İttihat ve Terakki’nin ne olduğuna dair halâ kesin bir kanıya varılamamış gibidir,
yoğun bir bilgi kirliliği yaratılmaya çalışılmaktadır; defter kitapla pek ilgisi olmayan, kulaktan dolma bilgilerle beslenmiş çoğunlukta özenle onun “devlet-millet düşmanı bir hareket” algısı yerleş(tiril)miştir.
Onlara göre İttihatçıların en büyük suçu (ve kuruluş amacı) Abdülhamit’i tahttan indirip Selanik’e sürgüne göndermektir.
Çünkü Abdülhamit “devlet-millet”ti, İttihat Terakki Abdülhamit’e karşı ise, devlet ve millete karşı demek idi.
Oysa Abdülhamit’in öyle pek de “devlet-millet” olmadığını önceki yazılarda hayli incelemiştik.
Hüseyin Cahit Yalçın, “müstebit”in o “istibdat” yıllarında içinde bulunulan toplumsal ruh halini şöyle anlatıyor;
“Biz yurt ve ulus sözcülüğünü ağzına alamayan ve kimsenin ağzından işitmeyen bir kuşağın çocuklarıyız… Ailemin içinde siyasadan hiç söz edilmezdi. Bir dayımın, 15-16 yaşında, Harp Okulu öğrencisiyken, Mithat Paşa’nın görevinden uzaklaştırılması üzerine iki arkadaşıyla birlikte gazetelere yolladıkları bir mektup yüzünden on beş yıl süreyle Rodos’ta oturmaya zorlandıklarını, yani Rodos’a sürüldüklerini neden sonra işitmiştim. Memleketin ruhu üzerine sanki bir kefen gerilmişti. Bunun altında durgunluk ve sessizlik içinde yalnızca maddesel yaşam uğraşı vardı. Ülke işleri üzerine kimse bir şey konuşmazdı. Bakınız burada yurt (vatan) yerine ülke (memleket) sözcüğünü elimde olmadan kullanmış bulunuyorum. Bu, ta çocukluk ve ilk gençlik zamanından kalma bir alışkanlıktır. Bazı sözcükler vardı ki onlar söylenmezdi. Yerlerine kulağa daha az çarpan ve yürürlükteki diktatörlüğün öfkesini çekmeyen anlamdaşlar bulmak gerekirdi.”
(“SİYASAL ANILAR”. Türkiye İş Bankası Yay. İstanbul 1976. Sayfa.1)
Öte yandan, yüzüncü yılını iftiharla kutladığımız TBMM’nin yüz yıl önc
eki o ilk toplantısını, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1915’de inşasına başlanılan Ankara’daki “kulüp binası”nda yaptığını bildiğinize de eminim.
Bina 23 Nisan 1920 ile 15 Ekim 1924 tarihleri arasında I. Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak kullanılmıştır.
Attila İlhan İttihatçılar için; “Hilâl bıyık, sustalı çakı, kara kalpak” benzetmesi yapar…
“ittihatçılar vardı hilâl bıyıklıydılar
sustasına basılmış birer çakıydılar
mor kumrular patlıyordu câmilerden
mavzerlerin gözü dönmüştü
kara kalpaklıydılar”.
Tarih ve strateji ilimdir. İlimde duygunun yeri yoktur. Mantık esastır. Olaya kabile gözlüğü ile bakıp ortak şemsiyeyi göz ardı ederek mikro milliyetçilikleri öne çıkarırsanız yanlış yapmanız kaçınılmazdır.
İmparatorluk, İttihat Terakki “Türkçülük” yaptığı için yıkılmadı. Biraz meraklı lise öğrencileri bile biliyorlar ki Türkçülük; İttihat Terakki'nin, 1789'dan itibaren düşünce hayatını saran milliyetçi akımların etkisinden İmparatorluğu korumak için can havliyle sarıldığı üç düşünce temelinden sadece birisi idi.
Kabile gözlüklüler diğer iki temelin "İttihadı İslâm" ve İttihadı anasır" olduğunu neden görmezden geliyorlar?
Yâni İttihat ve Terakki sadece Türkleri değil, imparatorluk içindeki farklı unsurları, yâni ırklar, boylar, kabileler ile bütün Müslüman toplulukları da bir arada tutmak istiyordu.
1789 rüzgârı, "roman"lara bile milliyetçilik yapma fırsatı verirken Türklerin bundan neden uzak tutulmak istenildiği merak uyandırmaktadır!
De, "Vehbinin kerrakesi" öyle değil…
Mekke Emiri Şerif Hüseyin'in; İngiliz'in yanında yer alarak Osmanlıya yani Halife'ye ve onun cihad fetvasına karşı isyanı, 1916'da neşrettiği iki beyanname ile başlar. Bakın Şerif Hüseyin isyanını nasıl izah etmektedir:
"İsyan Halife'nin değil, ancak bozkurda ibadet edecek derecede Turancılıkla meşbu olan nazırların aleyhine"dir. (Erol Güngör. "İslâmın Bugünkü Meseleleri". Sayfa 167)
Çünkü Humper'ı ve Lawrence'i bölgeye "insani yardım amacıyla" gönderen İngiltere'nin Lordlar Kamarası'nda "eş zamanlı olarak" "Hilafete ait hiçbir şeye müdahale olunmayacağı, muharebenin İttihat ve Terakki Cemiyetiyle olduğu" şeklinde bir karar alınmış ve Hind Müslümanları bile "harbin bir mahiyet-i diniyeyi haiz olmadığına, Osmanlı padişahına ve İslamın saltanatına hiçbir zararı dokunmayacağına" dair teminat verilerek inandırılmışlardı. (age. Sayfa 166)
Halifenin fetvasına karşılık Şerif Hüseyin Lordların fetvası ve Humper'ın "İslâmiyeti yeniden yorumu" ile Lawrence'in çil altınlarına itibar gösteriyordu.
Ve yine eş zamanlı olarak bölgede "Araplara bağımsızlık vaadi" karşılığı Yahudi Devleti konusunda çok önemli şu "ikili görüşmeler" yapılmaktaydı:
1) 1917 Aralık: Kral Hüseyin ile Weizman ; 2) 1918 Haziran: Faysal ve Weizman ve 3) 3 Ocak 1919 Hicaz Krallığı ile Zionist Örgüt. (Cahit Kayra. "Sevr Dosyası". Sayfa 27)
İngiliz talimatıyla Araplar Siyonistlerle görüşüyor ve bu iş Osmanlı'nın "arkasından" tezgâhlanıyor, sonra da bunun adı "İttihat Terakki Türkçülük yaptığı için Araplar ayaklandı" oluyor.
Anlamadığım bir şey daha var; neden sadece "Türkçülük" siyon oyunu oluyor da İmparatorluktaki seksen çeşit farklı ırkın ırkçılık yapması "milliyetçilik" olarak adlandırılıyor?
Ah evet.. Bütün uluslar uyanırken "Etrâk-ı bi idrak", idraksiz Türkler, bir süre daha uyusalardı ne kadar güzel olacaktı! Bir ihtimal elimizdeki bu son ulus devletin de üstüne yatacaklardı.
Bu vebalin altından bu kadar kolay kalkılacağını mı sanıyorlar?
Peki bu İttihatçılar kimdir, kimlerdir, nasıl insanlardır?
“Şemsi Paşa’nın öldürülmesi Abdülhamit üzerinde büyük bir tesir uyandırıyor ve Selânik ve civarının ordu müfettişi olan Hüseyin Hilmi Paşa’ya soruyor; ‘Kimdir bu İttihatçılar?’
Hüseyin Hilmi Paşa’nın cevabı çok ilginç: ‘Kulunuzdan gayrısı İttihatçıdır’.
Bunun üzerine Abdülhamit, ‘Artık milletimin olgunluk seviyesine geldiğini anladım ve yeniden yürürlüğe koyuyorum’ diyerek Kanûn-ı Esâsî’yi yürürlüğe koyuyor”.
(“İTTİHAT VE TERAKKİ”- İlber Ortaylı-Şadi Erdinç. İnkilâp Yay. İstanbul 2016.)
Hüseyin Hilmi Paşa’dan “gayrısı”na birkaç örnek verelim mi?
Celal Bayar, Kazım Karabekir, İsmet İnönü, Ali Fethi Okyar, Hüseyin Cahit yalçın, Ali İhan Sabis…
Kanûn-ı Esâsî, Osmanlı’nın ilk ve son anayasasıdır. 31 Ağustos 1876’da padişah olan II’inci Abdülhamit tarafından 4 ay sonra, 23 Aralık 1876’da ilân edilmiş, iki yıl sonra 1878’de ise “görülen lüzum” üzerine askıya alınmıştır.
Abdülhamit, tahta geçer ve Kanûn-ı Esasî’yi ilân eder etmez, 113’üncü maddesiyle kendisine tanınan “idari sürgün yetkisi”ni kullanarak, daha meclis bile toplanmadan; yerine tahta geçirildiği ağabeyinin ve kendisinin saltanat değişiminin mimarı olarak sadrazam yaptığı Mithat Paşa’yı sürgüne yollamıştır.
Burada, İttihat Terakkî’yi ve zamanını daha iyi anlamamıza yardımcı olacağı düşüncesiyle “ilk anayasamız” olan Kanûn-ı Esâsî’nin meşhur 113’üncü maddesi ile bazı maddelerine göz atmakta fayda görüyoruz…
“119 maddeden oluşan anayasanın ilk beş maddesi, padişahın haklarını sayan ve tanımlayan maddelerdi. Osmanlı hükümdarlığı, halifeliği de koruyarak Osmanlı hanedanının en yaşlı üyesine ait olacaktı. (2., 3. ve 4. maddeler). Padişahın kişiliği dokunulmazdı ve yaptıklarından kimseye karşı sorumlu değildi (5. madde). Vükelanın (bakanların) atanması ve azledilmesi, para bastırılması, hutbelerde adının söylenilmesi, yabancı devletlerle antlaşma imzalanması, savaş ve barış ilanı, şeriat hükümlerinin uygulanmasının gözetilmesi, yasalar gereğince verilmiş cezaların hafifletilmesi ya da affedilmesi, parlamentoyu toplamak ya da dağıtmak ve temsilci seçimi için gerekli hazırlıkları yapmak padişahın kutsal haklarındandı (7. madde).
Sadrazam, şeyhülislam ve öteki vekiller padişah tarafından atanacaktı.
Ya meşhur 113’ncü maddeyi orijinalinden okumaya ne dersiniz?
“MADDE 113.- Mülkün bir cihetinde ihtilâl zuhur edeceğini müeyyid asar ve emarat görüldüğü halde Hükûmeti seniyenin o mahalle mahsus olmak üzere muvakkaten (idarei örfiye) ilânına hakkı vardır. (İdarei örfiye) kavanin ve nizamatı mülkiyenin muvakkaten tatilinden ibaret olup (idarei örfiye) tahtında bulunan mahallin sureti idaresi nizamı mahsus ile tâyin olunacaktır. Hükûmetin emniyetini ihlâl ettikleri idarei zabıtanın tahkikatı mevsukası üzerine sabit olanların memâliki mahrusai şaheneden ihraç ve teb’id etmek münhasıran Zatı Hazireti Padişahinin yedi iktidarındadır”.
http://www.anayasa.gen.tr/
“Hazreti Padişah” deniliyor, farkında mısınız?
Tam burada yukarıdaki alıntıyı hatırlamakta fayda var.
Hüseyin Hilmi Paşa’dan “Kulunuzdan gayrısı İttihatçıdır” cevabını alan Abdülhamit sizce “Artık milletinin olgunluk seviyesine geldiğini anladığı” için mi Kanûn-ı Esâsî’yi yürürlüğe koymuştur yoksa zoru görünce mi?
Halâ İttihat ve Terakki’nin neden kurulduğu, hedefinin ne olduğu hakkında şüphe mi duyuyorsunuz?
“Kara Kalpaklı” mı demişti İttihatçılar için Attila İlhan?
Devam ediyor:
“kim kaldı ittihat ve terakki'den
o jöntürkler ki
hariçten /evrak-ı muzırra celbederlerdi /o fedailer ki barut öksürürler
sakal tıraşları mavi/kırmızı bıyıkları biber
kim kaldı /müdafaa-i hukuk cemiyeti'nden
avcı ceketi/körüklu çizme/astragan kalpak/bazen `ittihatçı'/hafif `iştirakiyun'
öfkeli kaşları salkım saçak/kumral bıyıkları mahzun/hani felaket tütün içerler
ceplerinde idam fermanları/bellerinde Söğüt yaprağı bıçak
ya millet meclisi'nde meb'us/ya kuva-yi seyyarede asker
kadehlerde rakı/nazlı beyaz/vaniköy korusunun `teşrinler'deki sisi
gramofonda incesaz/meyhane musikisi
o şenliklerden heyhat kim kaldı”
***
Mustafa Kemal de “kara kalpaklı” idi.