Ülkemizdeki kamu mali disiplininde, son 37 yıl sonrasında başlayan ekonomik dengelerdeki aşırı bozulma hızla arttı. Kamu açıklarının aşırı genişlemesinden iç ve dış borçlanma ihtiyacı çok hızlı büyüdü. Maliye disiplini bozulunca, çıkan mali krizin etkilerini zayıflatmak için Dünya Bankası ve IMF destekli istikrar programları uygulanmak zorunda kalındı.
Devletin ekomiye müdahalesi ile ekonomik meselelerin başladığı iddiası ileri sürülerek iktisadi politikada özelleştirme politikalarına ağırlık verildi. 1983 yılında başa iktidara geçen Ana vatan partisi’ndeki özelleştirmeyi başlatma sloganı, “Devlet sigara üreteceğine tank üretsin” idi. Bu süreçte, ekonomik canlanmada lokomotif olarak inşaat sektöründe otoban yollar yapılması; büyüme hareketi noktasında da, enerji sektörü santral yapımları seçildi. Dolayısıyla iç dış müteahhitlere çalışılacaktı.
1983-2002 yıllarında, Dünya Bankası ile IMF kredileriyle enerji üretimi için Termik ve Hidrolik Sanral yapımlarına hız verildi. Bu yatırımlar, ülkede yaklaşık %15 olan enflasyon oranını % 40’lara çıkardı. Bu dönem içinde ülke bütçesi devamlı açıklarla kapatıldı. Bütçenin gelir kaynakları, Dünya Bankası ve IMF’den alınan kredileri oldu. IMF kredilerinin kullanılmak istenmemesi, 2003 yılında başladı ve gerekçesi, topluma açıklanması gibi değildi. IMF tarafından alınan kredilerin nerelerde ve nasıl kullanılacağının raporlanması isteniyordu. IMF’den borç almak istenmemesinin asıl nedeniydi. Kredilerin nasıl kullanıldığı yerlerin denetiminden kaçınmak içindi.
1992 yılından itibaren, Kamu harcamalarının kısılmasıyla daha küçük bütçe hazırlamaya yönelik politikalar tutmayıp, SGK açıkları üçe katlanınca mali yapı alarm vermeye başladı ve ekonomik meseleler 1992 yılı başından itibaren artmaya devam etti. Özel şirketlerde de, mali yapı hızla bozulmaya başladı.
2000 yılında IMF ve Dünya bankasının desteği ile enflasyonu azaltmak için politikalar uygulamalara kondu. Hedeflenen aşırı değerli olan TL; yüksek cari açık/gsmh oranı, yüksek enflasyon ve devalüasyonu azaltmak ve ekonomideki yapısal meseleleri iyileştirmekti. Bu meseleler kalkmadan, kalıcı büyüme ve istikrar sağlanması imkansızdı. 2001’de bankacılık ve finans sektörü krizleriyle, özel ve kamu bankalarında büyük açıklar olunca, gecelik faizler ortalama yüzde 6 Bine kadar yükseldi. Dünya Bankasından getirilerek, Ekonomi Bakanı yapılan Kemal Derviş, uzun vadeli istikrar için bütçe açıkları yerine bütçe fazlası veren yöntem hedefini seçti. Sabit yerine dalgalı kur öngörüldü; Merkez Bankası’nda zaten olması gereken fazlalık sağlandı. 2001 krizinden sonra uygulanan politika ile ekonomi iyileştirmeyle büyümedeki istikrarlı durum sağlandı. Alınan tedbirlerle enflasyon %29,7 altına geriledi. Sosyal güvenlik sisteminde reform yapma çabalarıyla önemli mesafeler alınmaya başlandı.
Bu meselelerin çözümü, 2003 yılı Ocak ayı ortalarında iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisinin oldukça işine geldi. 2003 yılı öncesinde, ülkenin 113,9 milyar dolar dış borcuna karşılık T.C. Merkez Bankasında 27,1 milyar dolarlık rezerv vardı. Ayrıca 2010 yılı öncesine kadar, Devletin elinde kalan sanayii kuruluşları ile enerji üretimi yapan Termik Santrallar özelleştirilmesi başladı. Fırat nehri üzerindeki Kamuya ait HES santralleri özelleştirme dışında bırakılmasıyla, enerji üretimindeki devlet payı %23’lere düşürülürdü; hedef gerçekleştirildi.
Yapılan özelleştirmelere göre, 2020/Eylül başına kadar, tekstil ve tütün sektörü dahil özelleştirmeleri ile 18 yılda Hazine’ye 62,3 milyar dolar gelir sağlanmasına karşılık, dış borç 307 milyar dolar artışla 421 milyar dolara ulaştı ve bu dış borca karşılık, Merkez’in kasasında sadece 16,8 milyar dolar kaldı.
2020 Eylül ayına ilişkin Merkezbank verilerine bakıldığında, 2002 yılı sonuna göre Merkez Bankasının kasasındaki para ve 20 yılda toplanan 2.32 trilyon dolar vergiye karşılık borç çok daha fazla arttı. Üstelik, bunun %20,3’ü, yani 5’di 1’i faize gitmişti.
Özetle, 1983 yılından 2021 yılı sonuna kadar devamlı olarak bütçe açıkları verilerek büyüme sağlandı.
2020/Ocak ayında kiralık rezerv denilen swap hariç rezerv varlıkları değeri 82,6 milyar dolardı. Dokuz ayın sonunda, 100 dolarlık rezervin 79,6 doları yok olmuştu. Dış borç devamlı artarak, rezerv varlıkların değeri dış borcun yüzde %4’üne kadar geriledi.
Halen, Hazineye ait olan varlıkların tamamı Türkiye Varlık Fonu (TVF)’unda toplanmış durumdadır. Bu varlıklar teminat gösterilerek dış borçlanma yapılabilir oldu. TVF’nin, 2020 yıl sonunda 63 milyar dolar borcu olmasına rağmen, Sayıştay denetimden kaçınmak için, ülkenin elde kalan malları TVF’de toplandı.
Kişi başına Milli gelir seviyesi, doların değişimine göre, 9.000-11.000 dolar arasında değişmektedir. IMF’nin ekonomik görünüm raporuna göre 1980 yılında 2.134 Dolar olan fert başına düşen milli gelir; 2013’de 12.480 dolar iken, sürekli düşmeye başlayan fert başı Milli geliri: 2014’de 10.537; 2015’de 9.261; 2016’da 9.056; 2017’de 8.8560; 2018’de 9.693; 2019’da 9.042 (Dünya Ortalaması ise 10.954); 2020’de de, sert şekilde 7.715 Dolara düştü.
Büyüme hızı, bu yıllarda Türk Lirası bazında yükselir iken, Dolar bazında ise devamlı düştü. Ama sadece TL cinsi büyüme hızı misal gösterildi, dolar bazındaki düşmeden bilinçli olarak sözedilmedi.
Gayri Safi Milli Hasılanın, Ülke Nüfusuna bölünmesiyle hesaplanan kişi başına düşen milli gelir; yılın ilk çeyreğinde yüksek hedeflerle hesaplanırken, bu rakamlar yılın Ekim ayı sonlarına göre, yukarıda belirtildiği gibi düşürülerek (revize) tespit edildi.
Fert başına düşen milli gelir makro bazındadır, amasöz konusu bu gelir, gelir seviyesindeki adaletsizler nedeniyle, avam tabakasına yansımaz. Mesela, sanayi bölgelerindeki kişi başına düşen milli gelir 9 bin ise, sanayisi olmayan bölgelerdek 7 bin altına düşer.
Böyle olmasaydı; her ferde düşen yıllık kişi başı gelir; milli gelir x dolar kuru kadar, sanayi bölgesine göre, 9.000 x 7,- dolar= 63.000,- yıllık/12 (ay)= 5.250,- ortalama aylık ücret ederdi. Halbuki, ülkemizin çalışanının çoğu açlık seviyesinde olan asgari ücret geliri, bu 5.250,- TL’nin yarısının çok altındadır.
Özetlenirse. hesap edilen kişi başına düşen milli gelir, asgari ücret seviyesinde kazancı olan düşük gelirli avam tabakası gelirini temsil etmez. %30 oranındaki işsiz nüfusunu ise, hiç temsil etmez.
Düşük gelirlileri ilgilendiren, asıl mikro ekonomidir. Mal ve hizmet fiyatları, çarşı ve pazarda belirlenir. TÜİK verilerine göre 2020 enflasyon oranı %14,6 iken, tüketicide hissedilen enflasyon oranı % 40’ın üstündedir.
Sonuç olarak; 14’üncü yüzyıl devlet adamı, filozofu ve ekonomisti İbn-i Haldun, “Devletin ekonomisi yükselirken vergiler azdır, devletin ekonomisi zayıflarken vergiler yükselir,” der ve ilave eder “Devletin büyümesi için denk bütçe” yapılmalıdır.
Türkiye’de mali yapı disipsizliğinin temelinde, son 9 yılda devamlı artan enflasyon olmuş, bu da, alışkanlıkla yapmıştır. Üstelik Ülkemiz, 2020 yılının başında çıkan salgına da, hazırlıksız yakalanmıştır.
Ayrıca, ekonomi kötüye giderken faiz arttırılmaz; enflasyonun çok arttığı dönemlerde yapılan faiz artışları enflasyonun tetikçisi olmaz. Halbuki, tam tersi yapılmaktadır.
Konfiçyus der ki: “Düşünmeden öğrenmek faydasız, öğrenmeden düşünmek ise tehlikelidir.”