İstanbul Kanal Projesinin son 9 yıldır gündemde oluşu ilk değildir.
Söz konusu proje, Roma İmparatorlarını, hattâ Osmanlı Sultanlarını da etkilemişti. Projenin ismi de, "Sakarya Kanal" projesiydi. Faydası; Marmara Denizindeki İzmit Körfezine girecek mermer ve kereste taşıyacak Osmanlı gemilerinin, Sakarya nehri yoluyla Karadeniz'e naklini sağlamaktı. Tersine, Karadeniz yönünden gelen bir gemi, Adapazarı Karasu sahil noktasında denize akan Sakarya nehrine girip, nehir yatağından güneye yol alacak ve Marmara denizine kıyısı olan Kocaeli İzmit körfezi sahil kesimine en yakın noktasında; İzmit Körfezi ile Sakarya nehri arasında açılacak suni bir kanal yoluyla, İzmit körfezine ulaşılacaktı. Kanal yapımında, Sakarya nehri ile İzmit Körfezi arasında kalan Sapanca gölünden faydalanalıcak, açılacak toplam kanal uzunluğu, en fazla 12 kilometre olacaktı. Ancak, o günün gemi boyutlarına göre, kanalın eni, en fazla 100 metre olabilirdi. Roma İmparatorlarının da hayali olan 1000 yıllık bir kanal projesiydi bu. Üstelik, kanalın güzergâhı üzerinde Bolu, Eskişehir ve Bilecik illerine ait ilçelerin de, bu kanaldan yararlanması imkânı doğacaktı.
Peki, İstanbul boğazına paralel olarak, Marmara Bölgesini tam ortasından, kuzeyden güneye boylu boyunca ikiye ayıracak olan Kanal İstanbul yerine, Sakarya Kanalı projesi yapılmamasının nedeni neydi? Şunu hatırdan çıkarmamak gerekir: Globalleşen bir dünyada, bağımlı kalabilmek, oldukça zordur. Hemen belirtelim ki, bir ülkeyi, bağımsız iken, bağımlı hale getirmek; düzeni tersine çevirmek gibi, gülünç ve oldukça da tuhaf bir mantıktır. Neden mi!? Marmara denizinden Karadeniz'e ulaşımı sağlayan doğal ve Allah'ın bir lütfu olan İstanbul Boğazını inceleyelim. Ve çok değil, tam 97 yıl öncesine dönelim.
24 Temmuz 1923 tarihinde, Lozan Anlaşma müzakereleri sırasında, İngilizler henüz İstanbul'u işgal altında tutuyorlardı, İngilizler şehri, 02 Ekim 1923 tarihinde teslim edeceklerdi. Ankara TBMM'si ve hükümetinin; İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya gibi devletlere karşı verdiği kurtuluş savaşı sonrasında Lozan'da yapılan anlaşmada, Musul ve Kerkük dışında lehte başarı sağlanmış ise de, İstanbul Boğazı hakimiyetimiz dışında kaldı. Anlaşmaya göre, İstanbul Boğazında Türk askeri olmayacaktı. Boğazın kontrolü, Anlaşmanın, "Boğazlar Sorunu" başlığı ile düzenlenen bölümüne bakıldığında, Boğazların idaresi bir komisyona bırakılmıştı. Ancak başkanı Türk olacaktı. Boğazların iki tarafında ayrı, ayrı 20 km.lık alanın askerden arındırılması kararlaştırılmıştı. Ancak olağanüstü bir durum olursa, Türk tarafı boğazlara asker sokabilirdi. Ticaret gemileri boğazlardan serbestçe geçecek, savaş gemilerine gelince tonaj sınırlaması olacaktı. Hani tam bağımsızlık, nerede?; Yok… Şimdi, Lozan anlaşmasına karşı çıkanlara sormak lazım: Anlaşma şartlarının o haliyle, bugüne kadar öyle olmasını ister miydiniz!? Mustafa Kemal Atatürk bile, önce yeni devletimizi kuralım diyerek, sonraki, gayretleri ile; Lozan anlaşmasından tam 13 yıl aradan sonra 20.07.1936 tarihinde bu defa Montrö Boğazlar Anlaşmasını yapma mücadelesine girmiş; anlaşma şartlarını Türkiye lehine çevirmiştir. Ayrıca, Anlaşma; sadece İstanbul Boğazını değil, Çanakkale Boğazını ve Marmara Denizini de kapsıyordu. Çünkü, Ege Denizinden, İstanbul Boğazına bir gemi gelebilmesi için önce Çanakkale Boğazından geçmesi, Marmara Denizini aşması gerekiyordu. Anlaşmanın sonunda, güvenlik yetkisi; anlaşma taraftarı olan Uluslararası Devletler de iken, yetki, Türkiyemize geçmiştir. İstanbul Boğazı, anlaşma öncesinde silahlanmamış iken, anlaşma sonrasında boğazın, silahlandırılması Ülkemize bırakıldı. Kısacası, güvenliğin her konusunda karar veren taraf ülkemiz olmuştu. Boğazlar konusunda bağımsızlığımız yokken, bu anlaşma ile, tam bağımsızlığımız sağlanmıştı. Peki, Kanal İstanbul yapılıp açılırsa, Montrö Boğazlar anlaşması delinip, geçersiz kalmaz mı? Zira adı geçen anlaşma yüzünden, Karadeniz'de kıyısı olmayan ABD'nin savaş gemileri Karadeniz'e şu anda giremiyor. İşte bunun için, özellikle ABD için, İstanbul Kanal Projesinin gerçekleşmesi yoluna gidilmektedir. Bu nedenle, 2007 yılında ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice'ın Türkiye'ye, söz konusu proje için geldiği düşünülür oldu. Ortadoğudaki 22 ülkenin sınırlarını değiştirmeyi sağlayacak olan İsrail menşeli ve ABD himayeli projenin bir parçası da, artık İstanbul Kanal Projesi oluyor. 1960'lı yıllarda ortaya atılan iddia şuydu: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, diğer adıyla Komünist Rusya'nın ideali, ılık denizlere; Akdeniz'e çıkmaktı. Fakat adı edilen ülke, aslında, Montrö Boğazlar Antlaşmasına göre, zaten Akdenize boğazlar yoluyla çıkabiliyordu. Komünist Rusya'nın sembolü olan "orak" içine Türkiye'yi alacak şekilde tutup, çekiçle de, üstüne vurulması yalanları, 1960'lardan beri söyleniyordu. Ülkemiz gençliğini sağ-sol olarak bölmek, ABD tarafından gerçekleştirilirken; asıl şimdi, ABD'nin yapılacak olan "İstanbul Kanal" sayesinde Karadeniz'e girip, Türkiye'yi üç taraftan birden kıskaca alınması; yanısıra, Karadeniz ülkelerine karşı eylem yapılmasına yardım edilmektedir. Bilindiği üzere; Büyük Ortadoğu Projesi, Güney Anadolu'yu Mersin'e kadar olan kısmının etkisi altına alabilmek İsrail devletinin rüyasıdır. Diğer yandan; Gürcistan'ın ve Ukrayna'nın da Nato'ya alınması için verilen sözler de, Kanal İstanbul Projesinden sonra, realize edilme sırasını bekliyor.
Diğer taraftan; Kanal İstanbul'un yapılmasıyla gelirler artırılacak denmesi ise, bir hayaldir. Çünkü, 2007'den 2018'e kadar, İstanbul Boğazından geçen yük gemileri sayısı %27 azaldı. Her yıl için azalma oranı da, %2,5 oluyor. Kanal İstanbul yapıldığında, adı edilen kanalın 7 senede bitmesi hesap edildiğinde, gemi geçişlerinin, 7 yılda, %17,5 daha azalması hesabıyla, Kanal İstanbul bittiğinde, 2007'den başlayarak, projenin bitirildiği tarihe kadar, gemi geçişleri toplamda %44,5 azalacaktır. Zira, İstanbul boğazından geçen petrol ve/veya ürünlerinin, Avrupa'ya nakilleri, halen boru hatlarıyla yapılmaktadır. Gemi geçişlerindeki azalışlar bundandır. 1982'lerden sonraki hükümetlerin Başbakanı olan Turgut Özal döneminde Boğaz'dan geçen yük gemi ücretlerinde, yıllara göre, keyfi olarak güncellemeler yapılmadığı için, gelirler düştü ve yılda 150-250 Milyon Dolar bir gelir sağlanır oldu. Yıllar itibariyle geçiş ücretlerinde güncellemeler yapılmadığından, yıllar itibariyle, her yıl için yaklaşık en az 1 milyar doları bulan bir gelir kaybı doğmuştur.
Esasında İstanbul boğazından sağlanacak gelir bu kadar olacak; şu kadar olacak, Kanal İstanbul yapılırsa iyi paralar kazanılacak iddiaları bir yerde önem ifade ediyorsa da, önemli olan, İstanbul Kanalının yapılması için Devletin değişik kurumlarından gelen yapım olumluluk bilgileri doğru olup olmadığına bakmak gerekiyor! Önemli olan da, budur. Zira, ÇED raporu incelendiğinde görülecektir ki, Balyoz darbesi ile tutuklanıp, hapishanelerde bir süre yatarak çıkan eski Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ'un kamu oyuna verdiği demeçlere bakıldığında, Milli Savunma Bakanlığı'nın ve Genel Kurmay Başkanlığı'nın, İstanbul Kanalı için verdiği herhangi bir ÇED raporu yoktur. İstanbul Havaalanı tarafından da, yapılacak olan İstanbul Kanalı'nın havaalanından olacak uçuşları menfi yönden etkileyeceği, şeklindeki raporu da bir hafta sonrasında geri çekilmiş; yerine ÇED raporu için "uygundur" onayı verilmiştir ki, burada da yine bir tutarsızlık vardır.
Yazımızın başında geçen bağımsızlık görüşümüze dönelim; "Bir ülkeyi, bağımsız iken, bağımlı hale getirmek, düzeni tersine çevirmek gibidir; gülünç ve oldukça tuhaf bir durumdur". Bir fıkra: Havanın sıcaklığından, soluk soluğa kalan bir deve, ağaçların altında gölgelenen keçi sürüsüne yalvarır, "Bana bir ayaklık yer açın da, gölgeleneyim". İnsafa gelen keçiler, biraz yer açarlar, ama pişman olup, homurdanmaya da başlarlar. Devenin gövdesi büyük gelmiştir, zira. Homurdanmalar artınca, deve de öfkelenir, "Kafamı bozmayın, çökerim" (!) der. Uzatmayalım. ABD'yi Karadeniz'e sokmak, ülkenin bağımsız gözüken şimdiki halini, ne olacağı belirsiz maceralara sokarak, hem de tam bağımlı hale getirecektir!