Emekli paşalar, “jeo-strateji” gibi büyük sözlerle yazıp duruyor; ekranlarda “ahkam” kesmekten kendilerini alamıyorlar.
Köylüler eskisi gibi sövüp saymıyor; başları önde evlerine dönüyorlar. Seslerini içlerine gömüp, “Yapcek bi şey yok!” diye söylendiklerine kuşku yok. Oysa her zaman, her durumda, “yapacak bir şey vardı!”
8 Kasım 2012’de yazdıklarım, yalnızca geçmişin şanlı günlerini anarak kurtulmanın olanaksızlığına örnektir; ama yine de alınacak pek çok ders var.
<< UTANÇ – Kumandan sol ayağını üzengiye attı, çevik bir hareketle atına bindi; süvarileri selamladıktan sonra atını Bab Faraj meydanına sürdü.
Günlerdir kargaşadan bunalan halk, tüccarlar, çarşının dar yollarından yavaş yavaş geçen kumandanı ve arkasındaki süvarileri alkışlıyordu. Antakya kapısından geçip, nemli havadan kurtuldular.
Bu kapıdan ne zaman geçseler, memleketlerine dönecekleri günün düşleriyle duygulanan zabitler, ikişerli sıraları bozmadan Kuvayk ırmağını sollarına alarak Kumandan’ı izlediler. (…) Aziziye mahallesine giden şoseye vardılar.
Bir süre sonra Kuvayk ırmağını eski taş köprüyle geçtiler. Bozulmuş bağların arasından havalanan arı kuşları, Aziziye konaklarının üstünden demiryoluna doğru uçup gittiler. Kumandan, “Konacak telgraf teli arıyorlar” dedi.
Aziziye’nin meydanına geldiklerinde, kadınlar, kızlar Kumandan’ı ve süvarileri alkışlamaya başladılar.
Kumandan ve süvarileri, birkaç yüz metre yükseklikteki Gazali tepesine çıktılar. (…) Kumandan güneye Baalbek’e doğru ve batıya Antakya yönüne, sonra kuzeye, Katıma ve Tel Arif’ten Kilis’e uzanan yollara dürbünüyle baktı. (…)
Süvarilerden biri:
”Bahse var mısın? Topları yerleştireceği yerleri tespit ediyor.”
Öteki süvari bezgindi:
“Burada savaşıp da ne olacak?”
Bir başka süvari sesini iyice alçalttı:
“Her çekilişin bir duruşu vardır unutma!”
O sırada Kumandan, aşağılardaki bahçelere, Şam istasyonuna şöyle bir baktıktan sonra, yamacın alt yanında bekleyen sabırsız süvarilerin yanına indi. (…)
Eski kale duvarlarını izleyen güney yolundan geçtiler. Kumandan, atını Bab el-Makam kapısına doğru sürdü.
Serseri yatağı denilen eski mahalleye girmişlerdi. Şeria’dan beri yollarda Arap aşiretlerinin saldırısına uğrayan, arkadaşlarını yitiren genç süvarilerden bazıları yürek çarpıntılarına engel olamadılar. (…) Görünen düşmanla ölümü göze alarak savaşmaktan korkmayan askerler, beklemedikleri anda saldırıya uğramaktan çok çekinirler.
Selçuklulardan kalma Mengli Boğa camisinin önünden geçerlerken Bnb. Ferhat Bey, tabanca kılıfının düğmesini açınca arkadan gelenler de, birbiri ardına, kılıf kapaklarını açtılar; her an çarpışmaya hazır, başları iki yana çevrili ilerlediler.
El-Fetat’ın (Arapların gizli örgütü) silahlıları kaç kişi olabilirdi ki! Onlarla baş etmek kolaydı da, gözü dönmüş çapulcuların ne yapacağı belli olmazdı.
Birden bir gürültüdür koptu. Zabitler ellerini tabancalarının kabzasına attılar. Penceresiz taş evlerden kadın çığlıkları duyuldu. Binaların düz damlarında çömelen kadınlar zılgıt (tililili) çekiyorlardı. Teraslardan sarkanlar el sallıyor, Türkçe, Arapça bağrışıyor; bazıları güller atıyordu.
Kumandan kapı önlerindeki yaşlılarla sağ elini göğsüne götürerek selamlaşıyor, küçük çocuklara rastladığında, eğilip gülümseyerek bir şeyler söylüyordu.
Yoksulların mahallesinde Faysal bin Hüseyin bin Haşimi’nin çapulculaından eser yoktu. Kumandan ve süvarileri Gümrük Han’ından iç kalenin önüne çıktılar; Ak Boğa camisini geçip Altın Boğa camisine geldiler. Kumandan cami önündekilerle kısa süre söyleşti. (…) Ağacık camisinin önünden geçerken ezan okunmaya başlandı. Kumandan cami önündekileri başını hafifçe eğerek selamladı.
Halep’i geride bırakıp Şeyh Naccar tepesine çıktılar; Cibrin köyünden Um el-Amad’a uzanan yol görünüyordu. Yüzbaşı Salih, yanındakine döndü:
“Bakın! İngilizlerle Faysal’ın adamları işte bu yandan gelecek. Bizim mızraklılara da çok iş düşecek!”
Arkadan biri:
“Sokaklardakiler ne olacak? Bizi görünce inlerine saklandılar; ne yapacakları belli olmaz!”
Onu yanındaki yanıtladı:
“Dağlar topçulardan, düzler bizim süvarilerden sorulur. Gerisini de piyadelerle jandarma düşünsün!” (…)
Hangi yüzle Anıtkabir’e?!
Hz. Peygamber sülalesinden Faysal bin Haşimi’nin çapulcuları ve onların arkalarındaki İngilizler, Halep’e saldırdı. Süvariler onları Halep dışında karşıladı, Kumandan kente gizlice girip yerleşen Arap militanlarla sokaklarda savaşarak onları püskürttü.
Ortadoğu’nun Büyük İşgal Koalisyonu, Birinci Dünya Savaşının son darbesini, 25 Ekim 1918’de Kumandan Mustafa Kemal ve süvarilerinden yediler. Türkler, Halep sokaklarında, Halep dışındaki tepelerde savaştılar ve Büyük Savaşın son muharebesini kazandılar. (…)
Kumandan topları Halep çevresindeki tepelere gizlice yerleştirdi; ordusunu kayıp vermeden cehennemden çıkararak daha kuzeyde savunma hattı kurdu. Yeni hat, İskenderun-Belen-tel Afrin’den tel Afer’e uzanıyordu. Oradan da Musul’a uzanacaktı; ancak Musul’daki Osmanlı Paşası, ordusunu ve bölgeyi, Halife Sultan Vahid ed-Din’in emriyle, İngilizlerle Kürt-Arap aşiretlerine teslim etmişti.
Şimdinin paşaları, 10 Kasım 2012 sabahı kılıçlarını kuşanıp Anıtkabir’deki törene katılacaklar! (58 Gün kitabından özet. Ankara, 8 Kasım 2012)>>
Ya şimdi?
Kumandan’ın şimdiki ordusu, Ortadoğu’nun son işgal koalisyonuyla birleşti mi?
1918’den kalma kılıç artığı katliamcı Arap aşiretleriyle ve onların ağaları emperyalistlerle, ne idüğü belirsiz İslamcı çetelerle aynı cephede saf tutacak mı?
Öyle olursa bu tutum, Türklerin savaş geleneğine uyar mı?
Balyoz mağduru Amirallerin, Generallerin, şu olan biteni Atatürk’ün adını anarak olumlu gösterme çabaları gerçeği örtebilir mi?
Not: 1914-1918 Büyük İşgal Koalisyonu: İngiliz-Fransız – Kanada – Yeni Zelanda – Müslüman Hintli ordusu – Yahudi Tugayı – Mekkeli Şerif Hüseyin Bin Haşimi ve oğulları – Der’a katliamcısı Arap aşiretleri – işbirlikçi Kürt aşiretleri – işbirlikçi Osmanlı Arap zabitleri vb. Meraklısı için ayrıntılar: “58 Gün – Mustafa Kemal ile Filistin’den Anayurdun Dağlarına”, 4. Basım, UDY, 2008
7 Mart 2020