“68-71Ve işte Rahmân’ın kulları,
(1)* Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar.
(2)* Allah’ın haram ettiği canı öldürmezler. –Ancak hak ile öldürürler.–
(3)* Zina da etmezler.
–Ve kim bunları yaparsa, zaman kaybıyla /hayırda ağırda almayla / zarar ile / kusur ile karşılaşır. Kıyamet günü azabı kat kat olur ve orada, alçaltılarak sürekli olarak kalır. Ancak
– Tövbe eden, iman eden ve sâlihi işleyenler bunun dışındadır.
İşte Allah, onların kötülüklerini iyiliklere çevirir.
Ve Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.
Ve her kim tövbe eder ve sâlihi işlerse, kesinlikle o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.–”
“72Ve Rahmân’ın kulları,
(4)* Yalan yere tanıklık etmezler, boş bir şeye rastladıkları zaman saygın bir şekilde geçerler.”
“73Ve Rahmân’ın kulları,
(5)* Kendilerine Rablerinin alâmetleri /göstergeleri hatırlatıldığında ise, onlar üzerine sağırca ve körce davranmazlar.”(Furkân/68-73)
Yüce Allah, bu ayetlerde tövbenin dışında, Müslümanın yapmaması gereken davranışları sıralamaktadır:
“Onlar, Allah’la birlikte başka bir tanrıya kulluk etmezler. Haksız yere Allah’ın haram kıldığı cana kıymazlar. Zina etmezler. Kim bunları yaparsa cezasını bulur.”(Furkân/68)
Bu ayet, üç önemli yasağı gündeme taşımaktadır:
- Müslüman, Allah’a Şirk Koşmaz
Allah ile birlikte başka bir tanrıya yalvarmamak, tapınmamak ve kulluk etmemek, “şirk koşmamak” anlamına gelmektedir.
Eğer her mümin kesinlikle tevhîd inancına bağlı kalsaydı, gizli ve âşikâr manada şirke düşmeseydi, böyle bir ifade ile karşılaşmayacaktı. Kendini Allah’ın kulu olarak gören bazı insanlar, Allah ile beraber başka tanrılara yalvarmakta, onlara tapınmaktadırlar. Türbelere gidip yalvarmaları, azizleri, ölüleri, ölmüş büyük insanları aracı koşup Allah’tan bir
şeyler istemeleri onların şirk koşması için yeterlidir.
Demek ki, Rahman’ın kulu, imanına şirk bulaştırmayan kişidir(bkz. En’âm/82; Lokmân/13). Yüce Allah bu şahsiyete sahip mümini tanımlamaktadır.
- Müslüman, Allah’ın Haram Kıldığı Bir Cana Kıymaz
Mümin kişi haksız yere Allah’ın haram kıldığı bir cana kıymaz. Biz, buna hayat hakkına dokunmamak da diyebiliriz. Yüzyıllar önce Kur’ân, canlıların hayat hakkı olduğunu ve bu hakkın dokunulmazlığını gündeme getirmektedir. Ayetin bu kbölümünde geçen en-nefs kelimesi, “can taşıyan her canlı”yı kapsamına almaktadır. Yeşil/orman, hayvan ve insan buradaki nefs kavramının kapsamına girmektedir. Haksız yere bir ağaca, ormanın bir canlısına, haksız yere bir hayvana ve yine haksız yere bir insana kıyılamaz, onun yaşam hakkına dokunulamaz.
Ağaçları gereksiz yere kesilen topraklarda nasıl heyelan oluyorsa, gereksiz yere hayvanları öldürülen yerlerde ekolojik denge bozuluyorsa, gereksiz yere öldürülen insanların olduğu insanlıkta da hem manevî heyelan olmakta, hem de medenî denge bozulmaktadır. İsrâil oğullarına verilen Kitap’ta ve Kur’an’da “bir cana kıymanın bütün insanlığı öldürme”ye, “bir canı kurtarmanın bütün insanlığı kurtarma”ya denk olduğu temel ilke olarak konmuş ve böylece yaşam hakkının ne denli önemli olduğu belirtilmiştir(bkz.Mâide/32).
Ayette en büyük günah, şirk; ikinci sırada ise cana kıymak gelmektedir.
- Müslüman Zina Yapmaz
Mümin kişinin yapmayacağı üçüncü davranış, zinadır. Kur’ân, Müslüman’ın cinsel ahlâkının sağlam olmasının gereğine işaret etmekte ve onu bu ayette üçüncü sıraya koymaktadır. Ayette;
– Şirkin yasaklanması inanç âlemini,
– İnsan öldürmemek insana saygıyı,
– Zina yapmamak da cinsel ahlâkı düzenlemektedir.
Bu noktada şu soruyu sorabiliriz:
Bu üç ameli veya onlardan birini yapanın durumu ne olur?
(a) Üç Günahı İşleyen Dünya ve Ahrette Karşılığını Görür
“Kim bunu yaparsa cezasını bulur.”
Ayetin bu bölümünde yer alan yelka sözcüğü “karşılaşır” anlamına gelmektedir. Esâm sözcüğü ise “vebal, ceza, günah, manevî ağırlık” demektir. Bu kötü fiilleri işleyen mutlaka işlediğinin günahı ile karşılaşacak ve cezasını bulacaktır. Bu üç davranıştan şirk inanç âlemini, cana kıymak insanlık âlemini, zina da ahlâk âlemini yıkmaktadır. Onun için bu âlemlerde deprem meydana getirenler mutlaka günahları ile karşı karşıya geleceklerdir. Çünkü bu günahlar asla kaybolmamaktadır. Bir gün bu dünyada önlerine konacaktır. Her kötü davranış, erdemlere sıkılan bir mermi niteliğindedir; insanlık duvarından bir taş koparmaktır. İşte Müslüman, bu insanlık duvarından bir taş koparılmaması için uğraş vermeli ve kendisi ona sahip çıkmalıdır. Şirk, akılda/zihinde patlayan bir bomba, insan öldürmek insan haklarında bir deprem, zina da ahlâkta açılan bir yaradır.[1]
“Kıyamet günü onun azabı kat kat artırılır ve orada horlanmış olarak çok uzun süreli kalır.”(Furkân/69)
Demek ki Furkân/68. ayetin sonunda geçen “cezasını bulur” ifadesi, bu dünya ile; yüdâ‘af “kat kat verilir” ifadesi de ahretle ilgili olacaktır. Aynı zamanda, mühânâ, yani “hor ve hakir olarak” çok uzun süreli orada kalacaktır, anlamını desteklemektedir. Böylece “bir cezayı Müslümanın bu dünyada yapmış olduğu ameller başına getirecektir” ilkesi ortaya konmuş olmaktadır. Bu dünyadaki kötü amel, öteki âlemde ateşe dönüşecektir.
Aslında şirk ve kötü amelleri yaparken, insanlar kendi cehennem ateşini tutuşturmaktadırlar.
Furkân/68. ayetin sonu ile Furkân/69. ayetin tamamı, eğitim açısından caydırıcı niteliğe sahiptirler. Cezanın önceden belirlenip ilan edilmesi, eğitim amaçlıdır. Hangi davranışın karşılığının ne olacağını bilmek, insanda bir davranış bilinci oluşturmaktadır. Hukukun eğitime uzanan boyutu kendini burada göstermektedir.
(b) Bu Üç Günahı İşleyenler İçin Çıkış Yolu Nedir?
“Ancak tövbe eden, inanan ve yararlı iş yapanlar hariç. Allah, onların kötülüklerini iyiliklerle değiştirecektir. Allah, çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir.”(Furkân/70)
Yüce Allah, şirk koşan, insan öldüren, zina eden, yani bu eylemlerden birini yapan kişinin ahrette hangi ceza ile karşılaşacağını söylemişti. Biz burada şu soruyu sorabiliriz:
Bu insanlar için bir çıkış yolu yok mudur?
İşte Yüce Allah Furkân/70. ayette bu çıkış yolunu gündeme getirmektedir.
(a) Tövbe etmek gerekiyor.
Buradaki tövbe, şirki, insan öldürmeyi, zinayı, bunlardan hangisini yapıyorsa ondan vazgeçmeyi, köklü değişimi ifade etmektedir. Tövbe, “180 derece dönüşüm, değişim” demektir ve gittiği kötü yoldan vazgeçmek anlamına gelmektedir.
(b) İman etmek gerekiyor.
Şirk koşan bir Müslümanın, imanını tazelemesi ön şartlardan birini okuşturmaktadır. Tövbe, dönüşü, köklü değişimi, iman da tevhîd inancına geçişi ifade etmektedir.
(c) Yararlı iş, yani iyi amel yapmak gerekiyor.
İyi amelden kasıt, kişinin kendisine ve tüm insanlığa faydalı olan iştir ve kişinin sosyal seviyesine ve kapasitesine göre çevresine yararı dokunan amelleri kapsamına almaktadır.
İşte bu üç şartı yerine getiren kişi, çıkış yolunu bulmuş demektir. Tövbe, iman ve iyi amel o insanın çıkış yolunu, kapısını oluşturmaktadır. Bu üç şey, aynı zamanda köklü değişimin adı olmaktadır.
Bu noktada şu soruyu sorabiliriz:
Çıkış kapısı nasıl gerçekleşecektir?
Sorunun cevabını ayetin devamı vermektedir:
(d) “Allah, onların kötülüklerini iyiliklerle değiştirecektir.”
Bunun anlamı, günahlarını sevaba, ya da kötü davranışlarını iyi davranışa dönüştürecektir, şeklindedir. İnsanın değişmesi, Allah’ın değiştirmesini beraberinde getirecektir. Kişi kendi cehenneminin ateşini yaktığı gibi, yine onu söndürmek için gereken davranışları da kendisi gerçekleştirebilir. İnsan ne yaparsa, kendi kendine yapmaktadır. Yapıyor, cehenneminin ateşini yakıyor; yapıyor, cehenneminin ateşini söndürüyor.
(e) “Allah, çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir.”
Önemli olan, kişinin tövbe edip, tevhîd inancına geçip iyi ameller işleyerek Allah’ın affedici sıfatını ve merhametini harekete geçirmesidir. Onları harekete geçirecek olan insanın kendi eylemleridir. Durup dururken Allah kulunu affetmez. Affetme ortamını insan hazırlayacaktır.
“Kim tövbe eder ve yararlı iş yaparsa bilsin ki onun tövbesi kesinlikle Allah’a ulaşacaktır.”(Furkân/71)
Furkân/70. ayetle bu Furkân/71. ayeti karşılaştırdığımızda, tövbenin burada tekrar edildiği düşüncesine kapılabiliriz.
– Furkân/70’deki tövbe, köklü değişimi, yanlıştan dönmeyi,
– Furkân/71’de geçen tövbe de günahtan af dilemeyi ifade etmektedir. Örneğin, Bakara/37’de yer alan Elçi Âdem’in tövbesi af dileme tövbesidir. Aslında Furkân/71’deki tövbe Furkân/70. ayetteki tövbenin devamı niteliğindedir. Döndükten sonra da kişi günahının affını dilemektedir.
Günahından af dilemesinin ardından kişi, yararlı iş işlemeye başlarsa, tövbesi Allah’a ulaşacaktır, yani Allah tarafından kabul edilecektir. Bunun anlamı şudur:
“Allah’tan, iyiye döndüğünü ve bu nedenle affedilmeni istemen” sözle ifade edilmektedir. İyi amel ile bunu ispatlaman gerekiyor. Kötü davranışlardan sıyrılıp, erdemleri hayata geçirdiğini gösterirsen, davranışlarınla ispat edersen, o iyi amellerin, yaptığın tövbeni Allah’a götürecektir. Çünkü “iyi sözü Allah’a yükselten iyi amellerdir”(Fâtır/10). Sözler uçamayan yavru kuş gibidir; onu geliştirip uçuracak olan iyi amellerdir.
Netice olarak diyebiliriz ki, en iyi tövbe, kötülüğün ardından iyilik yapmaktır. Çünkü iyiliklerin, kötülükleri silip götüreceğini Hûd/114’te Yüce Allah şöyle ifade etmektedir: “Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir.”
Sonuç olarak diyebiliriz ki, kötülük bir eylem neticesinde ortaya çıktığına göre, onunla mücadele edip onu ortadan kaldıracak olan da ancak bir eylem olabilir. Bu da iyiyi hayata geçirirken yapılan eylemin kendisidir. Kötü eylemi sözle gideremezsiniz; onu ancak karşıt eylemle ortadan kaldırabilirsiniz. Onun içindir ki Yüce Allah, tövbenin ardından iyi ameli şart koşmaktadır.[2]
- Müslüman, Yalan Yere Tanıklık Etmez
“Onlar yalan yere tanıklık etmezler.”(Furkân/72)
Burada geçen ez-zûr kelimesi sözlükte, “bâtıl ve yalan söz, toplumun efendisi, başbuğu, oyun ve musiki topluluğu, Allah’tan başka tanrı, put, şirk koşma, kuvvet, akıl, görüş” manalarına gelmektedir.
Bilginler bu sözcüğe farklı anlamlar yüklemişlerdir. Hangi bilginin hangi anlamı verdiğini bize en güzel aktaran Kurtubî’dir. Dahhâk, İbn Zeyd ve İbn Abbas, “değiştirilmiş, allanıp pullanmış bâtıl olan her şeydir. Bunun en büyüğü Allah’a şirk koşmaktır ve Allah’a ortak koşanları büyütmektir” demişler; ayrıca yine İbn Abbas onun “müşriklerin bayramı” olduğunu söylemiştir; İbn Cüreyc, “yalan”; Ali b. Ebî Talhâ ve Muhammed b. Ali, “yalan yere tanıklık etmek” olduğunu söylemişlerdir.[3]
“Yalana şahitlik etmenin” ne anlama geldiğini Nisâ/135 ile vermemiz mümkündür: “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun.”
Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette şahitlik geçiyor, burada da şahitlik geçiyor. “Yalana şahitlik etmez” demek, “kendisi, ana-babası ve akrabası bile olsa doğruyu söyler” demektir. Adaletin bayrağını ayakta tutmak için kim olursa olsun, hangi şartlar altında bulunursa bulunsun doğru söyleyen kişi, Allah’ın kulu olmaktadır. İşte yalan yere şahitlik etmek de Allah’ın kullarının yapmaması gereken davranışlar arasında yer almaktadır.
“Lüzumsuz şeylere rastladıklarında katılmayıp onurlu bir şekilde geçip giderler.”(Furkân/72)
Ayetin bu bölümünde geçen el-lağv sözcüğü, “boş, faydasız, lüzumsuz, anlamsız, seviyesi düşük söz ve davranışlar” anlamına gelmektedir. Aklın mayalamadığı, onun süzgecinden geçmeyen, kişinin kendisine ve çevresine fayda getirmeyen söz ve davranışlar da bu kelimenin anlam dairesinde bulunmaktadır.
İşte böylesine fayda vermeyen, seviyesi düşük söz ve uygulamalara rastlayınca gerçek müminler bu ortamlardan vakar ile geçip giderler. Lağv denen seviyesi düşük sözler, kitaplarda, makalelerde, bilimsel toplantılarda, siyâsî konuşmalarda da olabilir. O zaman karşımıza, mümin kişinin neyin lağv, neyin gerçek, seviyeli fikir, bilgi ve eylem olduğunu ayırması, farkını fark etmesi esası çıkmaktadır. Seviyesi yüksek olan söz ve fiilleri bilemeyen kişi, lağv olanını ayırt edemez. O zaman ayetin bu bölümü başlı başına, müminin bilgili, kültürlü ve ayırt edici yeteneğe sahip olmasını şart koşmaktadır.
- Müslüman, Allah’ın Ayetlerine Kulaklarını Tıkamaz Gözlerini Kapamaz
“Rablerinin ayetleri kendilerine hatırlatıldığında, kulaklarını kapatarak ve gözlerini yumarak onları görmezlikten gelmezler.”(Furkân/73)
“Allah’ın ayetleri hatırlatıldığında” ifadesi, “Allah’ın ayetleri ile kendilerine öğüt verildiğinde” demektir. Bu öğütlere karşı sağır ve kör tepkisini gösterip dalmazlar.
Furkân/73’te “yehırrû” fiili “üzerine üşüşmek, dalmak” manasına gelmektedir. Mümin kişiler, Allah’ın ayetleri okunduğunda körler ve sağırların yaptığı gibi bilinçsizce o ayetlerin üzerine üşüşmezler.
Zemahşerî, ayetin bu bölümünü açıklarken halkın taklitçi bir anlayışla ayetleri ele aldıklarını, İlâhî mesaja yüzeysel bir heves ve heyecanla yaklaştıklarını, görüntüyü kurtarmak için ona alaka gösterip üzerine üşüştüklerini, onu anlamak için en küçük bir çaba sarf etmediklerini, İlâhî mesajın içeriği hakkında onun zenginlikleri, hayata getirdikleri hakkında kör ve sağır kaldıklarını söylemektedir.[4]
Günümüzün din âlimi ve görevlileri, Kur’ân’ın insanlığa getirdiği mesajları iyi anlayıp onları halka anlatmalıdırlar. Halk ile beraber Kur’ân’ı sadece dinleyip, onu dinlemek için üşüşmeleri değil, onun içeriğini iyice anlayıp halka anlatacak ve bu konuda halkı bilinçlendireceklerdir. Güzel sesli hafızların okuyup gönül tadı ile dinlemekten öte, onun içeriğini anlayıp hayata bilinçli bir şekilde indirmenin zevkini duymaları gerekiyor.
Kur’ân’m hayata tatbik edilmesinin verdiği zevki duymak gerekiyor. Bunu da ona, bilinçli bir şekilde ve gönülden anlayarak yaklaşma sağlayacaktır. Bu durum Zemahşerî’nin yaşadığı dönemde de böyle idi, şimdi de aynen devam etmektedir. Müslümanlar Kur’ân’a böylesine sağır ve körcesine yaklaştıkça, Kur’ân onlardan uzaklaşmaktadır.
Sedat Şenermen
Kaynakça
[1], [2] Prof.Dr. Bayraktar BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, İstanbul, 2008, c.13, s.545, 546, 548. [3] KURTUBÎ, (ö. 671/1273), el-Câmi’ li-Ahkâmi’l-Kur’ân, Cilt: XII, s.619. [4] Ebul Kasım Mahmud ZEMAHŞERÎ (1074-1144), El-Keşşâf, Cilt: III, s.102. [5] B.BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c.13, s.549, 550, 554.