Selçuk ErenerolZOR YAZI

Modern gaz odaları: Ulusun gelecek mücadelesi ve sessiz soykırım / Selçuk Erenerol

Bugünün düşmanı artık sadece postallar giyip sınıra dayanmıyor; takım elbiseli diplomatlar, STK temsilcileri ve medya güruhu eliyle içimize sızıyor.

Birleşmiş Milletler’in 1948 tarihli Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi, insanlık tarihinin bu en karanlık suçunu şüpheye yer bırakmayacak bir netlikte tanımlar. Sözleşmeye göre ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu kısmen veya tamamen ortadan kaldırma amacıyla işlenen; gruba mensup olanları öldürmek, onlara ciddi bedensel veya zihinsel zarar vermek, yaşam şartlarını fiziksel varlıklarını ortadan kaldıracak şekilde kasten değiştirmek, grup içi doğumları engellemek veya çocuklarını zorla başka bir gruba nakletmek gibi fiiller, bu suçun temelini oluşturur. Bu tanım, zihinlerde derhâl gaz odalarını, toplu mezarları ve askeri katliamları canlandırır. Ancak 21. yüzyılın karmaşık ve çok katmanlı dünyasında, hem soykırım hem de terör artık netliğini yitirmiş; oyunun bilinen kuralları adeta çöpe atılmıştır. Cebir ve şiddet artık her seferinde kan akıtmaya ihtiyaç duymadığı gibi, soykırım da kendine yeni, daha sinsi ve modern yüzler benimsemiştir.Bugün yürütülen soykırım faaliyetleri, direkt olarak savaş ve çatışma alanlarından uzaklaşarak, özellikle gıda ve sağlık gibi hayati önem teşkil eden alanlara kaymıştır. Artık savaşlar yalnızca cephede değil; mutfaklarımızda, market raflarında, hastane koridorlarında ve hatta zihinlerimizde, çok daha sessiz ama bir o kadar da ölümcül bir şekilde yürütülmektedir. Bu, bir ulusun köklerine ve geleceğine yönelik topyekûn bir saldırıdır. Bu saldırının failleri, yani modern çağın oyun kurucuları ve onların yerli işbirlikçileri, hedeflerine ulaşmak için her yolu mübah görmekte, bir ulusun yarınlarını adeta dört koldan yok etmektedirler. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bugün dört bir koldan sarılmış bir şekilde büyük tehditler altındadır. Bu tehdit yalnızca etnik bölücülük ve siyasal dincilikten ibaret değildir; aynı zamanda soframıza giren gıdadan soluduğumuz havaya, ulusal egemenliğimizden demografik geleceğimize uzanan geniş bir cepheyi kapsamaktadır.

Küresel emirler ve yerli uşaklar: Süslü konferans salonlarında yazılan yıkım reçetesi

Bugünün düşmanı artık sadece postallar giyip sınıra dayanmıyor; takım elbiseli diplomatlar, STK temsilcileri ve medya güruhu eliyle içimize sızıyor. BM, WHO, IMF gibi uluslararası kurumlar, insanlığın ortak iyiliği maskesiyle hareket ederken, gerçekte büyük sermaye tekellerinin emir eri olarak çalışmakta; ulus devletlerin denetimini parça parça ellerinden almaktadır. “Sürdürülebilirlik”, “karbonsuz gelecek”, “küresel sağlık” gibi kulağa hoş gelen temalar altında Türkiye’nin tarımı, sanayisi, eğitim sistemi ve nüfus politikaları iğdiş edilmektedir.Bu yapıların sunduğu raporlar ve protokoller, yerli işbirlikçilerin imzalarıyla iç hukuka entegre edilmekte, küresel sermaye yasaları, millet iradesinin önüne geçmektedir. Özel uçaklarında papaz taşıyan süper güçler, bize “hoşgörü” dersi verirken; Türkiye, bir yandan Vatikan benzeri yapılarla içeriden oyulmakta, diğer yandan dış borç kıskacında kıvrandırılmaktadır. Her nesilde başka bir hikâyeyle gelen bu vesayet, şimdi çevreciliğin, dijitalleşmenin ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin arkasına gizlenerek sürdürülmektedir. Dört koldan cepheler açılmakta; gündem bir potpuri içerisinde eritilip birbirine karıştırılmaktadır.Bu modern ve sessiz savaşın küresel karargahı, uluslararası kuruluşların parlak binalarında ve süslü konferans salonlarında kurulmuştur. Birleşmiş Milletler (BM) ve onun yan kuruluşları olan Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) gibi yapılar, insanlığın ortak iyiliği adına hareket ettikleri iddiasıyla sahneye çıkarlar. Binyıl Kalkınma Hedefleri gibi projelerle yola çıkan BM, bir işi tamamına erdirmeden, adeta dikkat eksikliği ve hiperaktiviteden muzdarip bir çocuk gibi, bu sefer de 17 maddeden oluşan Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’ni (SDGs) hayata geçirmeye koyulmuştur. Kağıt üzerinde bu hedefler yoksulluğu bitirme, herkese temiz su ve sağlıklı gıda sağlama gibi kimsenin karşı çıkamayacağı ulvi amaçlar taşır. Ancak bu, madalyonun sadece görünen yüzüdür.Bu genişletilen hedefler, aynı zamanda dünyamızı “iklim” bahanesiyle tahakküm altına almaya çalışan politikaların da oluşumuna zemin hazırlamıştır. İklim konferanslarına özel jetleriyle uçan efendilerimiz, kullandığımız plastik pipetten ötürü ürememizin dünyaya ne kadar zararlı olduğu fikrini beyinlerimize zerk etmeye çalışmaktadır. Bu, Amerika Birleşik Devletleri’nin dünyaya armağanlarından biri olan ve Sovyet tehdidine karşı İslam ülkelerini kontrol etmek için tasarlanan Yeşil Kuşak Teorisinin modern bir versiyonudur. O gün din eksenli politikalarla ulus devletlerin dengesini bozan bu zihniyet, bugün de “çevrecilik” ve “sürdürülebilirlik” maskesi altında aynı emperyalist hedeflere hizmet etmektedir.Bu oyun kurucular, insanları refaha ulaştırmakta beis görmekte, refahın asla paylaşılmaması gereken bir unsur olduğunu düşünmektedirler. Kimisi yeryüzünde yaratılan cehennemin sebebinin “sınav” olduğunu söyleyen yobaz dinciler gibi davranır, kimisi de bu cehennemle mücadele ettiği yalanıyla bizi sıtmaya mahkum eder. Neticede, imza yarışına girilen bu kağıt parçaları ne bir ağacın yaprağını, ne bir çiçeğin polenini, ne suyun temizliğini, ne de soluduğumuz havanın kalitesini artırır. Aksine, ulus devletlerin tarım ve sanayi politikalarına müdahale ederek onları dışa bağımlı hale getiren, egemenliklerini aşındıran birer aparata dönüşürler.

Cephe gerisi: “Yamalı asfalt” politikaları ve millî ihanet

Küresel sahnede kurulan bu oyunun ülkemizdeki yansımaları, adeta bir ihanetler bütünü olarak karşımıza çıkmakta ve bizi “kısa günün kârı” anlayışının ne denli tehlikeli olduğu gerçeğiyle yüzleştirmektedir. Çok sevdiğim bir ağabeyimin veciz bir şekilde ifade ettiği gibi, “Asfaltı yabancılar buldu, yamayı da Türkler”. Bu “yama” zihniyeti, sadece bozuk yollara değil, ülkenin tüm temel politikalarına sirayet etmiş durumdadır. Sürekli, yapıcı ve istikrarlı politikalar yerine günü kurtarmaya odaklanan bu anlayış, her şeyi yamamaya çalışarak artık üzerinde yürünmeyecek yollarla bizi baş başa bırakmaktadır.Halbuki çözüm en başından beri Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetimizin idealinde saklıydı. Atatürk’ün bağımsızlık düşkünlüğü, ileri görüşlülüğü ve Türk ulusuna duyduğu güven sayesinde genç Cumhuriyet, onlarca askeri ve sivil fabrika ile ayağa kalkacak gücü kendinde bulabilmişti. Sanayiden tarıma, her alanda modernleşme ve planlı gelişim, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğinin aydınlık olması için hayata geçirilmişti. Bu ülkü sayesinde Türk ulusu muhtaç ve hizmetkar olmayacak; üretecek, gelişecek, kendi vatanında “Efendi” olacaktı.Bugün ise bu idealin tam zıddı bir istikamette, köstebek çukurlarıyla dolmuş bir yolda ilerlemekteyiz. Yıllarca “babalar gibi satılan” millî kazanımlarımızın son damlalarıyla geçirdiğimiz bu günler, yamayarak günü kurtarmaya çalışmanın uzun vadede ne denli tehlikeli olduğunu gözler önüne sermiştir. Bir zamanlar tarımda kendi kendine ve başka ülkelere yetebilen 7 ülkeden biri olan Türkiye, bugün halkını fahiş fiyatlara mahkûm etmekte ve birçok kalemde dışa bağımlı hale gelmiş bulunmaktadır. Dünya ortalamasında gıda fiyatları düşerken bile enflasyona yenilmemiz bu acı gerçeğin en somut delilidir. Zeytin ağaçları kökünden sökülmekte veya yakılmakta, tarım ürünleri pestisitten evrim geçirmeye yüz tutmakta, yurt dışından ucuz(!) ve sağlıksız et ithalatı halka müjde olarak sunulmaktadır. Bu kasıtlı olarak alınan kötü kararlar, Türkiye’nin mevcut potansiyelinin önüne uyarısız bir şekilde bariyer koymaktan farksızdır.Bu stratejik körlük değil, kasti bir yıkım planıdır. Zira sistematik hatalar, sürekli tekrarlandığında “hata” olmaktan çıkar, “niyet” haline gelir. Tarlasını terk eden köylü, AVM’ye sıkışmış şehirli, doğurduğuna pişman edilen kadın, sağlıksız gıdayla şişirilen genç ve sabah akşam dijital ekranlara mahkûm edilmiş bir çocuk profili… İşte bu yeni insan tipi, milleti tarihsiz, köksüz ve tepkisiz hale getirmek için şekillendirilmektedir.

Gıda, beden, inanç: Egemenliğe yönelik asimetrik saldırılar

Bugün ülkemiz sadece ekonomik veya siyasi olarak değil, fizyolojik ve psikolojik olarak da çökertilmeye çalışılıyor. Gıda terörü, doğrudan sağlığı; eğitim ve medya eliyle yürütülen algı operasyonları ise doğrudan iradeyi hedef alıyor. Artık mesele sadece “doymak” değil; nasıl beslendiğimiz, neye inandığımız, neye güldüğümüz, hatta neye kızdığımız da dışkaynaklı mühendisliklerin konusu hâline gelmiştir. Düşünme ve sorgulama kabiliyetlerimiz tamamen kiraya verilmiş; kolektif hareket etme refleksimiz neredeyse ortadan kaldırılmıştır.Bu topyekûn saldırı, sadece soframızı ve sağlığımızı hedef almamaktadır. Aç ve hasta bir milletin, egemenlik haklarını savunacak ne takati kalır ne de iradesi. İşte tam bu zafiyet anında, hıyanetin diğer yüzleri devreye girer. Etnik bölücülük ve siyasal dinciliğin pençesine sıkışmış ülkemiz, aynı zamanda ulusal egemenliğimizi ve tam bağımsızlığımızı doğrudan hedef alan asimetrik tehditlerle de karşı karşıyadır. Bu tehditlerin başında, belki de en sinsi olanı, ulusal egemenliğimizi çok uzun yıllardır tehdit eden Fener Rum Kilisesi’nin attığı adımlardır.Bu sessiz soykırım projesi, etnik bölücüler ve siyasal dincilerle aynı amaca hizmet eden, Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter ve laik yapısını bütünüyle lağvetmeyi hedefleyen çok cepheli bir saldırıdır. Amaçları hiçbir şekilde daha demokratik bir yönetim sunmak değildir.Bu tabloda Fener Rum Kilisesi’nin ekümenik iddiası da sıradan bir dini mesele değil, çok net bir siyasi projedir. Lozan’ı delmeye yönelik bu “şehir devleti” projesi, tıpkı Vatikan gibi Türkiye içinde egemenliğin delinmesidir. Bu plan, hoşgörü ambalajıyla sunulan, ama özünde milleti ayrıştırmaya yönelik bir psikolojik harp unsurudur.Bu, 1949’da Mavri Mira üyesi Papaz Athenagoras’ın ABD Başkanı’nın özel uçağıyla Türkiye’ye bir vali gibi atanmasıyla başlayan sürecin son perdesidir. O gün surda açılan gedik, bugün “Ne istediler de vermedik” diyen işbirlikçiler sayesinde büyümüş, bir millî güvenlik sorunu hâline gelmiştir. Bu tehlike de tıpkı sağlıksız gıdalar gibi, “hoşgörü” ve “mozaik” ambalajları altında pazarlanmakta, ancak özünde milletin birliğini ve devletin bölünmez bütünlüğünü zehirlemektedir. Ancak çözüm bellidir: Cumhuriyetimizin temelini oluşturan ilke ve devrimlerin ruhuna geri dönerek uzun vadeye yayılan yapıcı ve istikrarlı politikaları benimsemek; asfalta inatla yama yapmaktan vazgeçmektir. Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün de belirttiği gibi: “Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Çünkü Türk milleti millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir.”. Türk ulusu, siyasal dincilere ve etnik bölücülere karşı verdiği bu mücadelede, adaletin bozulan tartısını yeniden düzeltecek ve zamanı geldiğinde bu yolları yama ve çukurlarla dolduranları adil bir şekilde tartacaktır.

Deliller: Sessiz soykırımın açık izleri

Tüm bu sürecin kasıtlı ve organize bir proje olduğunu gösteren somut emareler vardır.

Fiziksel Tahribat: Türkiye’de her üç yetişkinden biri obezdir. Türkiye’de kadınların %20,9’u, erkeklerin %13,7’si ve her on çocuktan birinin obez olması; kanser vakalarının her yıl artış göstermesi, halk sağlığının sistematik olarak bozulduğunu ve ulusun “ciddi surette bedensel ve zihinsel zarara” uğratıldığını kanıtlamaktadır.

Demografik Erime: 2001 yılında 2,38 olan doğum oranımızın, son verilerle 1,48’e düşmesi, bir ulusun demografik geleceğinin tehlikeye atıldığını ve “grup içinde doğumları engellemeye yönelik” bir ortamın kasten yaratıldığını göstermektedir. Bu oran, neslin kendini yenileyemeyeceği eşiğin altındadır. Bu da “doğumları engelleme” suçunu işaret etmektedir.

Yaşam Şartlarının Bozulması: Tarım arazilerinin yok edilmesi, sağlıklı gıdaya erişimin zorlaşması ve 2 milyar insanın temiz suya ulaşamadığı bir dünyada bu temel haklardan mahrum bırakılmak, bir grubun “fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarının kasten değiştirilmesi” anlamına gelmektedir. Ülkemizde tarımın siyasi kararlarla zarar görmesi, üretimin durma noktasına gelmesi, zeytin ağaçları dahil olmak üzere yeşillik alanların yakılması ve halkın sağlıklı gıdaya ulaşamaması, yaşam koşullarının kasıtlı biçimde yok edildiğini kanıtlamaktadır.

Zihinsel Teslimiyet: Eğitim sisteminin küresel standartlara göre “reforme” edilmesi, çocukların millet ve tarih bilincinden koparılması, zihinsel tasfiyenin bir başka yüzüdür.

Bu son perdede kaybedersek, bir daha sahne olmaz

Bugün yaşadığımız bu çok cepheli saldırı, yalnızca iktisadi ya da ideolojik bir yıkım değil; doğrudan milletin varlık sebebine yönelmiş bir soykırım hamlesidir. Bu savaşta tank yoktur; ama zehirli un vardır. Kurşun yoktur; ama bireyselleşmiş, köksüz, tüketim bağımlısı, tarih bilinci yok edilmiş nesiller vardır. Bu bir savaş değilse, nedir?Bu nedenle artık mesele sadece seçimler, partiler ya da hükümetler değildir. Bu, bir zihniyetin tasfiyesiyle başlayan ve bir milletin tüm kodlarını hedef alan beka savaşıdır. Cumhuriyetin kurucu ayarlarına dönmeden, planlı kalkınmayı, millî tarımı, yerli sanayiyi, ahlaki direnci ve egemenliği esas almadan bu savaştan zaferle çıkmak mümkün değildir. Unutulmamalıdır ki; Türk milleti nice badirelerden geçmiş, nice imparatorluklardan sağ çıkmıştır. Bu topraklar, sadece savaşlarla değil; ihanetlerle, kumpaslarla, işbirlikçilerle de sınanmıştır. Ve her seferinde, bir avuç inançlı insan, milletin iradesini yeniden ayağa kaldırmıştır. Bugün de ihtiyaç duyduğumuz şey, “yamalı asfalt” zihniyetinden vazgeçip; Mustafa Kemal Atatürk’ün “tam bağımsızlık” ilkesine sımsıkı sarılmaktır. Bu bir nostalji değil, bir zorunluluktur. Çünkü ya “biz” sahnede olacağız ya da “bizi” biz olmaktan çıkaracak karanlık senaryolar…Ve tarih bir kez daha, büyük Türk ulusuna şöyle diyecektir:”Ya istiklâl, ya yok oluş…”

Arkadaşlarınızla paylaşın

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Sitemizden en iyi şekilde yararlanmak için lütfen reklam engelleyicinizi kapatınız.