“Bu etnik toplulukları da kendi içinde bölmek olanaklı. Örneğin Çerkesleri, İnguşlar, Çeçenler, Abhazlar diye bölebiliriz.”
“Dersimiz bölme!” diyordu!
Türkçesi de güzeldi doğrusu:
“Bölmenin anası etniktir: Türkler / Kürtler / Çerkesler / Gürcüler / Arnavutlar / Araplar / Yahudiler / Ermeniler / Rumlar / Lazlar vb.”
Şaşırdım. O bunu fırsat bilip, sesini yükseltti:
“Bu etnik toplulukları da kendi içinde bölmek olanaklı. Örneğin Çerkesleri İnguşlar, Çeçenler, Abhazlar diye bölebiliriz. Amaç Türkleri bölmekse, kökenlerine başvurulabilir: Türkmenler / Özbekler / Kazaklar / Kırgızlar vb”.
“Bunu nasıl becereceksiniz? Biz artık kendimize ‘Türk’ demeyi benimsedik; senin dediklerin çok gerilerde kaldı.”
“Göçmenler / Yerliler / Mubadiller, diye ayırıyoruz. Nasıl olsa siz Avrupalı olmaya kararlısınız. Balkan göçmenlerine ‘Siz Avrupalısınız, medenisiniz; oralarda malınız mülkünüz kaldı’ diyoruz.”
Bölme işlemine iyice kaptırmıştı:
“Göçmenleri kendi içinde bölebilirsiniz: Yugoslav göçmenleri / Makedonya göçmenleri / Bulgaristan göçmenleri / Trakya göçmenleri vb. Yerlileri bir başka şekilde bölüyoruz: Karadenizliler / Egeliler / Doğulular / Batılılar / Karamanlılar / Dersimliler!”
“Bitti mi?”
“Noo!.. Öbekler, bir ortak çıkar uğruna yan yana gelebilirler ve bölme işi toplamaya dönebilir. O nedenle, bölme işini ufalama eylemiyle ve kolayca kışkırtılabilen duygularla örülmüş kine dönüştürebilirsiniz. Yapılması gereken, kutsallıkla oynamaktır. İnananlar / İnanmayanlar gibi.”
“Neden Müslümanlar ve Hıristiyanlar değil de, inananlar ve inanmayanlar diye bölünecek?”
“Müslüman ve Hıristiyan olarak bölünürse; Müslümanları birlik olmaya itelersiniz. Bu durumda etnik bölme operasyonu zarar görür. Artık inananların içine Ortodokslar, Museviler, Katolikler, Protestanlar, Süryaniler, Müslümanların sünnisi, Alevisi, Şafisi, Caferisi vs. girecek.“
“İnanmayanlar kim? Komünistler mi?”
“O eskidendi. Yönetim düzeninde, din esas olarak alınmadığından laiklik birleştirici oluyor. Şimdi ‘inanmayan’ demek laikliği savunan, din esaslarının yönetimde etkisini istemeyen demek oluyor.”
“Yani laiklik taraftarı olanlar, inanmayanlar mı oluyor?”
“Aynen böyle! Kilise, cami, dergâh egemenliği isteyenlerle istemeyenler çatışması verimlidir. İnananlardan Müslümanları da ufalayabiliriz: Kürt Sünniler / Şafi Sünniler / Kürt Aleviler / Türk Aleviler / Hanefi Türkler / Caferi Türkler / Rufailer…”
“Mezhepler birleştirici olur!”
“Kolayı var! Mezhepleri alt öbeklere, tarikatlara bölebiliriz: Nakşiler / Süleymancılar / Nurcular / İlimciler / Menzilciler / Kadiriler / Nizam-ı Âlemciler… Böl bölebildiğin kadar.
“Sınıfsal bölmeleri eklersek değme bilgisayar programı Anadolu insanını bir araya getiremez! Hele bir de işe partizanlık karıştırdın mı deme gitsin!”
“Coğrafi olarak bölemedikten sonra, mozaik senaryonuz gazetede kalır. Buradakiler, Amerika’daki gibi oradan buradan toplama halkınıza benzemez!”
“Yes Sir! You are right! Harita üstünde Sevr-Mevr yok artık, güçlendirilmiş yerel yönetimler var! Merkezi devlet yok; özerk-otonom devletler var! Ulus yok; sivil toplum örgütleri, vakıflar, şeyhler, dedeler, seyyidler, çelebiler, babalar, emirler, falcılar, büyücüler, üfürükçüler, nüshacılar, ağabeyler, bacılar…
Yurttaşlık bitti; ‘mensupluk’ var! Daha da eşit olmak için mensup olmak yetmez, ‘meczup’ olacaksın!”
“Bu işlerin mümkünü yok!”
“Çoğu oldu bile! Önce ‘Kimliğiniz nedir, Batılı mı, Doğulu’ mu?’ diye, sorduk. ‘Bizim kimliğimiz nedir? Büyük büyük dedem asil miydi? Bizim aslımız Türk değil mi acaba?!’ diye kendi kendinize sormaya başladınız.”
“Doğru! 1980’lerde böyle başlamıştık.”
“1000 yıldır sizi Anadolu’da bir arada tutan ne varsa yıkıyoruz. ‘İnsan hakları’ diyerek, ‘Demokrasi, din ve inanç özgürlüğü’ diyerek,‘sivil toplum’ diyerek, ‘resmi tarih’ diyerek, ‘ezen ulus-ezilen ulus’ diyerek; kutsal devlet adına çeteleştirerek, ülkenizin topraklarını beyaz zehir ticaretine yol ederek, babalarla devlet yöneticilerini aynı fotoğrafa sokarak, mafyanızla sağ ve solu birleştirterek, devlet yönetimini toplumuna yabancılaştırarak, ‘yurtta sulh’ünüzü bozarak, komşularınızla aranızı açıp ‘cihanda sulh’ünüzü silerek…
Yuvarlak masa, vakıf, burs, ziyaret, ticaret, konferans… Amerika severlerinize Amerikan Enstitüleri, “think tank”ler, Almanseverlerinize Kondrad, Ebert vakıfları; din severlerinize Hıristiyan diyalogçuları, Moon tarikatı, Presbiteryen, Evangelist misyonerleri, Nurculuk uzmanları, solcularınıza insan hakçıları, sağcılarınıza inanç hürriyetçileri yolladık. Doğudan Humeyni hattında Hizbullahi akınına ses etmeyerek ve hatta kışkırtarak!”
“Biz sabırlıyızdır! Gün olur uyanırız!”
“”Uyumuyorsunuz ki! Uyanıksınız, ama artık aklınız şaştı… Üstelik aşağılık kompleksine kapılmayınız diye, Amerika’da eğitilmiş Uzakdoğuluları, Yahudileri, Afrikalıları size uzman olsun diye yollamaya çaba gösterdik. Burslar verdik; en zeki çocuklarınızı kendimize benzettik. Onlar şimdi özel-resmi üniversitelerinizde mensup, liberal gençler, liberal Müslümanlar, lider arılar eğitiyorlar!”
“Milli devlet, güçlü iktidar, ulusal birlik, mukaddesat diyenler susmaz!”
“Milliyet-ulus bitti, yaşasın global dünya! Yaşasın tek dünya, tek devlet, tek din! Yok istiklal! Yok, başına buyruk yönetimler! Yaşasın Ronald, George, Billy, Hillary, Blair, Schroeder. Little Targıt, Hodja!.. Dede, Baba! Molla!
Adaptasyon, entegrasyon-Prezidıntt, Suvpır Steyt, frend Yurop… İnşaa – Allah, Teksas, Yu Key, Pop, Bişop, Hodja… Effendiy, Rabbiy, Oya, Merve, Gül, Denis, Bulend… Barzan, Tayyib, Talaban ve Apo!”
*
Sabır taşım çatlamıştı. Ulus’a koştum. İstiklal Meclisinin salonuna girdim; mebusların oturduğu okul sıralarına, ortada duran küçük odun sobasına baktım. Salonun ağır sessizliğinde, başkanlık kürsüsüne doğru ilerlerken derinlerden sesi geliyordu:
“Benim anladığıma ve katiyen hüküm verdiğime göre bu millet karar vermiştir!
Ya namusu ile yaşayacaktır veyahut bütün memleket yansın, yıkılsın, harap olsun, gene bu (savaş) devam edecektir!
Bu memleketin en son tepesine kadar çıkacağız ve en son nefesimizi orada teslim edeceğiz. Ancak ondan sonradır ki düşmanlar bu memlekete sahip olabilirler.”
*
Utançtan ne diyeceğimi bilemedim, ancak, “Koruyamadık, Gazi Paşa!” diye fısıldayabildim.
(Tümü için bkz: Mustafa Yıldırım, Savaşmadan Yenilmek, UDY, 2008, Sayfa: 261-266)
Not: Orada burada “Amerika’dan yanadır! Avrupa’dan yanadır!” diye müzevirlik edenler, kendileri yazacak kadar yürekli olamayan, kıvırtarak internette yazar gibi yaparken takma ad kullanan ödlekler midir, yoksa karanlık kişiler midir? Yakında adlarıyla ortaya dökülecekler… Başka yolu yok!