Ahlakın tarifi, “İnsanın doğuştan getirdiği ve sonradan da kazandığı birtakım tutum ve davranışların tümü, kişide huy olarak bilinen iyi ve güzel niteliklerdir,” şeklinde yapılır. Ansiklopedik tarifi ise, “İnsanın iyi veya kötü olarak vasıflandırmasına yol açan manevî nitelikleri, huyları ve bunların etkisiyle ortaya konan iradeli davranışla ilgili ilim dalıdır,” şeklindedir.
Ahlak dilimize Arapça’dan girmiştir, bu dilde kullanılan “seciye, tabiat, huy” gibi manalara gelen “hulk” veya “huluk” kelimesinin, çoğuludur.
İnsanda iyi huylar yaratılış olarak vardır. İyiye veya kötüye gidişte, ilk olarak ebeveynlerin rolü etkilidir, sonra devreye çevrede kurulan kişilerin davranış ve karakter etkileri devreye girer. Okul döneminde alınacak eğitimlerde ise ahlâk, etik kuralların öğretilmesiyle daha iyi gelişir.
Kurumların Etik Yönetmeliklerinde ahlaki değerler; dürüstlük, doğruluk, tarafsızlık, yasa dışı emirlere karşı direnme, ayrımcılık, kayırma, rüşvet, yolsuzluk, görev ve yetkinin kötüye kullanımı, istismar etme, ihmal, bencillik, dalkavukluk, işe siyaset karıştırma, bedensel ve cinsel, psikolojik şiddet-mobbing vb. kötülükler sıralanır. Kamu Görevlileri Etik Davranış İlkeleri Yönetmelikleri; 25.5.2004 tarihiyle kabul edilen 5176 sayılı Kanunun 8.6.2005 tarihli R. Gazete’de, Başbakanlık genelgesinin yayımlanmasıyla, Kurumlar 2005 yılında yılında ardı ardına yayımlandı. Kurumsal olan ve olmayan özel firmalar ise evvelden beri, etik kurallara uygun çalışmayanını, tazminatsız olarak işten çıkarmayı kazançlı görüyordu. Bu tedbirlerin alınması öncesinde, ülkemizde bir ahlak eksikliği bir miktar yaşanır iken, etik kurallar yönetmelikleri sonrasında ahlaki çöküntü, müslüman bir ülke olmamıza rağmen hızla artış gösterdi. Kamu ihalelerinde zaman zaman olan usulsüzlükler de, dış güçlerden talimat alınmışcasına, 2007 yılından itibaren yaygın bir şekilde aniden artmaya başladı.
Üstelik, “Din güzel ahlaktır, “hadisine” rağmen (Gazeli;İhya 3-50)..!
Ülkemizde Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla halkın din işlerine hizmet verilir. Diyanet Başkanlığı’nın personeli hariç, Türkiye sınırları içinde en az 90 bin cami; bir o kadar da, imam ve müezzini vardır. Bu sayıyı 90 bin değil, 900 bin sayıya çıkarsanız da, dinin ana esaslarını anlatan Kur’an’daki ahlak ve ibadet kurallarını anlamak için ayetlerin “meal” anlatımları yetersiz olur; öğrenilen de, hayat içinde tatbik edilmezse ahlakın iyileşmesi yetersiz kalır . Hizmet etmede nicelik değil, nitelik önemlidir.
Ahlaki olgunluğa erişmede din önemlidir, ancak mali yapının bozulmasıyla ekonomik dengesizlikler de, toplum ahlakının çürümesinde önemli etkendir. Bunu, mevcut yönetime taraf olanlar, bu durumu pek görmek istemezler. Zira, bir insan taraf tutmaya başlar başlamaz; dünyada da, o kadar az şeyi görmeye başlar.
İslamiyet inanışında, Allah’ın tek olduğu (112/İhlas suresi) başta gelir; sonra da, İslamiyetin “Kul hakkı” üzerine kurulu olduğudur. “Kul hakkı”nın kalplerde pekişmesi ile ahlaki bozulma önlenebilir. İslamiyette müslüman olmak demek, Allah’a teslim olmak demektir. “Kalbi eğitmeden aklı eğitmek, eğitim değildir. Vicdan olmadan bilgi sahibi olmak tehlikelidir.” (Aristoles – “Aristo” )
“Gruplara ayrılarak birbirleriyle alay edip, mal biriktirip, onları sayıp duranlara ses çıkarılmadıkça, topladığı malın kendisini ebedî yaşatmayacağı, kurtarıcı olmayacağı,..” Kur’an’ın (3 satır ve 9 ayetlik 104/Hümeze Suresi) ayetlerini ibadette Arapça okunurken, ne anlama geldiği, bilinmez ise anlayarak okuyan ile, okuduğunun anlamını bilmeyenin kazançları bir olmaz. Ayrıca, anlayan ve tatbik eden daha kazançlıdır. Anlamadan okumanın hayatta tatbikatı olamaz. Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu..?
“Kur’an’ı idrak edilmeyen ve tefekkürsüz bir okumada hayır yoktur,” Hz. Ali’den gelen hadis.); Kur’an’ı anlama ve idrak etme çabası bulunmayan bir okumada hayır yoktur,” (Hadis; Kenz’ul Ummal).
“Yüce Allah kimine kiminden daha fazla rızk verir, fazla rızk kazananlar, rızklarını elleri altındakilerle paylaşıp, kendileriyle eşit hale getirmeye yanaşmazlar ise, peki onlar Allah’ın nimetlerini inkâr etmiş olmuyorlar mı?” (Nahl Suresi/71). Bu ayeti Arapça okuyan, mealini bilmezse, Allah tavsiyesine uyulmaz, topluma yardım etme ve eşitlik seviyesinde eşitlik kurulamaz.
“Yemin olsun ki, biz Kur’an’ı üzerinde düşünülsün diye kolaylaştırdık; ama hani düşünen?” (Kamer, suresi 54/17,22,32,40) ayetlerindeki maksat, Kur’an’ın, sadece Arapça üzerinden okunması değil, okunanın anlaşılması, düşünülmesi ve davranışta bulunulmasıdır. O halde insanı eğitmek için vahyedilen Kur’an’ın İslami kurallarını; Arapça bilmeyen bir Türk, namazlarını Arapça okuması gerekirken, mealini de bilmeyince kazancı sadece Allah’a borç ödemek olur. İlişkilerinde de, ahlak uygulamasında eksik kalınca da, sağladığı kazancı zarara dönüşebilir.
Dolayısıyla dini eğitimde, Kur’an ayetlerinin anlamları öğretilmez ise, eğitim de yetersiz kalır; eğitimin amacı sağlanamaz. Misal; ülkemizde, 13 yıl öncesinden başlayarak; üretim yerine, israf ekonomisi başlamıştır. Peki, İslamiyette “İsraf yapın” emri var mıdır, ki israf yapılıyor?!
Arapça bilmeyen bir Türk’ün, okuduklarını anlayıp, yaşamı süresince de, tatbik etmesiyle sağlayacağı kazancı, anladığı halde emirleri yerine getirmeyen bir Arap’ın kazancından fazla olur.
Kurallar da, işletilmez ise geride “Din göğe çekilir, yeryüzünde sadece edebiyatının gösterisi” kalır..!
Allah’ın verdiği nimetler karşılığında 5 vakitteki 17 rekât farz ve üç rekât vitr namazı kılmakla namaz borcu yerine getirilir. Ama borcunu ödemeyip, “benim kalbim temizdir,” iddiasında bulunan bir gencin, çalışmaya atılınca da, kişilere olan her türdeki borçla ödemelerini ihmal etmeye başlarsa, halen, “benim kalbim temizdir,” demesine inanabilir misiniz!
Peygamber efendimize (asm) atfen, “500 bin hadisi vardı; evlendiği hanım daha 6 yaşını, doldurmamıştı,” benzeri sahte ve iftiraya da girecek anlatımlardan sonra, toplamda topu, topu 10 bini geçmeyen hadis söylediğini öğrenen bir neslin, dış güçlerin etkisiyle de; ateist, deizm ve agnostikizm gibi inanış ve sonu ‘izm’lerle biten ekonomik sistemlere yönelmesi mümkündür. İşte o zaman uzmanların, “…Yok; topu, topu 10 bini aşmayan hadisi vardı..?! Yok; evlendiği hanımı 15-17 yaş civarındaydı..!,” düzeltmesini yapması, artık bir işe yaramaz olur. Çünkü iş işten geçmiştir.! İçine hurafeler sokulan din de pekâla bozulur.
Esasen, dincilik yerine dindar olmak; dinin siyasete alet edilmemesi gerekir. Çünkü Allah, “din siyasette kullanılsın,” diye, göndermedi. Lâkin dinin siyasette sıklıkla kullanıldığı görülür oldu..!
Nitekim ülkemizde, “Üstün ahlak” iddiasıyla 1950 yılından itibaren yönetime sık fasılarla gelen iktidarlar, her mahallede birer zengin yaratma sevdası güttü. Bu sevda ile 1950’lerde 1-2’yi geçmeyen dolar milyonerini, 70 yıl sonra enaz 30’a çıkarttı. Sermaye birikimi bahanesiyle seçilmiş kişileri kollayanlar “Kendin yap, işlet ve devret,” modelleri ve hazine garantileriyle müteahhitleri ve sanayicileri hâlâ koruyup kolladı. Bırakın; dindeki yerini, Etik Kuralları içinde yer alan “koruyup-kollama” hani olmayacaktı..!?
Günbegün artan ahlaki çöküntü, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyerek, sorumsuzluk gösteren çekirdek ailelere kadar inince; artık bilinçsiz, umursamayan bir insan yığını ortaya çıktı.
Ahlakın bozulduğunu anlamak için, siyasi iktidara yandaş olan, olmayan olarak 2’ye ayrılan TV’lere göz atmak yeter. İktidara yakın olanlar programlarında, aile yapısı bozukluğunu açık şekilde gösterir! Evliliğini resmen bitirmeden, başka bir erkek veya kadın ile birlikte hayat sürdüren biri, nikahsız doğan zina mahsulü sabilerini resmî nikahlı eşinin nüfusuna kaydettirme cesaretini de gösterir; yine aile içi çekişmelerden dağılmalarla, bir çok çocuğun ayrılmak zorunda bırakıldığı ana ve babalarını yıllar sonra aramaları, babanın tesbiti için DNA tespitine gidilmeler, TV ekranlarında sıklıkla görülür oldu.
İktidara yandaş TV’ler hırsızlık, dolandırıcılık, sâhtekarlık, borç sadakatsizliği, cinayet, gasp, darp, sahte üretime ilişkin haberler verip, ahlaki yapının bozulduğunu gösterirken; karşı TV’ler de, işsiz gençliğin milyonları aştığını, gıda ürünlerinin devamlı artan fiyatlarını, makro-mikro ekonomik bozukluğu haber yaparken, iki gruba ayrılan medya birlikteliği ortaya çıktı. Toplumun durumu ve ahlaki yapısının çürümeye başladığı elbirliği ile gösterilmeye başlandı. Ama işin tuhaflığı, bunu farkedemeyenlerin de çok oluşudur!
Devlet ihalelerinde; adrese yapılan ihaleler, vasıflı mal ve hizmeti almak yerine, aksinin yapılması yine günbegün artmaktadır. Fakat, denetimlerde tespit edilen usulsüz işlemlere yaptırım uygulama yerine, çoğu defa, seyretme yolu tercih edilir olmuştur. Seyredilirken de, hazırlanan Yönetmelikler ve Etik Kurul Yönetmelikleri havada kaldı. Kurumların personel alımları adrese teslim olduğu gibi, personel alım ve atamalarında da, liyâkat gözetimi de kul hakkına da giren bozulmalarla çığ gibi büyümüştür.
Halbuki, cehâlet yenilmesi gereken en büyük düşmandır; düşman galip gelmeye başlamış; yalancılığın da, meslek dalı olduğu dönem, zaten var iken, çok fazla artmıştır.
Aileler, evlâtlarını bizzat eğitme yerine, devlet okullarının ahlak eğitimine terkettiler. Çünkü, fert başına milli gelir artsa bile, bu artıştan faydalanamayıp geçim derdine düştüklerinden, çocuklarını eğitmek için çaba gösteremez durumdadırlar.
Lâkin işin aslına bakılırsa; historiyografinin, sosyolojinin ve iktisadın öncülerinden kabul edilen 14’üncü yüzyılın İslâm düşünürü ve devlet adamı olan İbn-i Haldun’a, eğitim konusunda sorarlar: “Evlâdımızı nasıl yetiştirelim? O da der ki: “Evlâdını eğitmenize gerek yok, sen kendini eğit yeter.”
Tabii ki bu kural, sadece ebeveynler için geçerli olmayıp, muhalifleri ile siyasi çekişmeler yapma yerine hizmet etmesi gereken Siyasi yönetimler için de, geçerlidir. Kul hakkı yememek adına..