Şu sıralar yazmak iyice zorlaştı…
Çünkü konular hem çeşitli, hem netameli. Nereden, nasıl başlayacağına bir türlü karar veremiyorsun, hangi köşesinden tutsan eline “bulaşıyor”.
Bir de evde yedinci aya giren pandemi bunalımı, “yaş icabı” kontrollü çıktığın sokakta maskenin altından nefes alma zorluğu.
Boğuluyorsun, bir türlü rahatlayamıyorsun.
Yine de kıyısından, köşesinden bir deneyelim bakalım.
…
Tam kırk yıl oldu. Kıbrıs’a gidiyorduk. Bir haziran sabahı Edirne’den arabayla yola çıktık.
Niğde, Bor, Çiftehan’dan sonra Tarsus’a inmek üzere Torosları aştığımızda burnumuza birden mis gibi limon, portakal çiçeklerinin kokusu geldi. Akdeniz kokuyordu her yer.
Mersin’e öğlen üzeri ulaştık. Feribot akşam saatlerinde idi. Şehirde oyalanalım dedik…
Çiçek kokuları birden kayboldu.
Dolmuş şoförleri, seyyar satıcılar, dükkâncılar, kaldırımda yanımızdan geçenler hep anlamadığımız yabancı bir dilden konuşuyorlardı bağıra çağıra.
Ümit Özdağ’ın, beş milyona varan “Suriyeliler”i henüz yoktu, gündemde değildi ama…
Mersin sokaklarında duyduklarımızı anlayamıyorduk.
Portakallar da artık kokmuyordu.
…
“30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması sonrası Mersin, İngiltere ve Fransa tarafından işgal edilmiştir. Kentin iki ülke tarafından işgal edilmesinden yaklaşık bir yıl sonra Mersin ve çevresinin askeri ve idari yönetimi, 1919 sonlarında, aralarındaki anlaşma gereği (Suriye İtilafnâmesi ile) Fransa’ya bırakılmıştır. Mersin, verimli bir tarım sahasının ve çeşitli değerli madenlere sahip bir bölgenin, Çukurova’nın, demiryolu bağlantısı bulunan bir limanıdır. Fransa, hem ekonomik hem de politik nedenlerle Mersin ve çevresini işgal etmiştir. Diğer yandan politik çıkarları gereği Fransa, bölgede kendine bağlı bir Ermenistan kurulması doğrultusunda çalışmalar yürütmüştür.
Dolayısıyla iktisadi ve politik hedefleri uyarınca Fransız yönetimi, işgalin ilk günlerinden itibaren kentin askeri ve idari yönetimine müdahalede bulunmuşlar; Türk toplumunu ayrıştırmaya dayalı planlarını uygulamaya koymuşlardır. Bu bağlamda araştırmanın odak noktasını, Fransa Hükümeti’nin yaklaşık üç yıllık işgal döneminde Mersin’deki sosyo-ekonomik ve politik uygulamaları oluşturmaktadır. Bir başka deyişle, Mütareke ve ardından başlayan işgal yıllarında kentin idari yönetimine ve yöneticilerine, Osmanlı yönetsel yapılanması içinde bulunmamasına rağmen “Kilikya” adlandırmasıyla kurmuş oldukları bölgede, gümrük teşkilatı ve çeşitli ürünlerin ithalat-ihracat sınırlandırmaları, fiyatlara müdahale makalenin konusunu oluşturmuştur. Kentin kurtuluşunda görev almış dönemin tanıklarının anlatımıyla işgal ortamındaki kargaşa, karaborsa, vurgunculuk, gasp ve cinayet olaylarına da yer verilmiştir”.
(İbrahim Bozkurt. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/456082)
“Ahmet Hallaç, Birinci Dünya Savaşı sonrasında, 1919-1922 yılları arasında, Mersin Belediye Başkanlığı yapmıştır. Bu dönem İngiltere ve Fransa’nın Mersin ve yöresini işgal ettikleri yıllara rastlamaktadır.
Ahmet Hallaç, 1911’de Mersin Belediye a’zâlığına seçildiği dönemden itibaren yazmaya başladığı anılarında, yaptığı hizmetleri belirtmiş, 1909 Adana Ermeni Olayları’nı organize etmek için Süleymanlı (Zeytun) Ermeni Patriği’nin Mersin Ermenileri’ne yazıp gönderdiği mektuptan söz etmiştir.
Daha sonra Fransız işgali yıllarında (1918-1919), Belediye Başkanı seçildiğini, yeni yollar açtırıp, hastahane temeli attırdığı, memur maaşlarını ödediği gibi bilgiler vermektedir.
Ahmet Hallaç, Belediye Başkanlığı döneminde, Fransa’nın Mersin İşgal Komutanı ile Ermeni komitecilerin sürekli baskı ve tehditlerine rağmen, isteklerini yerine getirmediğini, ABD ve Batılı devletlerin manda ve himaye konusunda yaptıkları oylama için Fransa’yı değil, Türk yönetimini tercih eden bir belge hazırlayıp verdiğini, Ermeniler’in Mersin’e kendi bayraklarını asmak konusundaki girişimlerine engel olduğunu, Mustafa Kemal Atatürk’e ve Kuvayı Milliye’ye doğrudan ve dolaylı hizmetlerde bulunduğunu yazmıştır.”
(Kemal Çelik. https://www.atam.gov.tr/wp-content/uploads/62.-Say%c4%b1-Makaleler-695-746.pdf)
Bunlar Mersin’in 1919-22 yılları arasındaki hâlidir.
“Şimdi”yi ise Özdemir İnce şöyle anlatıyor:
“Körfez Savaşı’ndan önce, 1970’lerin ortalarında, kimilerinde hesaplı-kitaplı olduğu kuşkusu uyandıran (Doğu ve Güneydoğu’dan) içgöç başlamıştı. Belki de, bunda Mersin’in Serbest Bölge (olacak) olması önemli bir etkendi. Ardından 1980’lerin ortalarından itibaren PKK olaylarının yol açtığı kitlesel göçle Mersin’in nüfus yapısı tamamen değişti. Nedeni ister ekonomik ve toplumsal bir zorunluluk olsun, ister siyasal bir tercih olsun, içgöç Mersin’in kaderini çok kötü etkilemiştir. Bunun yanı sıra ülkenin 2000 ve 2001 yıllarında yaşadığı ekonomik kriz havalanıp uçmaya hazırlanan Mersin ekonomisinin kolunu kanadını kırdı. Göçmenler geldikleri yere geri gönderilemeyeceğine göre, bu olumsuzluktan kurtulmak için etkili bir planlama yapmak gerekiyor…
Mersin’in en zayıf yanı uyumsuz göç dalgasıdır. Bu zayıflık kentin hazırlıksız olmasından çok göçmenlerin direncinden kaynaklanmaktadır. Göçmenler sanki yaşadıkları göç olgusundan Mersin’i sorumlu tutmakta ve çok halklı, çok kültürlü, çok dilli bu kentte bir ‘işgal kuvveti’ zihniyetiyle davranmaktalar. Göçmenlerin Mersin’e yardımcı olduklarını söylemek mümkün değil”.
https://www.hurriyet.com.tr/mersin-in-kaderi-80219
“İclal Ablamın sözünü ettiği göçmenler Mersin’e iş aramak ve bulmak, yatırım yapmak için geliyorlardı. Göçmenin paralısı geldiği yerde yatırım yapacağı için sorun çıkarmaz, hemen geldiği yere entegre olur. Göçmenin iş arayanı aradığını bulunca kesinlikle sorun çıkarmaz, o da hemen entegre olur. 1980’lerin başlarına kadar Mersin’e gelen göçmenler hiçbir sorun çıkarmadılar.
Ne olduysa 1980’den sonra oldu. Göçmene alışkın olan Mersinliler bu dönemin başlarında da rahattılar. Ama 1980’den sonra Mersin’e gelen Doğulu ve Güneydoğulu göçmenler, kente sıkı sıkıya bağlı oldukları bir toplumsal ve siyasal kimlikle geldiler. Bir ‘muhalefet’ ve ‘işgalci’ olarak geldiler ve öyle kaldılar. Mersinliler, o zaman, sokaklarında lastik yakan, Nevruz başta olmak üzere, olur-olmaz zamanlarda gösteri yapıp ‘Biji serok Apo’ diye olay çıkaran kalabalıklarla karşılaştılar. Bunlara uzun zaman katlandılar ve hâlâ katlanıyorlar. Ekmek parası için gelen göçmenler, bu ideolojik baskılar altında sindiler, siniyorlar.
Gördüğüm şu ki: ‘Hükümet’ (‘Devlet’ demiyorum) Mersin’i göçmenleriyle baş başa bıraktı ve göçmen önderlerinin Mersinli olmaya hiç mi hiç niyetleri yok!”
https://www.hurriyet.com.tr/mersinli-olamayanlar-14647460
Adana’ya geçelim mi?
“10 Temmuz 1920 tarihinde Fransızlar ve özellikle Ermeniler tarafından Adanalılara uygulanan en korkunç zulüm ve işkence yapılmıştı. Bu olayın tarihteki ismi ‘KAÇ-KAÇ’ tır.
Adanalıların işgal süresince uğradıkları en büyük işkence zulüm ve toplu katliam olayına tarih yazarları, Adana´nın “KARA GÜNÜ” olarak tespit etmişlerdi.
Bu acı ve hüzün dolu tarihi olayı nefretle anıyor yapanları ve onlara bu konuda destek veren Fransız Milletini´de kınıyoruz.
Ermeniler, yaratılış itibariyle ancak güçlü olanın yanında yer almışlardır. Örneğin, Türklerin Anadolu´ya gelmesiyle, Bizans´a karşı Türklerin yanında yer almışlardır. Çünkü Türkler o sırada güçlüydüler ve bu asırlarca böyle devam etmişti. Mondros Mütarekesi´nden sonra ise, Türkler zayıf duruma düşmüş bulunuyordu. Türk yurdu ucundan kıyısından istila edilmişti. Böylelikle güç başkasının eline geçmiş gibi görünmekteydi. Öyle ise, güçlü olanın yanında yer almaları tabiatları gereği idi.
Ayrıca bir başka husus da; İtilaf Devletleri, Kafkasya´dan Kilikya´ya kadar uzanacak ?Büyük Ermenistan fikrinden vazgeçmeyeceklerini ve böyle bir politikayı da Türklere kabul ettirebilecek güce sahip olduklarını tahmin ediyorlardı.
Diğer taraftan, Fransa´nın Çukurova politikası başlıca iki doğrultuda kendini gösteriyordu; Ermenilere askeri harekette yer verilmesi ve Çukurova´nın idari yönden Ermenileştirilmesi. Ayrıca Ermenilerin Kilikya´daki isteklerini destekleyen Fransa, Adana ve İskenderun bölgeleri üzerinde Ermenilerin tarihi rolleri bulunduğunun kabul edilmesine taraftardı. Fransızlar, Ermeni isteklerini desteklemekle beraber, bu verimli topraklardan ayrılmayı da istemiyorlardı. Böylece o zamanlar Fransa Başkanı Briand da bu hususta şunları söylemiştir.
‘Adana bölgesi ve Mersin limanıyla İskenderun, doğal ve mükemmel bir körfez teşkil eder. Buna karşılık stratejik savunmayı sağlayacak dağlar, körfezden bir hayli uzaktır. İşte bu sebepledir ki, askeri tesir sahamızın sınırlarını, Ermenilerin rıza ve istekleri üzerine, daha ötelere götürmek istedik’.”
Demek ki Fransızların şimdiki “Doğu Akdeniz” hayalleri, gemi filan göndermeleri, sudan bahanelerle Lübnan ziyaretleri yeni değil, 100 yıl önceye dayanıyormuş.
O zaman “kullanılanlar” malûm.
Peki Macron şimdi sizce kimleri kullanıyor/kullanacak dersiniz?
Ve sadece Akdeniz mi?
Bakın Arslan Bulut ne yazdı geçen gün:
“…Elif Çavuş, Türkiye Mimarlar Odası Başkanı Eyüp Muhçu ile Trabzon ağırlıklı özel bir röportaj yaptı. Konumuz ile ilgili bölümde Muhçu, şu değerlendirmeyi yaptı: ‘Bölgedeki yatırım kararları ve kentleşme süreçleri bölgenin dinamiklerine bağlı olarak planlanmıyor. Tam tersine bölgenin pazarlanması ve buradan bir takım rantlar elde edilmesi için devletin tepesinden yerel yönetim işbirliği ile bölgeye dayatılıyor. HES’ler böyle, Yeşil Yol, yaylaların ticarete açılması böyle bir anlayışla dayatılmıştır. Uzungöl, Ayder, Fırtına Vadisi’nin yapılaşmaya açılması tamamen başka dinamiklere bağlı olarak gündeme getirilmiştir. Bölgede yaşayan insanların gereksinimi değildir. Özellikle Orta Doğu’daki sermaye gruplarına bölgenin peşkeş çekilmesi söz konusu… Bu sermaye gruplarının burada yapacağı tesisler üzerinden şehrin pazarlanmasından bahsediyoruz. Bu bölgenin demografik yapısı da değişime uğramaktadır. Bölgede Orta Doğulu bir nüfus ağırlık kazanmaya başlamıştır. Onlara öncelik veren bir kentleşme politikası vardır. O dönemin Trabzon Valisi, ‘Trabzon’da 1 milyon kişilik Arap kenti yapacağız’ demiştir… Kentsel dönüşüm adı altında projeler gündeme geldiğinde bunu şöyle yorumlamak gerekir; bu, bölgenin Orta Doğu’ya pazarlanmasıdır. Orta Doğulu bir nüfus oluşturulacaktır. Bunun yaratacağı sosyal problemler var. Giderek bölgenin Orta Doğulaşması gibi bir süreçten bahsedebiliriz. Orta Doğu’nun yoz değerleri; kaos, şiddet, savaş gibi unsurların bölgeye taşınması söz konusu. Üstelik bu handikap devlet eliyle yapılıyor.”
“İran’dan kaçak yollarla Türkiye’ye gelen Afgan mülteciler, son bir buçuk yıldır Trabzon’un Ortahisar ilçesine bağlı Hızırbey Mahallesi’ni adeta istila etmiş durumda.
Mahallede zaman zaman yaşanan hırsızlık olayları yüzünden evlerini bırakıp köye gidemediklerinden yakınan muhtar azalarından Adnan Boz, ‘50 senedir bu mahallede yaşıyorum. Son bir buçuk yıldır Afgan mültecilerden büyük sıkıntı yaşıyoruz. Camlardan aşağıya çöplerini atıyorlar, yaptığımız uyarıları da ciddiye almıyorlar. Mahallede çok kalabalık oldukları için çocuklarımız dışarı çıkıp oyun oynayamaz hale geldi. Hatta belli yerleri kapattıkları için sokaktan geçemiyoruz. Bizim artık ne mal ne de can güvenliğimiz kaldı’ dedi.
Çalıştıkları iş yerlerinde sigortalarının olmadığını söyleyen Boz, ‘Sanayi ve hal başta olmak üzere her iki dükkândan birinde Afgan mülteci çalışıyor. Hiçbir sosyal güvenceleri yok. Yaşanan sıkıntıları yetkililere bildirdik. Bize -Gerekeni yapacağız- dediler. Hala bir şey yapılmadı’ dedi. Mahalle sakinlerinden Fahri Kılıçarslan ise, ‘Mahallemizin güzide okullarından Kaledibi İlkokulu’na toplam 30 kişi kayıt yaptırdı. Bunların 24’ü Afgan. Bu çocuklar Türkçe bilmiyor. Nasıl eğitim görecekler? Üstelik bu çocukların bir kısmı madde kullanıyor, biri de tutuklu. Çocuklarımızı okula göndermeye korkar olduk. Gereken neyse bir an önce yapılsın. Mahallemizin eski huzuruna kavuşmasını istiyoruz’ şeklinde konuştu”.
“Ümit Özdağ’ın, yuvarlak hesap 50 milyar dolar harcanılan kayıtlı/kayıtsız 5 milyon kişilik ‘Suriyeliler’inden uzun süredir ses yok, kimsenin haberi yok” demiştik ya, gönül koymuşlar… Şu haber dün çıktı;
Yaban Hayatı Uzmanı Veteriner Hekim Ahmet Emre Kütükçü‘ye göre Arap ülkelerinde yırtıcı kuşlar kullanılarak avcılık geçmişten beri hayli yaygın ve adeta gelenekselleşmiş durumda.
Kütükçü’ye göre özellikle “uludoğan”ların avcılık yeteneklerinin ve görsel çekiciliklerinin Arap avcılar tarafından çok tercih ediliyor.
Kütükcü, “uludoğan” sahibi olmanın Arap şeyhleri arasında bir statü göstergesi olarak kabul edildiğini ifade etti.
Kütükçü, Arap şeyhleri arasındaki popüleritesinden dolayı geçmişten beri kimi Suriyeli kaçakçıların, yerli işbirlikçileriyle birlikte Türkiye’nin özellikle iç bölgelerinde güvercinleri kullandıkları tuzaklarla “uludoğanları” yakaladıklarını söyledi.
Yakalanan “uludoğan”ların araçların gizli bölmelerinde kaçak yollarla Suriye’ye oradan da farklı Arap ülkelerine götürme girişimlerinin sıklıkla görüldüğünü vurgulayan Kütükçü, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Daha geçtiğimiz günlerde Adana’da bir grup Suriyeli, araçta yırtıcı kuş kaçırırken jandarma tarafından yol kontrolünde yakalandı. Jandarmanın önlemlerine karşın yakalanamayanlar da oluyor. Suriyeli kaçakçılar geçmişten beri yırtıcı kuş özellikle de uludoğan kaçakçılığında rol oynuyordu. Ancak Türkiye’de de yerleşik bir Suriyeli nüfusun oluşmasıyla birlikte yırtıcı kuşlara yönelik kaçakçılık riski daha da arttı. Kuşların göç yollarına tuzaklar kurulup yakalanan yırtıcı kuşlar para karşılığı satılıyor”.
Ne dersiniz?
“Mavi Vatan”dan sonra, “Kahverengi ve Yeşil Vatan”ın bazı bölgelerinde de bir tür NAVTEX ilân edilebilir mi acaba?