olmıyanlar arasında da bu hususta propaganda yapmayı kararlaştırmıştır.
3- Türk dili yapmak lazımdır. İnkılap, cumhuriyet vatandaşlarının hepsine Türk adını tanımak şerefini müsavatan vermiştir. Talebe, bu ad altında toplanmağı şeref bildiklerinden gayrimüslim Türk'lerin, Türk adı kadar büyük olan Türk dilini konuşarak bu şerefi de taşımayı arzu ettiklerine emindir. Türk lisanını iyi bilmeyen gayrimüslim Türk'lere az zamanda Türkçe öğretmek için Halkevi'nde Türkçe kursların genişletilmesi lazımdır. Bu hususta talebe de hizmete hazırdır ve bu güzel arzularının gayrimüslim vatandaşlar tarafından hüsnü kabul göreceğinden emindirler.
4- Talebe, Türk gençlerinin, bazı levhaları değiştirtmek için imzasız mektuplar yazdıkları hakkındaki asılsız şayialara karşı teessürlerini izhar ettiler. Gençliğin memleket, millet ve inkılap menafii namına yapacağı her hareketin Türk'e has asalet ve ciddiyet dairesinde yapılacağını, bu şayiaların bazı bedbahtların çıkarmasından dolayı müteessir bulunduklarını söylediler.
5- Yazın tatil zamanlarında köylere gidip, inkılap ve cumhuriyet hakkında halkı tenvir ve irşat vazifesini memnuniyetle yapmağa hazır olduklarını beyan ettiler.
Toplantıda, ayrıca, gençliğin beslediği saygı ve sevginin Büyük Gazi Mustafa Kemal'e, Meclis Reisi Kazım Paşaya, Başvekil İsmet Paşaya, Maarif Vekili Reşit Galip Beye birer telgrafla bildirilmesi kabul edilir. Bundan sonra Türk dilinin inkişafına çalışan Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin ve ressam Samih Rıfat'ın ruhlarını taziz için bir dakika ayakta ve sessiz durulur.
Dil Devrimi'nin 1927'de başlatılmasından 2000 yılına kadar 73 yıl geçti. Günümüzde konuşulan Türkçe hakkında Hürriyet Gazetesi baş yazarlarından Oktay Ekşi, 12 Ocak 1997 günü yayınlanan yazısında şöyle demiştir: "Sömürge ülkesi Türkçesi."
ABD Yale Üniversitesi'nde 26 yaşında profesör olmuş Oktay Sinanoğlu da, Milli Eğitim Bakanlığı'nın uyguladığı İngilizce eğitim sistemini Nokta Dergisinin 8-14 Aralık 1996 tarihli sayısında şöyle değerlendirmiştir:
“Neredeyse sömürgelerde bile bu durum yoktur. İngilizler bu oyunu Hindistan'da da yaptıkları zaman herkes İngilizce öğrensin ki ilelebet köle olsunlar politikasındaydı. Bizim devletin de yaptığı budur. Eğitimle sömürgeleştirmektir bu. Bir ülkede eğitim dilini ana okullarına indirdiğin zaman bir nesil içinde o ülkede o dil bitiyor. En basit lafları söylüyorum üniversite öğrencisine anlamıyor.”