Kibriti Tuğrul Türkeş çaktı, biriken gündemin üzerine atıverdi.
Herkeste bir söndürme telaşı…
Hâlbuki önce bir bakın bakalım; yanmakta, yakılmakta olan “şeyler” faydalı mı, zararlı mı?
TÜDEV (Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Vakfı) Yönetim Kurulu Başkanı olan Türkeş (Sahi ne oldu Türk Dünyası Kurultayları),önce babası Alparslan Türkeş’in “milliyetçilik” tanımına yer vermiş;
“Milliyetçilik kendi milletini sevmektir. Onların iyiliğini ve refahını gözetmektir. Onların iyi bir geleceğe sahip olmasını temin için gayret göstermektir”.
(https://www.tudev.org.tr/azgin-milliyetcilik-yildirim-tugrul-turkes/)
Bu tarife kim, neden, niçin, nasıl karşı çıkıp itiraz edebilir?
Sonra örnekler…
“Milliyetçiliğin bütün olumsuzluklara, hücumlara, işgallere ve zorbalıklara karşı cansiperâne bir mücadele aracı olabileceğini ispat eden en büyük olay Türkiye’mizin Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının öncülüğünde başlattığı Kurtuluş Savaşı‘dır.
Türk milliyetçiliğinin hem düşünce hem de eylemde şahikasını temsil eden Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in ilânı hadiseleri milliyetçiliğin ‘en iyisinin’ ne olabileceğinin ve ne olduğunun da en bariz izdüşümüdür.
Öte yandan bir de milliyetçiliğin içindeki “en kötüyü” cilâlayanlar olmuştur. Bunlar da 1930’lu yılların sonlarından itibaren Avrupa’da diğer bütün milliyetçilikleri yutan Hitlerciliğin çıkışıyla tespit edilebilir”.
Devam ediyor;
“Türk milliyetçiliği; kendisini ötekine göre tarif etmeyen ve tamamıyla kendi insanının iyiliği ve refahı ve ortak geleceği üzerine oluşturulmuş bir düşünce sistemidir.
Türk milliyetçiliği için bir düşmana ihtiyaç yoktur çünkü Türk milliyetçiliği ırk temelli değildir…
…Söz konusu başlıklarda duraksamak ve planlama yapmak yerine, Türkiye’de Kürtler üzerinden ayrımcılık güden, Alevîler üzerinden mezhepçilik örgütleyen, Hristiyanlar ve diğer azınlıklar üzerinden dışlayıcılık geliştiren ve/veya Avrupa’daki popülist üstüncülüğün farklı bir varyantı üzerinden hesaplar yapan bir milliyetçilik, Türk milliyetçiliği olamaz. Olsa olsa, ‘azgın milliyetçilik’ olur.
…Toplum tabanında bu yönde birtakım düşünce kusurlarının, kimi reflekslerin olması, azgın milliyetçiliğe karşı yeni bir metot ve ıslah ihtiyacını ortaya çıkarmıştır.
…19 ve 20’nci yüzyıllarda Türk milliyetçiliğini ‘Türk milliyetçiliği’ yapanların arasında Kürtlerin, Arnavutların vb. farklı etnik köklerden insanlar olageldiği unutulmamalıdır. Yine inançlı-inançsız, Sünnî-Alevi (veya Caferi) ve hatta bazı Hristiyan ve Musevîlerin de Türk milliyetçiliğinin fikrî omurgasının oluşumunda izi, emeği ve alın teri vardır.
…Azgın milliyetçilik bilime aykırıdır. Teknolojik dönüşümü kötüye kullanır. Her şeyin ötesinde bilginin, bilgi birikimin karşısında ve muhalifidir. Azgın milliyetçiliğin mahir olduğu tek şey şiddetli yıkımdır. Oysa Türk milliyetçiliği; ‘yapmak’ üzerinedir; ‘inşa etmek’, ‘kurmak’ ve ‘çözmek’tir. Yarını düşünmek ve onu hedeflemektir”.
“Bu söylenenlerin neresine kim karşı çıkabilir?” diye düşünürken, “azgın milliyetçiliğe” takıldılar.
Ufukları demek ki sadece o kadarmış.
Yavuz Selim Demirağ konuya tam da oradan giriyor;
“Değerli okuyucularımızdan Tuğrul Türkeş’in analizini baştan sona yeniden okumalarını rica ediyorum. Biraz sabırlı olsunlar. Özetini, haber başlıklarını, yorumlarını değil özünü; özümsesinler… Türk Milliyetçiliğinin şehirli, entelektüel versiyonunu hatırlasınlar. TÜDEV Başkanı Yıldırım Tuğrul Türkeş mafya bozuntularının saldırılarını değil, dünya da yükselmekte olan ‘Sözde milliyetçilik akımları’nı değerlendirdi. ‘Kaba ve saldırgan milliyetçilik’ deyimi eleştiri tahammülü olmadığı için gazeteci ve fikir insanlarına yapılan saldırıları değil; kimilerinin ‘Global’ adını verdiği yeryüzündeki gidişata dikkat çekmeye çalıştı”.
Ve Ahmet Bican Ercilasun…
(https://millidusunce.com/milliyetcilik-uzerine/)
Yazı uzun ama hiç kısaltamayacağım. Tamamını alıyorum.
“Milliyetçilik en kısa tarifiyle milleti sevmek ve onun yükselmesini istemektir. Namık Kemal bir yazısına ‘İnsan olan vatanını sever’ diye başlıyordu. Aynı şekilde ‘İnsan olan milletini sever’ de diyebiliriz. Elbette sevme kavramının içinde ‘korumak, gözetmek, geliştirmek’ de vardır. Bir milliyetçi, milletini korur, gözetir, onu geliştirip yükseltmek ister.
‘Millet’in ne olduğu konusunda çok yazdım. Bu sebeple o konuya girmeyeceğim. Ancak millet deyince, milletin tarihî ve manevi varlığı yanında milletin tek tek bütün fertleri de anlaşılmalıdır. Sadece fertler değil onların maddi ve manevi bütün varlıkları da anlaşılmalıdır. Dolayısıyla bir milliyetçi, milletinin bütün insanlarını, onların maddi ve manevi bütün varlıklarını da sever, koruyup gözetir, geliştirip yükseltmek ister.
Bu görüş açısından bakarak Türk milliyetçilerinde bulunması gereken özellikleri maddeler hâlinde şöyle sayabiliriz.
Türk milliyetçisi, milletini tarihî ve manevi bir varlık olarak görür; dünüyle, bugünüyle ve yarınıyla Türklüğü benimser; bir bütün olarak Türklüğü yükseltmek ister.
Türk milliyetçisi, Türk olan her insanı sever ve geliştirmek ister. En ücra köydeki yoksul bir Türk çocuğu da bir milliyetçinin ilgi alanındadır. Tek tek bütün Türkler yoksulluktan ve cahillikten kurtarılmalı, refaha kavuşturulmalı ve asgari bir kültür seviyesine eriştirilmelidir.
Türk milliyetçisi, milletinin insanlarının bir kısmını şu partidendir, bu gruptandır diye ayırıp onlara her gün hakaret etmez, bağırıp çağırmaz, sövüp saymaz. Milliyetçinin dili, konuşması bir Türk’e yakışacak şekilde ince, nazik ve kucaklayıcı olur; kaba saba ve dışlayıcı olmaz.
Türk milliyetçisi, çeşitli gerekçe ve bahanelerle insanlarının bir kısmını düşman görüp onlara saldırmaz. Sopalı, silahlı milliyetçilik olmaz.
Türk milliyetçisi, milletin toprağını, dağını, taşını; suyunu, denizini, gölünü, ırmağını; bitki örtüsünü, hayvan varlığını, zeytinini, çınarını, kuzusunu, danasını korur; onları daha verimli, daha gelişmiş hâle getirmeye çalışır.
Türk milliyetçisi, uzak ve yakın tarihten gelen bütün maddi varlıklarını koruyup gözetir. Tarihî camilerini, köprülerini, konaklarını, yalılarını koruyup yaşatır; bankalarını, limanlarını, bütün kurumlarını korur ve geliştirir; onları yabancılara satmaz, kiralamaz, devretmez.
Türk milliyetçisi bütün kültür varlıklarını da koruyup geliştirmeye çalışır. Ninni, şarkı, türkü, masal, efsane, destan; zeybek, halay, bar, horon… Müzik aletlerinden yeme içmeye kadar bütün varlıklar ve gelenekler milliyetçilerin ilgi alanına girer. Onları hem özgün biçimleriyle koruma altına alır, hem de bilimin ve teknolojinin getirdiği yeni imkânlarla geliştirir, olgunlaştırır, güzelleştirir.
Türk milliyetçisi, eski yeni demeden bütün sanat eserlerini, bütün edebiyat ürünlerini benimser; bütün tür ve üslupların geliştirilmesi; sinema, televizyon, genel ağ (internet) ortamlarına uyarlanması için çalışır.
Türk milliyetçisi, milletinin fertleri arasında ayrım yapmaz; fırsat eşitliğinin şartlarını hazırlayarak her Türk’ün önünün açılmasına çalışır. Daha iyi bir yere gelmenin ölçüsü daha yetenekli, daha bilgili, daha çalışkan, kısaca daha layık olmaktır.
Türk milliyetçisi, her Türk’ün hak ve hukukunu korur. Hizipçilik, mezhepçilik, particilik gayretiyle birilerine iltimas yapmaz. İltimas yapmanın, başka Türklerin hak ve hukukunun çiğnenmesi demek olduğunu bilir.
Türk milliyetçisi çalmaz, rüşvet almaz, yolsuzluk yapmaz; bütün bunların, başka Türklerin haklarını gasp etmek demek olduğunu bilir.
Türk milliyetçisi, milletini yükseltmenin yolunun bilimden geçtiğini bilir, ülkesinde bilimin yayılması için çalışır. Ülkenin yönetiminde bulunuyorsa bilimi ana politika olarak benimser. Bilim adamlarının sayısını, seviyesini, maddi refahını yükseltmeyi öne alır.
Milliyetçilik, milleti yükseltme ülküsü olduğuna göre her Türk milliyetçisi yetenek ve gücünün yettiği en yüksek yere gelmeye çalışarak yükseltmede pay sahibi olmak ister. Bulunduğu her makamda da görevini aksatmadan yerine getirir. Görev ahlakı Türkçülüğün olmazsa olmaz şartlarındandır”.
Evet; “Milliyetçilik kendi milletini sevmektir. Onların iyiliğini ve refahını gözetmektir. Onların iyi bir geleceğe sahip olmasını temin için gayret göstermektir”.
Yedinci asırda Kür Şad olup saraylarını bastığın Çin’den, tam ondört asır sonra “yine ve hâlâ” Uygurlara yapılmakta olanların hesabını sorabilmektir.
Her çağda Bilge Kağan olabilmek; sonsuza kadar “üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe Türk milleti, Türk yurdu, Türk devleti, Türk töresi bozulmaz” diyebilmektir.
Çanakkale’de Seyit Onbaşı olabilmektir, “Ölmeyi emretmek”tir.
Conkbayırı’nda göğsüne isabet eden şarapnel parçasına bakmadan Dumlupınar’da Akdeniz’i ilk hedef gösterebilmektir.
1918’de Gence tren istasyonunda “‘Bugün Bakü, yarın Merv, öbür gün Karakurum. Ne olacak Turan var…’ diyebilmektir.
Aylardan Ağustos’u çok sevmektir. 1071 Ağustos’unda Malazgirt’te, 1526 Ağustos’unda Mohaç’ta, 1922 Ağustos’unda Dumlupınar’da olabilmektir.
1453’de Fatih’in yaşında olup 1877’de vatan parçasını, “malı mülkü uhdesinde kalmak” şartıyla İngiliz’e üç şilin karşılığında kiralamamaktır.
Rüyanda bile Karabağ, Kerkük, Kıbrıs, Mesta/Karasu’yu görmektir.
Menemen’de Kubilay olmaktır.
“Vatan”ı büyük düşünmek; Mavi/Yeşil/Kahverengi diye renklere bölmeden; adaları, adacıkları, kaya parçalarıyla; dağları, dereleri, yaylaları, köyleri ve kentleriyle bütünüyle sevmek, bütünü için ölmeyi bilmektir.
“Hastahane önünde(ki) incir ağacı”nı görebilmek veya “Yenicami avlusunda(ki) ezan sesi”ni duyabilmektir.
Kısaca…
“Ne Mutlu Türk’üm Diyene” diye düşünebilmek/hissedebilmek; hiç çekinmeden, yutkunmadan yüksek sesle tekrarlayabilmektir…