Ekonomide basit bir kural vardır. İhtiyaçlar sonsuz,
kaynaklar sınırlıdır. Kaynaklar yetersiz ise, ihtiyaçların da, üretim eksikliği kadar azaltılması gerekir. Bir yerde olan 100 bin nüfus için, 100 bin birim üretim var ise, mesele yoktur. Fakat 100 bin nüfus için, 50 bin birim üretim olursa, ekonominin iyi işletilmediği anlaşılır.
Ülkemizde, özellikle sanayi yatırımlarında kullanılacak sermaye için, ortada, birikmiş para var mı? Söyleyelim, sermaye yok veya yetersiz. Sermayenin payı kâr'dır. Kârın olabilmesi için maliyetinin düşük olması gerekir. Ama, yatırım için öz kaynak sermayesine ihtiyaç var, o da yetmiyor ve finansa ihtiyaç var. Fakat alınacak borç için yüksek faiz ve vergiler ortaya çıkıyor. Üretimi çalışacak emekçiye, emeğinin karşılığı olan geçineceği ücretinin verilmesi lâzım; veriliyor mu? Evet veriliyor; ama yetersiz kalıyor.Tüketim ekonomisi, satış reklâmlarıyla ihtiyaç malzemesinin yelpazesini genişletilmiş durumda.
Çiftçinin elindeki toprak, üretimin ana malzemesidir. Peki üretim yapılıyor mu! Hayır, zira üretim girdi maliyetleri yüksek. Tohum dışardan, alınan ürün, üreticiye ulaşıncaya kadar kullanılacak olan ilaç çevre kirliliği ile çok kullanılıyor ve pahalı hale geliyor. Ürünün; hasadında kullanılan araçlara ait ve pazara gidişindeki nakliye ücreti yüksek. Petrol de pahalı.
Üretimin pazara gelişinde aracı çok. Maliye Bakanlığınca söz verilen "Hal Yasası" ortada yok, üstelik bu yasanın getirilme düşüncesi 1982'lere dayanıyor. Gelen siyasi partilerle komisyoncular arasında bir işbirliği var sanki; sanırsınız bu yüzden hal yasası getirilmiyor.
Sonuçta toplumun tüm meslek grupları, gelirini geçecek şekilde harcama yapınca bütçe açığı ortaya haliyle çıkar. 2003 yılında halkın tüketici kredisi borcu 7,5 milyar tl. iken 2019 sonunda 540 milyara tl.'ye dayandı. Refah yönüyle büyüme yerine, halk borçlarla büyüdü. 2003 yılından beri başta olan iktidar partisi; büyük üretim yatırımları yerine, üretim getirisi olmayan yatırımları, özel sektöre yaptırma modelini seçince, özel sektör, iç ve dış finans kuruluşlarına borçlandı ve yatırımların geliri geri dönüşü uzayınca, bütçe eksikliği ortaya çıktı. İktidar; topladığı vergi gelirleri ile, çoğunlukla israf ağırlıklı harcamalarını karşılar olunca, devamlı artan bütçe açığı ortaya çıktı. Bütçe açığının 440 milyar dolara dayanmasıyla, yapılacak tek çare kalıyor ki, bunun için ihtiyaçların frenlenmesi ve israf harcamalarından vazgeçmelidir.
Bütçesinde açık veren devletlerin, stagflasyon olarak adlandırılan durgunluk dönemlerinde, "toprak kazıp, sonra da, kazılan yeri toprak ve betonla doldurma" gibi, projelere girişmemesi gerekir. Örneğin, iktidar hükümeti, İstanbul'daki Atatürk hava alanından veya her şehirde var olan devlet hastanelerinin kullanımından vaz geçerek, yerlerine şehir hastaneleri yatırımlarına girişmesi, tekrardan ibaret olan üçüncü hava alanı yapması ve yapılması düşünülen İstanbul Kanal gibi yatırım hacamalarına girişmeyi seçmiştir. Şu anda devleti yönetenler, üretimi arttıracak işletmeler yerine, üretim sağlamayan, ama gider etkinliğini fazlasıyla arttıracak inşaat yatırımlarını tercih edince, devlet hazinesi oldukça zayıflamış; özel sektörün de gücü tükenmiştir. Devlete gelir yönüyle vergi veren şirketler de iflastadır.