“The General” Kitabından, s. 222-4
İyi giyimli kişiyi içeri buyur ettiğimde rahatladı. Elinde ince bir dosya: Edirne’deki büyük fabrikanın elektrik enerjisi bağlantısıyla ilgili teknik bir değişiklik isteği varmış; yıllardır yazışıp dururlarmış.
Dosya teknik bilgiden ve karar yetisinden yoksun yöneticilerin arasında süren yazışmalarla doluydu.
Fabrika sahibine bir kâğıt uzattım, yeni bir dilekçe yazmasını istedim.
Dilekçesini aldım ve “Bir hafta içinde sorun çözülecektir” dedim. “Bu kadar mı?” diye sordu. “Evet” dedim, “Bu kadar, teknik kurallara ve yönetmeliklere göre çözülecek!”
Aradan bir hafta geçti. Bölge müdürünün odasındayız. Aynı kişi geldi:
“Çok sağ olun! Yıllarca beklemiştik. Teşekküre geldim.”
“Biz bunun için mühendisiz; işimizi yaptık.”
Bir süre sanayinin ve memleketin durumunu da görüştükten sonra fabrika sahibi ayrıldı.
Birkaç dakika geçmişti ki toplantı masasındaki güzel kaplı bir kutuyu ayrımsadık. Hemen makam şoförü Hüsnü Bey’i çağırdım; “Az önce gelen Bey, paketini unutmuş, hemen koş ve kutusunu yetiştir!”
Hüsnü Bey bir süre döndü; yetişememişti.
Sekreter Hanımı çağırdım, kutuyu açtı: Ünlü markanın çikolata kutusuydu. Ne yapacağımızı bilemedik. “Belki bir daha arar ya da adresine göndeririz” dedim. O sırada Başteknisyen Orhan Başak geldi, “Ne iş!” dedi, “Bize verin de bari şu mübarek ramazanda arkadaşlar çikolata tatsınlar!”
“Al” dedim, “Ne yaparsan yap! Bizi karıştırma!”
Öyle günlerde kim bilir kaç kez benzeri olaylarla karşılaştık. Yılbaşında gelen şirket takvimlerini de asmazdık duvarımıza, çünkü devlet bize Saatli Maarif Takvimi verirdi.
İşimiz gereği özel sektöre gittiğimizde yemek çağrılarını zamanımız olmadığını söyleyerek geri çevirirdik.
*
Çok değil aradan iki-üç yıl geçti.
ABD’nin çıkarlarını sağlama almak, bağımsızlık isteklerini bastırmak için Pentagon Paşaları yönetime el koydular. Wall Street-Lugano-Londra bankerlerinin has ahbapları Özal yönetimdeydi.
O yıllarda eski kurumumuza uğradığımda mühendisler, yöneticiler, filanca müteahhidin akşam iftar yemeği vereceğini, hep birlikte gideceklerini söylediklerinde nasıl da şaşırmıştım! Bu arkadaşlar oruç da tutmuyorlardı…
Öğrendim ki, yükleniciler ve kuruma malzeme satanlar kuyruğa girmişler, işverenlerine yemek yediriyorlardı.
Olağan günlerde işadamlarıyla yemek dikkat çeker, söz olurdu; ancak “İftar” denince iş değişiyordu.
Anladım ki, “Allah” diyerek yiyince yemekler kutsallaşıyor, boğazlardan yağ gibi akıyordu midelere…
*
O “iftar” yemekleri bile ne kadar masummuş.
Şimdilerde devleti yönetenler, parti yöneticileri, devlet kasasından (Muhalefet partisi de hazineden para alıyor) toplu şatafatlı lüks otel “iftihar” yemekleri…
Bırakın oruç tutmayanları, İstanbul Rum Hıristiyanlarına, Yahudilere, Ermenileri de oradalar. Mikrofonu kapan siyasal nutuk atıyor! Kendilerine sanatçılık yakıştıran çalgıcılar ve şarkıcılar da Ramazan’ sofrasındalar.
*
Yoksul askerin yetimleri
Semt pazarında yıllardır karpuz satan yaşlı bir ahbabım var. Bakmayın “satıcı” dediğime, uzun yıllardır pazarcılar ücretli çalışıyorlar. Geçen hafta uğradım bizim yirmi yıllık ahbaba, hal hatır sordum; bir karpuz aldım. Ayrılırken kolumdan tuttu:
“Hatırladın mı bizim yoksul damadı?”
“Hatırlamaz olur muyum; askere gitmişti…”
Yaşlının pos bıyığı birden gözünden inen yaşla yaldızlanmıştı. Elimi omzuna attım…
O boğuk bir sesle “Şırnak’ta şehit düştü” dedi, “Arkasında üç yetim…”
Daha çok konuşmasına izin vermedim:
“Haftaya uğrayacağım sana, hem yuva kavunu da gelir artık.”
Arkamdan “He ya! Baba adamsın…” diye iltifat edişini duymazdan geldim.
Pazardan dönerken Çanakkale gazisi, Aydın Kuva-yı Milliyecisi, Sakarya gazisi, yörenin ünlü din adamı Veli Yıldırım dedemin yer yaygısındaki iftar sofrasını anımsadım: Birkaç yeşil zeytin, bir tabak sulu yemek, çanakta üzüm hoşafı.
Büyük annemin kimseler görmesin diye beze sardığı küçük tencereyi elime tutuştururken “Dikkat et oğlum, dökülmesin!” deyişi ve beni bir yoksul eve yollayışı.
Şimdi mi?
Baksanıza 2K (Kemal Kılıçdaroğlu) bile, “projeyi” kopyalamış; Boğaz’daki teknede “iftar” yemeğiyle “iftihar ediyor!
Sanıyor ki halk bunu yutar!
Son söz iktidarı da, muhalefeti de işin içine katan bizim çocuk parkı bekçisinin:
“Onlar Müslümansa, ben Hıristiyan olmaya dünden razıyım!”
*
Çoğu 16-19 yaşında askerler
Afyon dağlarının eteğinde dikenlerin içine uzanmışlardı. Önceki akşam paylaştılar, kuru yufkaları ve işareti beklediler karanlığın ötesindeki yüksek dağın Kocatepe’sindeki Başkumandan’dan.
Az sonra Afyon’u kurtaracaklar ve parçalanmış postallarını çaputla bağlayarak Akdeniz’e koşacaklar.
Bugün işte o günün (26 Ağustos 1922) yıldönümü!
Kumandan’ın askerleri şimdi yoklar!
Şimdikiler ellerini uzatıyorlar kelepçelere, gizli mikrofonlar uzanmış karargâhlarına!
Haydi, şimdi gel de bayram kutla!
Ankara, 26 Ağustos 2011