eğenim Şenol Morgül tarafından 1968’lerde ilkel cihazlarla öylesine yapılmış ses kayıtlarını mahalleden arkadaşı Emin Şir sağolsun internet ortamına taşıdı. O sesler bugün bir masalın mutlu biten son cümlesi gibi… Onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevetine!
Onlar, baki olan bu kubbede hoş bir seda olarak kaldılar. Anıları bile ruhumuzu şenlendirmeye yetiyor.
Görsellere lütfen dikkat… Udi Aydemir Morgül bu koronun ve Rize’de Türk Sanat Müziğinin unutulmaz ismiydi. Cümbüşüyle, kemanıyla, uduyla, dostlarıyla, eşiyle, çocuklarıyla ve Haldozlu komşularıyla, hayat dolu gülüşleriyle bize bakıyorlar. Şimdi yıkımı yapılan bahçedeki üç evin sahipleri de orada. Videonun 4.35 dakikasında toplu fotoğrafta işte onlar var. Beni ve kardeşim Şafak Morgül’ü orada göremezsiniz, çünkü o tarihte ben Ankara’da kardeşim ise İstanbul’da okuyorduk.
Şimdi o koronun şarkılar söylediği o tarihi ev ile beraber komşu üç ev daha yıkılıyor. Onlar yıkılırken çocukluk anılarım da yıkılıyor. Bugünkü köşe yazımda bende iz bırakan iki anımı anlatmak ve bugünlerde özlemini çektiğimiz güzel komşuluk ilişkilerini örneklendirmek istiyorum.
Babamın (Bedri Morgül) ustalığı meşhurdu, tahsili yoktu, ama Osmanlıca kitapları vardı. Bahçe sofralarında ud- keman çalar, Türk Sanat Müziği çalar söylerdi. Haldoz Korosu canlı müzik yaparken babam uzun süren dermansız hastalık sürecine girmişti. Keşke Haldoz Korosu resimlerinin içinde babamınki de bulunsaydı. Çünkü bu koronun ön kültürü babamın ektikleridir. Babamın bana ektiği tohumları da bu anılarda gördüğüm için yazarken bile heyecanlanıyorum. Müzik sevgisiyle bilim sevgisi birlikteydi babamda. Şimdilerde dost meclislerinde ud çalmaya devam eden mühendis kardeşim Şafak Morgül de babamızın ektiklerini öğütüyor.
İlk çocukluk dönemimde eski evimizin alt katında babam geceleri çalışır, radyo tamiri ve teneke fener yapardı. Mermi (6.35’lik) yaptığı yılları hatırlayamıyorum, iyice küçüktüm, ancak o işten hapis yattığını biliyorum, babamı sadece hapishane penceresinden bana el sallarken hatırlıyorum. Hafızamdaki ilk baba sureti yüksek duvarlı bir binanın üst katında bir kare demir parmaklıklı pencereden bana bakan adamdı. Fener yaparkenki halini iyi hatırlıyorum, çünkü atelyesinin üzerindeki odamızın taban tahtasındaki aralıktan geceleri babamı izlerken orada uyuyakalırdım.
Bir gece sabaha karşı babam bacağına sıcak lehim düşürdü, bacağı yandı. Bilmeyenler için söyleyeyim; fener yaparken lehim kullanılır. Önce levye gaz ocağında ısıtılır, sonra nişadıra sürülür, sonra kurşun çubuğa sürülür, öylece kursun kaynak yapılacak noktaya taşınır. O gece babam sıcak kurşunu bacağına düşürdü, bacağı yandı. Kalktı kendi kendine yanık ilacı yaptı. Osmanlıca yazılmış bir kitaptan (Kimya!) ilacın tarifini okudu, kireç kaymağına yumurtanın akını karıştırdı, bu merhemi tavuk tüyüyle bacağına sürdü.
O sabah gün ışırken komşumuz Hüseyin Çapoğlu’nun evinden yangın çığlığı yükseldi, Vasfiye yenge kahvaltılık su ısıtmak için gaz ocağını pompalarken gaz ocağı patladı, mutfağı yangın aldı, kendisi de ağır şekilde yandı. Babam derhal kendine yaptığı yanık ilacını annemin eline verdi, kendi de kuyudan su çekti kovalarla yangını söndürmeye koştu. Yangın söndürüldü ve annem Vasfiye yengeye yanık ilacı sürdü. Sabahın o erken saatinde henüz dolmuş çalışmazdı, mahallenin dolmuşuna haber verildi, çarşıya hastaneye gidildi. Doktorlar bu ilacı kim yaptı merak etmişler, çünkü el yapımı bu ilaç en doğru ilaçmış, ama hastanelerde bulunmazmış.
İşte, annemden babamdan aldığım ilk komşuluk dersi budur. Darda olana yardıma koşma dersi budur. Bilim ne zaman hem kendine hem diğer insanların işine yarar?
O sabah yangına ilk koştuğumuz komşu Vasfiye yengenin şimdi yıkım sesleri geliyor… Ama benim kulaklarımda Vasfiye yengenin acı feryatları duruyor. Kırmızı kadife entarisi onu tümüyle yanmaktan kurtarmış, onu da o zaman öğrendim. Babamın yanık merhemini ağır yanık yarasının üzerine tavuk tüyüyle nasıl süreceğini anneme anlatırkenki sesi, bir tıp doktoru kadar özenli dikkatli anlatışı gözümün önündedir. Belki de ilk uygulamalı öğretmenlik dersimi orada babamdan aldım. Şimdilerde doğal tıpla ilgilenişim de orda başlamış olmalı.
Ve şimdi o bahçe inşaat kepçesiyle alt üst olurken ben o bahçeden ne kurtarabilirim diye iki aydan beri kendi binamızın önüne taşıdığım çiçek ağaçlarını ve bir de nar ağacını düşünüyorum. Vasfiye yenge ile eşi Ülfetin Hüseyin amcanın ve yeni kaybettiğimiz oğlu İlyas Çepoğlu’nun ruhuna gitsinler.
Hüseyin amcanın babamla ilişkisini ayrıca anlatmalıyım, saygıyla anıyorum. Balıkçılık hobisi vardı, dinamitle kefal avlardı. Oğullarına da öğretmişti. Birinde oğlu İlyas kayığıyla Askoroz dere ağzına kefal avlamaya giderken, arka dümende Oğuz abiy, üç beş çocuk daha, beni kayığına almıştı, dinamit nasıl atılır ilk ondan görmüştüm. Yazın Hüseyin amca kefal avından dönerken bizim eve bir deste misinaya dizilmiş kefal bırakırdı. Kendisi ekşili kefale turunç suyu sıkardı, bizim kapıdan turunç alırdı. Bıraktığı kefaller babamaydı. Babam ekşili kefal ile rakı içmeyi sevdiğini bilirdi. Yaz akşamları babamın bahçede kurduğu muhabbet masasında uduyla söylediği “Bir bahar akşamı rastladım size” şarkısı Hüseyin amcaya teşekkür seslenişiydi.
Sonra, babamın vadesi yetmeye saatler kala Hüseyin amca başucunda Kuran okumaya geldi. Yasin okuyordu. Bir ara babam eliyle dur işareti yaptı, fısıltı sesiyle, “Orayı baştan oku, yanlış okudun” dedi, baştan aldı, babamın yüzüne tebessüm geldi. Bunu Hüseyin amca balıkhanede, Portakallık ve İslampaşa kahvehanelerinde anlattı. Babamın bu son dakikalarını şimdi ondan dinleyenler bana anlatıyorlar.
Şimdi o bahçelerden yıkım sesleri geliyor da, diyorum ki yüklenici firma evlerin kesme taşlarını belediyeye hediye etse, sahilimizde yapımı devam eden Millet Bahçesinde limon portakal mandalina bahçeleri olsa, o taşlarla bahçelere alçaktan çevre duvarı yapılsa, mahallemizin kültürel değerlerinin adları oralara verilse, ne güzel olur! Hasan Sözeri Bahçesi, İpsiz Recep Bahçesi, Zehra Orhon Bahçesi gibi, neden olmasın?
Eski komşuluklarımızı bundan sonraki yazılarımda anlatmaya devam edeceğim. Şifa dağıtmak, mahallemizin en eski özelliğidir. Tarihte mahallemizin Bağdat’tan gelen Kor-Otacı Mercan dedelerini bir yazımda anlatmıştım. Ancak şimdi görev bizde, bildiklerimizi anlatmalıyız.
Portakallık mahallesi bir kültür mahallesiydi. Ne mutlu o kültürü bize kadar taşıyanlara.
Anıları örnek olsun!