Salon konuşmalarını dinlemiş mi?
Evet, hem de kaç kere!
Televizyonlarda sabahlara dek süren tartışmaları izlemiş mi?
Evet, izlemiş hiç bıkmadan!
Ağza alınması zor sözlerle yöneticilere saldıran, her biri 50–100 bin satan o kitapları okumuş mu?
Evet, okumuş; içi rahatlamış!
Okumakla kalmamış; kime rastlarsa o yazıları övmüş.
Lider bellediği o adam, kuyruk sallamış içerden-dışardan saldıranlara.
El uzatınca o sözde muhalif lider Cumhuriyet Devletinin yeminli düşmanlarına soluğu kesilmiş, çöküp kalmış.
Alanlara çıkmış birleşelim diye.
“Katılanların sayısı bir milyon” denilince de “İşte çılgın Türkler” diye ayağa kalkmış.
Sonraki gün suskunluk, üçüncü gün bildik sloganlar…
Öfkelenmiş:
“Halk nerde? Çılgın Türklere ne oldu?”
Aklına bile gelmemiş halkın 65 milyonu;
Onların “tweet” , “facebook” işleriyle uğraşacak zamanının, gücünün olmadığı!
“Ekmek kavgası derman mı bırakır akşama!” dememiş;
onlarla birlikte yaşamamış, onların dertlerini günlük, sıradan işler diye geçiştirmiş!
Ordunun uzun yıllardır Kumandan Mustafa Kemal’in “İstiklal Ordusu” olmadığı da hiç aklına gelmemiş; kanmış abartılı manşetlere!
Umut bağlamış hayali ittifaklara.
Medet ummuş başka yayılmacı devletlerin başlarından.
Ya şimdi!..
Askeri garnizonda bayrak indirilince şaşırıp kalmış; soruyor:
“Şimdi ne yapacağız? Çare yok mu?”
Reçete arıyor; ama reçete yok! Reçete yiğidin yüreğinde.
Marşları bağırıp durmak yetmez! Ders çıkarmalı, ders:
Kalkıp gelmişlerdi Denizli delegeleri çare aramaya Sivas’a.
Kumandan sözü uzatmadı:
“Filhakika (gerçektir ki) İstanbul’da, şurada burada nümayişler (mitingler) yapılmıştır; ancak, sizin Aydın Kuva-yı Milliyesi’nde patlattığınız tüfeklerin sesi Paris saraylarında çınladı!” *
Çaresizlik duygusu ağırdı o günlerde!
Osmanoğullarının son kalıntıları, saltanatlarını, ailelerini kurtarmak için, Yunan adasında, hem de İngilizlerin Agamemnon zırhlısında teslim etmedikleri bir şey kalmamıştı:
Suriye’deki, Irak’taki, Medine’deki, Libya’daki, Adana’daki orduları,
telgraf-telefon şebekesini, postaneleri,
Limanları, Çanakkale Boğazını, İstanbul Boğazı’nı,
Antep’i, Çukurova’yı, İzmir’i, Akdeniz kıyılarını…
Şimdilerde “ceddimiz”, “atalarımız” diyerek böbürlenilen o saltanat düşkünleri, teslim anlaşmasını imzalatırken Kumandan Halep’teydi ve püskürtmüştü İngilizleri, Mekkeli Haşimiler aşiretinin oğlu Faysal’ın İngiliz destekli çapulcularını.
o sıralarda Kumandan, İskenderun-Belen-Tel Afrin-Tel Afer- Musul savunma hattını kurmaya çalışıyordu.
Aynı günlerde ödlek Osmanoğlu Paşası, teslim ediyordu Musul’u, İrbil’i, Kerkük’ü, Tel Afer’i ve Türk ordusunu…
Yine o günlerde Musul’da sürgündeydi Balkanların Hürriyet Komitacısı, genç Yahya Kaptan!
Kumandan’a ulaşmak için düştü yollara, atlatarak Kürt pusularını, ulaştı Adana’ya! (Bk. 58 Gün)
Ne talihsizlik!
Ordusu Hanedan emriyle elinden alınan Kumandan, İstanbul’a gitmişti.
Osmanlının zaptiyelerinden sakınarak, kentlere, kasabalara, köylere girmeden yürüdü Yahya Kaptan, arkadaşı Tikveşli Ömer’le.
Yürüdü aylarca; sonunda ulaştı işgal İstanbul’una. ancak yine Kumandan’ı bulamadı. Kumandan Erzurum’daydı.
Kaptan, yalnızca geceleri dolaştı durdu İstanbul’da.
Gündüzler, İngiliz, Fransız, Yunan’ın, Rumların, Ermenilerindi.
Daha kötüsü İngiliz emrindeki Vahdettin’in muhbirleriydi…
Islak, soğuk gecelerde Kasımpaşa’nın karanlık sokaklarında yürürken içini yaktı binlerce kez o soru:
“Ne yapmalı? Şimdi ne yapmalı?”
Sonunda çıkageldi sürgün arkadaşı Tikveşli Ömer.
Yahya Kaptan “Ne yapmalı?” diye sordu Tikveşili’ye.
Ciğerini yırtarak gelen ıslık gibiydi sesi:
“ Bir çaresi olmalı be yahu!”
*
İki hafta sonra buluştular bir kez daha.
“Haydi, Kaptan” dedi Tikveşli, “Sırtla heybeni!”
Yahya Kaptan heyecanlandı, canlandı, beli doğruldu.
Uzaklardan gelen türküydü Tikveşlinin sözleri:
“Beykoz ormanlarını geçi ama geceleri!
“Gebze yanaşma, fakat yakınındaki Kuşçalı Köyü’ne ulaş!
Köy’e de girme!
Karanlık basınca Karakola gir!”
Kaptan irkildi; “Bu da bir tezgâh mı?” diye sordu içinden;
“Karakol Cemiyeti beni oralarda mı bitirecek?”
Kaşlarını çattı; endişesini gömerek yüreğine eğildi.
Tikveşli göklerden inmiş bir sır verir gibi fısıldadı:
“Telgraf makinesinden alacaksın emri.”
“Kimden?”
“Hele bir var karakola” dedi Tikveşli. ayaza kesmiş karanlığa karıştı.
(Son ders: Çare)
Beykoz ormanları aştı Yahya Kaptan.
İçinde bin bir karanlık kuşku, girdi karakola Kaptan.
Çavuş, şuracıkta “Bekle!” dedi.
Ay karanlık, gece uzun, yıldızlar soğuk…
27 yıllık ömrüne bir yirmi yedi yıl daha eklendi bir gecede.
Tanyeri ağardı ağaracak; telgraf makinesinin tıkırtılarıyla silkindi.
Çavuş, makinenin tıkırtısından ses duymuşçasına “Emredersiniz!” dedi
Kapıya çıktı, Yahya Kaptan’a seslendi: “Haydi gel!”
Çavuş sesini yükseltti:
“Mustafa Kemal Paşa makine başında! De şimdi, diyeceğini!”
Donup kalan Kaptan’ın sesi titredi:
“Kumandanım! Ben size İzmit’ten tavsiye edilen Yahya Kaptan! Emrinizdeyim!”
Derin derin soluyarak bekledi Kaptan, makineden gelecek yanıtı.
Sonunda uzaklardan gelen iç açıcı çoban türküsüydü makinenin sesi:
tıkı-tık-tık… Tık-tıkı-tıkı-tık…”
Çavuş sesini yükselterek okudu çözdüğü telgrafı:
“Kuvvetli bir teşkilat kur!
Gözlerinden öperim.
Heyet-i Temsiliye Reisi
Mustafa Kemal ”
Kaptan, “Hepsi bu mu?” diye sordu.
Çavuş, “Hepsi bu Kaptan!” dedi, “Yolun açık olsun!”
Yahya Kaptan arkadaşının Dilovası’ndaki köyü uzaktan görününce “Çocukları da alırım, Rumeli göçmeni gibi yerleşiriz buraya; sonrası Allah kerim” diye mırıldandı. Birden yorgunluktan yığılacaktı ki yineleyip durdu emri:
“Kuvvetli bir teşkilat kur!”
“Kuvvetli bir teşkilat kur!”
O sırada İzmit Körfezi’ne doğru yol alan İngiliz zırhlısını gördü; içi buz kesince sesini yükseltti:
“Kuvvetli bir teşkilat kur! Gözlerinden öperim!”
İçi ısındı, göğsü genişledi; “Demek ki çare buymuş’ Kuvvetli bir teşkilat kurmalıymışım” dedi.
Pelitlerin arasından aşağılara yürüdü.
Yahya Kaptan emri bir haftada yerine getirdi.
Daha sonra mı?
“Ulus Dağı’nda bir ateş yaktı Asker Makbule”
…
Binlerce yıllık ilke değişmedi:
Sızlanmak, dövünmek, boş yere ağlaşmak fayda etmez!
Alçaklara sığınmak çare değildir ölüme!
Öyleyse sorun kendinize:
“Yere düşen bayrak sandıkla kalkar mı?!”
1 Temmuz 2014 (yeniden)
* Osmanlı’nın başları öne düşmüş heyeti, Paris Paylaşım toplantısında İngiliz-Fransız-İtalyan heyetinin zılgıt üstüne zılgıt ve küfre varan hakaretleri karşısında sus-pustular. Onlar Osmanoğullarını hanedanlığını kurtarmak emriyle gelmişler; “Barış istiyoruz” deyip duruyorlardı.Tıpkı bugünlerdeki gibi.