24.Ekim.1945 tarihinde kurulan Birleşmiş Milletler (BM)’e ait Anayasanın, VII’inci Bölümü altındaki, “Barışın Tehdidi, Bozulması ve Saldırı Eylemi Durumunda Alınacak Önlemler”e ait düzenlenen, 51’inci maddesin de, “……(BM) üyelerinden birinin silahlı bir saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi uluslararası barışı ve güvenliğin korunması için gerekli önlemleri alıncaya dek, bu üyenin doğal olan bireysel ya da ortak meşru savunma hakkına halel getirmez….. . …….” hükmü vardır.
Maddeye göre, BM’ye üye olan devlete yapılan saldırıda, üye devletin yapacağı meşru savunma eylemleri Güvenlik Konseyi’ne bildirilmekle yetinilir.
Peki.., ülke içinde iç savaş çıkarıp, savunduğu rejim için, bir devlet kurmak amacı ile dış güçlerden yardım istense ve diyelim ki, “Ey Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB), rejiminin savunucusuyum, yardım et!” daveti çıkarılsa ve davete icabet eden de, Birleşmiş Milletler üyesi olarak yardıma koşsa, ne olur!
Şimde nereden çıktı bu diyeceksiniz?:
Olay, 24.Aralık.1979-15.Şubat.1989 tarihleri sürecinde Afganistan’da yaşandı. Bu fırsat kaçmazdı.. SSCB’liği, Afganistan’daki Marksist hükümetin davetiyle kuzey istikametinden Afganistan’a girip, Hükümetin, İslamcılara karşı verdiği savaşa karıştı. 9 yıl boyunca bu savaşta yerini aldı. Buna karşı, Mücahitler de, Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Suudi Arabistan, Pakistan, Çin gibi ülkelerden yardım aldılar. Sonuçta, Sovyetler Birliği çekilmek zorunda kaldı; bıraktığı boşluğu ABD’de seve seve doldurdu ve halen de, oradalar.
Metod hep aynıydı; ABD, IŞİD’İ Suriye’ye soktu. IŞİD’i temizlemek bahanesiyle de, bir süre sonra da, Suriye’ye girdi. İlaveten, Türkiye ve Irak PKK teröristleri Suriye’ye sığınıp, buradaki Petrol Kaynaklarını eline geçirdi; ABD’nin bu kaynaklara sahip çıkma gayretleri, yetmedi Rusya’nın da Suriye’ye girmesini getirdi. Bu yetmedi, Ülkemiz de aynı topraklarda yerini aldı.
Daha fazlası, 12.Eylül.1980 öncesinde yaşandı. Ülkemiz’deki durum da bunların benzeriydi. ABD’ye karşı oluşan 1968 kuşağı tabir edilen Dev-Genç, arkasından Dev-Sol ve gençliği ve bunlara karşı Kominzmle Mücadele Derneği altında örgütlenen, sonra MHP’nin alt kuruluşu olan ülkücü gençlik, sonra, kendilerine Ak Gençlik olarak adlandırılan; ancak Dev-Sol ve Ülkücü Hareket gençliğinin çatımalarını sadece seyretmekle yetinen, kapatıldıkça değişik partiler kuran Necmettin Erbakan’a bağlı, Milli Türk Talebe Birliğince örgütlenen AK Gençlik…
Öyle bir görüntü verildi ki, Sinop-Adana arasındaki hattın doğusunda, Dev-sol, olaylar çıkaracak, olayları bastırabilmek için, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) olayları bastırabilmek için hattın batısından doğusuna doğru ilerlediğinde, iç anadoluda kurtarılmış bölgeler oluşturan Dev-sol, TSK birliklerine arkadan saldıracak, böylece iç savaş başlayınca, Dev-Sol, BM’ler Anayasasının 53’üncü maddesine göre SSCB’liğine davette bulunacak; olaylar, Dev-Sol yararına başarılı olursa, Ülkemiz toprakları; kuzeyde Trabzon Rum Pontus Devleti canlandırılacak, Trakya bölgesinde Balkanskaya, Ege bölgesinde Egenskaya, Güney doğuda Arapskaya, Doğu bölgesinde, Ermeniya, hemen altında Kürdiya ve İç Anadolu, şeklinde 7’ye bölünecek; Türkler İç Anadolu’da sıkışık bir bölgeye hapsedilecekti, güya.. Bunlar, ülkemizin ordu birlikleri kışlalarına, Genel Kurmayca gönderilen kurmay subaylarca, birliklere yapılan anlatımlardı. Bu anlatımlara da, 12.Eylül döneminin Yedek Subayı olarak şahittim..
Aslında söz konusu planın sahibi ABD idi. Dünyayı parmağında oynatan ABD, oyununu yine iyi oynamıştı..
Nitekim, 1980 yılı ortalarında, TSK, Anayasa’nın kendine verdiği teminatla, dönem iktidarına uyarı mektubu vermişti. Arkasından Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, ABD’ye gitti; raporunu sunup, aldığı talimatla ihtilalini yaptı. TSK, Ülke idaresine el koyunca olaylar anîden kesildi; uzunca bir süre sıkıyönetim uygulamaları yürürlükte kaldı. Bir süre sonra da, yapılan seçimde, ABD’ye bağlılığı olan sivil bir hükümet kuruldu. İhtilali yapan Kenan Evren Cumhurbaşkanı oldu.!
“Bir Ülkenin önderini yıpratamıyorsanız; kahramanı yapınız,”?
Fakat, O kahraman 10.Kasım.1938’den önce, gençliğe yaptığı hitabetinde, Ülkeyi gençliğe emanet edip, ilkeler koysa da, çok partili demokrasiye geçilmesiyle, siyasi rantlar uğruna; önder Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, özellikle Siyonist Rohtscild Ailesi’nce, Ülkemiz üzerindeki arzularını gerçekleştiremedikçe, önderimiz aleyhine yıpratma çalışmaları başlatıldı. Bu sağlanamayınca, ister istemez Atatürk kahraman yapıldı. Ama bir taraftan da, Ailenin eğitim okullarında eğitilenlerce iç siyasette yıpratıldı. Çünkü, talimat böyle verilmişti..
“Kahramanı olmayan bir milletin geleceği de, yoktur.”
Bu söz, T.C. Devleti’nin nasıl kurulduğunu anlatan en güzel cümledir. Osmanlı Devleti’nin, bitme eşiğinde, bir anda dört bir yandan saldırıya uğramasına karşı kurulan Türkiye Cumhuriyetinin verimli topraklarından, her devletin bir parça alabilme hayali mutlaka vardır.
Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulmasında önder liderdi. Savaşta gösterdiği cesur tavır ve anlaşmalarda gösterdiği akılcı tutum ile Türk halkının tek lideriydi.
1919-1938 dönemi, bağımsızlık ve çağdaşlaşma hedefinin birbirinden soyutlanmış olarak ele alındığı bir sürecin temsilidir. Bağımsızlık olmadan, çağdaşlaşma sağlanamaz. Bağımsızlık için Mareşal Mustafa Kemal (Atatürk) komutasında destansı bir kurtuluş savaşı verilrdi ve başarıldı..
Atatürk diyordu ki, “Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medeniyetleşmesine karşılık Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlanmıştır. Artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi. Halbuki hangi istiklal vardır ki, ecnebilerin nasihatlarıyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin. Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir.”
Kendisi; Halk, Devlet ve Devrim olarak sayılan ilkelerle ilerlenebileceğini ilk gören; gösteren devlet adamıydı. Ancak zamanla, Atatürk’ün temel görüşlerinden uzaklaşıldı.
Bu, çok partili demokrasi sonrasında; siyasi kaygılarla verilen tavizlerle oldu. Ülke giderek Amerikan güdümüne sokuldu.
Herkes, Atatürk Milliyetçiliğini kendi gönlüne göre uydurma izlenimi verir oldu. Ancak uygulamaların, Atatürk Milliyetçiliği ile hiçbir ilgisi yoktu. Batı, “Verdiğimiz silahları milli menfaatlerinize göre değil tespit ettiğimiz hedeflere göre kullanabilirsiniz!” demekteydi!?
Gelen demokrasi hürriyeti ile siyasette din istismarı arttı. Halbuki din, siyasi çekişmeler için yeryüzüne gönderilmedi. 70 yıl içinde dış güçlerin öğretileri öne geçti. Atatürk’ün kalkınmaya yönelik ilkelerinden, iç ve dış güçler etkisiyle uzaklaşıldı ve ortaya çıkan boşluk, dış güçler tarafından dolduruldu.
Son söz, Atatürk der ki: “Vazifeyi ihmale sürükleyen merhamet, vatana en büyük ihanettir”.