Site icon Söz Gazetesi

Yine Eylül, yine İzmir ve yine Lefkoşa…

Her 9 Eylül’de…

Bozulmuş düşman İzmir’i yaktıktan sonra yel gibi kaçarken…Yunan üniforması giydirilmiş yerli Rumlar doğal olarak esir değil, âsi muamelesi görürken…Altın güneş orada sırmalar saçar, Mustafa Kemal Paşa’nın adı mücevher taşa yazılırken…

İzmir’in dağlarında çiçekler açar.

Galiba üç yıl kadar oluyor…

Lefkoşa’nın en sevdiğim elli köşesinden (çok mu az oldu?) biri olan Büyük Han’da, ana kapıdan girdikten sonra hemen sağda, hep aynı saatte, her zaman oturduğum aynı masada, Ahmet Dayı’nın, her zaman içtiğim bir fincan sade kahveyi getirmesini beklerken ilk defa görüyormuş gibi etrafa göz gezdiriyordum.

Birden Han’a, tişörtlerinin önünde “9 Eylül” yazan ilkokul öğrencileri girdi, öğretmenleri gezdirip bilgi veriyordu. “Okul zamanı, taa İzmir’den buraya bu kadar öğrenciyi nasıl cesaret edip getirmişler?” diye aklımdan geçiriyordum ki…

Dank etti.

9 Eylül (1570), Lefkoşa’nın da fetih günü idi. Öğrenciler de doğal olarak Lefkoşa’lı idi.

Lefkoşa ile İzmir’in 9 Eylül’de buluşmalarına memnun olmuştum.

9 Eylül’de İzmir’in dağlarında çiçekler açar ama…

Lefkoşa’da da yasemin zamanıdır.

Lefkoşa’nın eski sokaklarının arasında, sarı taşlı eski evlerinin bahçelerinde bembeyaz yaseminler açar.

Her dilekte, her bilekte, her alında, her yürekte…

Yahut hatırı kırk yıldan uzun sürecek bir kahve fincanının hemen yanında mutlaka yasemin vardır.

Bu yıl yaseminler Lefkoşa’ya hem Covid-19, hem Doğu Akdeniz çalkantısıyla geldi.

Önce Yunanlılar Türkiye’nin, Suriye sınırından Yunan sınırına tank kaydırdığını açıkladılar.

Sanki Türkiye’nin elinde sadece 10 tane tank vardı da, Diyarbakır’dan Tekirdağ’a; yahut Kars’tan Muğla’ya; Samsun’dan Mersin’e kriz çıktığı an onları kaydırıp duruyordu.

Arkadan Mitçotakis büyük bir şamata ile, birlikte fotoğraf çektirdiği oğlunun askerliğini yapmak için Amerika’dan geldiğini ve askerliğini Türk tanklarının karşısındaki sınır bölgesi Dedeağaç’ta yapacağını açıkladı.

Madem tank gönderdiniz, oğlum orada karşınızda gösterisi sergiledi.

Çok yazık olur palikaryacığa!

Ama en iyi, güzel, çarpıcı yanıt Akhisar’daki Mihriye Teyze’den geldi.

85 yaşındaki Mihriye Yalazı;  Yunan Armatör Aristotle Onassis’in doğduğu ev olarak bilinen Akhisar’daki tarihi evini 3 milyon euroya satın almak isteyen Yunanlılara, onları şok eden bir cevap verdi. Dünyaca ünlü armatörün adına kurulan Onassis Vakfı, Yunanistan İzmir Konsolosluğu yetkilileriyle evi görmeye geldi. Vakıf adına evi satın almak istediklerini belirten heyet, Mihriye Yalazı’nın olumsuz cevabıyla karşılaştı. Ev için teklifi yükselten vakıf yöneticileri ev için 3 milyon euro teklif etti. Bu para karşısında da olumsuz cevabını devam ettiren Yalazı, “Yunan bayrağı dalgalanamaz” diyerek heyeti geri gönderdi.

Yunanlılara bir tepki de Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nden geldi. Yunanistan’ı Batı Trakya Türk azınlığına ilişkin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) 12 yıl önceki kararlarının uygulanması ve Yunan mahkemelerinin yanlış kararlarının düzeltilmesi konusunda bir kez daha uyardı.

Yunanistan Anayasası’nın 3’üncü maddesinde; “Yunanistan’ın dini Ortodoksluktur ve dinin başı Konstantinopolis’tedir” denilerek kastedilen Fener’in kara cüppeli, kara külahlı, kara sakallı başpapazı da bir köşesinden gündemdeki Türk-Yunan gerginliğine müdahil olmaktan geri kalmadı.

“İstanbul’daki Ayasofya ve Kariye müzelerinin camiye çevrilmesinin Yunanlıları rencide ettiğini” söyledi.

https://odatv4.com/patrikten-sert-ayasofya-cikisi-07092039.html

“Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” olan seni ne ilgilendiriyor Yunanlılar?

Şöyle konuşmuş: “Birkaç ay önce Ayasofya camiye dönüştürüldü. Daha sonra da en güzel manastırlardan Kariye de cami yapıldı. Sanki şehirdeki camiler yetmiyormuş, sanki buradaki çoğunluk dininin inananları için çok sayıda ibadethane ihtiyacı doğmuş gibi yönetenler, aceleyle bu kararları aldı. Bu eylemler bizi, kimliğimizi, tarihimizi, kültürümüzü rencide ediyor. Sabrediyoruz ve dua ediyoruz.”

Kara papaz; Türkiye Cumhuriyeti’nin kararlarına karşı sabredip dua ediyormuş…

Gördünüz mü EGEAYDAAK, Meis ve Doğu Akdeniz Navtexlerinin nerelere ulaştığını? Kimlerin, konuların etrafından bin marifetle nasıl dolaşıp, bulaştığını?

Hatırlarsanız bir önceki yazımızı; “Karadeniz, Ege, Akdeniz ‘Mavi Vatan’dır da… EGEAYDAAK’daki 152 ada, adacık ve kayalık, deniz kaplumbağası mıdır?” diye bitirmiştik.

Kıbrıs’tan büyük tepki geldi. Dostlar “Mavi Vatan’a Kıbrıs’ı neden eklemedin?” dediler.

Evet efendiler… Çünkü Kıbrıs “deniz kaplumbağasıdır”. Ben demiyorum, siz kendiniz “gabullanıyorsunuz”.

Bir yıl önce şöyle yazmışız: (23.8.19)

“Kıbrıs’ın kuzeyindeki ‘yeni’ kimlik kartlarında da ‘bayrak’ yahut ‘milli sembol’ yok.

Bayraklı ‘eski’, ‘ay-yıldızlı’, ‘kırmızı beyaz’ kimlik kartları nerenize batmıştı ey muhteremler?

Kanada bayrağındaki ‘akçaağaç yaprağı’nın, Lübnan bayrağındaki ‘sedir’ ağacının ulusal anlamları vardır da, sizin yeni kimlik kartlarınıza koyduğunuz ‘kaplumbağalar’ neyi ifade etmektedir?

Evlerinizde üçer beşer tosbağa mı besliyor, gece gündüz onlarla yatıp kalkıyor, yumurtalarından omlet mi yapıyorsunuz?

Hiç mi yabancı araba plakası görmediniz? Sizin bayılarak ‘yeni’lediğiniz plakalarınızda neden KKTC yahut TRNC yazmıyor?

Kendiniz tanımazsanız, ‘devletinizi’ başkasının tanımasını nasıl bekleyeceksiniz?

Hadi Akıncı’yı geçtim, zaten ‘bayraksız’ başkan, yabancıları düz duvarın önünde karşılıyor da; Başbakan ve diğer Bakanlık resmi internet sitelerinde neden bayrak yok?

‘İki dal arasında, ağzında zeytin dalı taşıyan uyduruk kuş’ amblemi neyi temsil ediyor? Ya üzerinde zar zor görünen silik ay-yıldızı da lütfen, usûleten, fazla lâf olmasın diye mi koydunuz?”

Bir yıl geçti değişen bir şey yok…

Tık yok. Herkes oturuyor.

KKTC aynı KKTC…

Komünist kılıklı faşist sendikalar her gün çeşitli bahanelerle başbakanlık önünde araçlarla eylem yapıyorlar ama “kişiliksiz kimlik”lerdeki kaplumbağa/tosbağaya kimse ses çıkarmıyor…

Geçen gün yapılan “şok eylem”le Başbakanın devlet televizyonunda katılacağı konuşma stüdyoya girilerek “engellendi”.

Görevli yok, polis yok, mahkeme yok, savcı yok, adalet yok.

Siz hiç Afrika kabile devletlerinde bile böyle bir engellemeyi ve üstelik cezasız kaldığını duydunuz mu?

Derken Aydın Sami’nin vefatı haberi geldi.

Allah Rahmet Eylesin.

Ben 74 sonunda kendisini tanıdığımda “Lefkoşa Sancağı”nın son “Serdar”ı idi.

Efendi adamdı.

http://www.yeniduzen.com/yasayan-en-yetkili-agizdan-tmt-16145h.htm (1 Ocak 2011)

Yukarıda bağlantısını verdiğim röportajı, TMT hakkında yapılan sayılı söyleşilerdendir. Konuyla bir şekilde ilgilenecek olanların mutlaka incelemesi gerekir.

Ben konuya başka taraftan gireceğim.

Kardeş Ocağı’nın (İttihat ve Terakki’nin Kıbrıs Şubesi. HM) nergis kokulu bir köşesinde gerçekleşen söyleşinin şu bölümü üzerinde yoğunlaşacağım;

“Aydın Samioğlu, 1928’de Baf ’ın meşhur Poli kasabasında doğdu. Babası memur olduğu için sürekli değişik yerlere tayin alıyordu. İlkokolu Leymosun’da bitirdi. O günlerde Kıbrıs’ta tek ortaokul ve lise vardı: Lefkoşa İslam Lisesi… Aydın Samioğlu da ‘duhul imtihanları’nı geçerek İslam Lisesi’ne girdi. 1946’da liseyi bitiren Aydın Samioğlu, ‘biz savaşın çocuklarıyız’ diye tanımlıyor kendi neslini. 2’nci Dünya Savaşı sırasında büyümüş bir nesil. Savaş günlerinde Lise’yi bitirenler hemen pasaport alamıyordu. İngiliz hükümeti bunu biraz da ‘işsizlik krizi’ yaratıp gençleri Kıbrıs ordusuna almak için yapıyordu. Gençler pasaport alamadıkları için yüksek tahsile gidemiyorlardı. Memuriyete girebilmek için de mutlaka İngiliz Ordusu saflarında askerlik yapmak gerekiyordu. Kıbrıs Ordusu iki gruptan oluşuyordu. Lojistik ikmaller yapan ‘Katırcılar Grubu’ ve savaşan ‘Muharip Grup’… İşte öyle bir dönemde, savaşın hemen sonrasında Liseyi bitiren Aydın Samioğlu da pasaport alamadığı için yüksek tahsile gidemez. Devlet Hastanesi’nde eczacılık kurslarına devam eder. Parasız ve gönüllü yaptığı bu hizmetin sonucunda, iki yıl sonra pasaport alabilir ve İstanbul Hukuk Fakültesi’ne eğitime gider”.

Burada “kuşak meselesi” gündeme geliyor.

Kısaca 1925 kuşağı, 1950 kuşağı ve 1975 kuşağı.

25 kuşağı (Aydın Sami’nin akranları) her şeyi gören nesildir. Savaşı, İngiliz sömürgesini, Rum’u, TMT’yi ve OKTY’den KTFD’ye, KKTC’ye evrilen bir zaman dilimini yaşayan nesil.

50 kuşağı Kıbrıs Cumhuriyeti’ni, Rumla savaşı ve sonrasını görmüştür.

75 kuşağı Rum-İngiliz bilmez. “Türk’ten Türk’e” dünyasına doğmuş ve yaşamaktadır.

Peki, 50 ve 75 kuşağında mevcut İngiliz aşkını; 75 kuşağında mevcut İngiliz aşkı/Rumculuk sevdasını nasıl, neyle izah edersiniz?

İngiltere’de, Kıbrıs’ta yaşayanlardan daha çok Kıbrıs Türkü’nün yaşıyor olması; orada her aileden akraba-eş-dost-tanıdığın bulunuyor olması ve o Türklerin hepsinin her dakika memleket hasretiyle yanan iyi insan-güzel insan olmaları; İngiliz’i de “iyi-örnek insan”, İngiliz idaresini-Sömürge Yönetimini “akraba/özlenen yönetim” yapmaz.

O Türkler oraya kendi istedikleri için değil, vatanları padişah tarafından “kiralandığı” için gitmeye mecbur kalmışlardır.

Çanakkale’de, Filistin’de, Kanal’da “düşman” kimdi?

Gertrude Bell, Lawrence’in işleri neydi Türk topraklarında? Gazete satmaya mı gelmişlerdi?

75 nesli şimdilerde “İngilizce öğrenme”, “iş yaşamına kattığı disiplin” ve “sosyal yaşama getirilen bazı kurallar” ve hele “İngiliz terbiyesi” kavramlarından, sanki Viktorya’nın bir lütfuymuş gibi söz etmektedir.

Kim “terbiye edilir”?

Ya “terbiye etmek” ne demektir?

Ne diyordu Aydın Sami;

“Savaş günlerinde Lise’yi bitirenler hemen pasaport alamıyordu. İngiliz hükümeti bunu biraz da ‘işsizlik krizi’ yaratıp gençleri Kıbrıs ordusuna almak için yapıyordu. Gençler pasaport alamadıkları için yüksek tahsile gidemiyorlardı. Memuriyete girebilmek için de mutlaka İngiliz Ordusu saflarında askerlik yapmak gerekiyordu”.

Kim bilir daha nelerle “terbiye etti” İngiliz?

1925 nesliLefkoşa’da Selimiye’nin minareleri arasında gerilen “God Save the Queen” mahyasını gördü.

1950 nesli “God Save the Queen”i pek hatırlamadı.

1975 nesli “God Save the Queen”i hiç görmedi.

İyi ki görmedi.

Ama babaları, dedeleri “bu terbiyeyi” neden anlatmadı?

Beratlı şöyle diyor:

https://www.kibrispostasi.com/c1-KIBRIS_POSTASI_GAZETESI/j57/a36492-osmanliyi-iki-yuz-yilda-tasfiye-edemediler

“1912’deki İkinci İttihat ve Terakki Parti Kongresi’ne Kolağası Mustafa Kemal Bey, nerenin delegesi olarak katılmıştır? Trablusgarp Delegesi! Çünkü 1911’den beri, orada görevli idi… İtalyan işgalinden önce de ordaydı… Nutuk’da bahsettiği ve ‘asla izin vermeyeceğiz’ dediği, Mezopotamya ile Kilikya arasındaki o ‘Tampon d’etat’ neresi oluyor? 1918’de ordu komutanlığından alınmasına neden olan o İskenderun’a birkaç ‘İngiliz askeri’ çıkarma girişimine kalkışan Fransız gemilerine niçin top ateşi açtırmıştı, bu adam? Sadrazama da ‘Bunlar Musul ile Akdeniz arasında, Suriye’nin kuzeyinde bir koridor devletçik kurmaya kalkacaklar, asla izin vermem’ deyip, görevden alındı, ordusuz kaldı! Bu adamın aklından zoru mu vardı? Yoksa yüz yıllık meseleleri görebilecek kadar aklı, izanı ve zekâsı mı?

Bugün konuşulanlara bakın, anlarsınız…”

Anladınız mı şimdi Doğu Akdeniz’deki, 100 yıl sonra tekrar depreşen İngiliz-Fransız-Amerika ortaklığı ile “Suriye ve Irak kuzeyinde koridor devlet kurma” aşkını.

Paşa adını 100 yıl önce koymuş, bugünü görmüş…

Atatürk kolay olunmuyor.

Ve muhteşem özeti yazının sonuna doğru yapıyor Beratlı;

“Ve şimdi yüz yıl sonra, görülüyor ki meğer, 19.yy’daki ‘Türkleri geri Asya’ya sürme’ politikası,  unutulmamış, ‘uygun zamana’ ertelenmiş… Yunanistan denilen uçan kuşa borçlu devlet, bırakın Ege’yi bu defa Akdeniz’e de el koyup, ‘780 bin km kare yüz ölçümü olan kıtanın kıta sahanlığı yok, ama 10 km kare yüzölçümü olan adanın, 50 bin km kare kıta sahanlığı var’ demekte! Ve arkasında gene Fransızlar ile (bu defa İngiliz sotada) Almanlar… ABD de ‘peşkirci’! -Yüz sene önce de aynen böyleydi-“

Yunan; arkasında Fransız ve Almanlar (İngiliz sotada)… ABD de peşkirci…

Her zaman öyle olmadı mı?

Türkiye’de 100 yılda yönetimler değişti, karşı tarafta Yunan’ı kullanan aktörler hep rol değiştirerek aynı kaldı.

Kaplumbağacılara inat olsun diye ve gerçek yüzlerini ortaya çıkarmak için söylediğimiz sözün doğrusunu yazalım:

Kıbrıs adasının yarısı değil, bütünü “Mavi Vatan”dır.

Doğu Akdeniz; bir değil, beş tane De Gaulle gelse “Türk Gölü’dür.

Cengiz Topel Akdeniz Fırtınası 2020 Tatbikatı’nın da 9 Eylül’e denk getirilmesi bunun mühürüdür.

Lefkoşa’da, eski sokaklarda, eski sokaklar arasındaki sarı taşlı o eski evlerin arasında dolaşırken şimdi takmaya mecbur kaldığımız maskenin arkasından bile…

Yaseminler gene “tütüyor”.

Bugün 9 Eylül…

Hem İzmir’in dağlarında, hem Lefkoşa’da çiçekler açıyor.

Mustafa Kemal Paşa’nın adı mücevher taşa yazılıyor…

Exit mobile version