Site icon Söz Gazetesi

Mustafa Kemal’in Avrasya Jeostratejisi

Osmanlı İmparatorluğu çok çeşitli ulusların içinde barındığı bir emperyal güçtü.1789 Fransız İhtilalin yarattığı milliyetçilik akımı bütün imparatorlukları parçalamış Osmanlı İmparatorluğu’nun bünyesindeki milletlerin de sinesine bağımsızlık ateşini düşürmüştü. Avusturya Macaristan İmparatorluğunun dağılmasını Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması izledi. Balkan milletleri, Avrupalı büyük devletlerin desteğiyle, teker teker bağımsızlıklarını elde ettiler. Bağımsızlık hareketleri Balkan milletleriyle sınırlı kalmamış Araplar da bağımsızlıklarını kazanmak için Osmanlıya karşı bayrak açmıştı. Anlaşılan o ki ne İslamcılık ne de Osmanlıcılık akımları imparatorluğu oluşturan milletleri bir arada tutmayı başaramamıştı. Bunun üzerine özellikle İttihatçılar tarafından “Türkçülük” fikri benimsenmiştir. I. Dünya Savaşı ve ardından gelen 1917 Rus Sosyalist Devrimi Türklerin kapladığı alanda bırakın tek bir devlet (Turan/Türkistan) kurmaya çalışmanın, koca kıtanın bir köşesinde tek bir küçük devlet bile kurmanın tatlı bir düş olduğunu gösterdi. Büyük Türkistan hayali böylece bir başka bahara kalmıştı.

Bu şartlar altında Mustafa Kemal Paşa eşsiz tarih ve strateji bilinciyle Türklerin son yurdu olan Anadolu coğrafyasında milli bir devlet kurarak gerçekçi bir anlayışla Balkanlar, Rusya ve Çin’deki Türklerin hayatlarını tehlikeye atacak hiçbir hareketi teşvik etmemiştir. Görünürde Rumeli’den başlayıp Çin’in doğusuna kadar ulaşan bölgedeki Türk dünyasını tek bir devlet adı altında birleştirme yanlısı hiç olmayacaktır. Bunun yerine Milli sınırlar içinde ayağı yere basan bir politika izleyecek maceralara karşı çıkacak ve Rusya başta olmak üzere Balkan devletleri, İran, İngiltere, Fransa ve Ukrayna ile dostluğu geliştirerek buradaki Türklerin hayatını koruyabilecek sinelerindeki bağımsızlık ateşini yakarak bir gün bağımsızlıklarına kavuşacağı günü bekleyecekti. Bu fikrini de “Yurtta Sulh Cihanda Sulh,” özdeyişiyle belleklere kazıdı.

Avrasya’nın 1917-1938 Yılları Arası Genel Görünüşü

İçeride baş gösterecek ayaklanmaları bastırmak dışarıda da savaşları kazanmak için var gücünü harcayan Rus Bolşeviklerinin (Komünistlerinin) elinde şaşırtıcı ama bir o kadar da gerçekçi iki silahı vardı: Bolşevizm (Komünizm) ve Milliyetçilik. 1918 Mart’ında yapılan III. Enternasyonal bir taraftan Avrupa’nın sanayileşmiş ülkelerine komünizmi bulaştırmak diğer taraftan da Asya milletlerinde uyanan milliyetçilik hareketlerini kendi lehine kullanmayı hedefliyordu. Bolşevik liderler uyanan bu milliyetçilik akımını Bolşevik İhtilali gerçekleştirmek için bir ilk basamak olarak görmüşlerdir. Enver’de buraya davet edilmiş ancak İslam Devleti’ni savununca Türk Halkları arasında infiale sebep olmuştu. Mustafa Kemal Paşa bunu duyunca Enver Paşa’yı Türkistan’daki giriştiği faaliyetlerden nedeniyle, Sovyet Rusya’yı karşısına almaması gerektiğini söyleyerek uyarmıştır. 1 Ama anlayacak zekâ lazımdı o da onda yoktu!    

Sultan Galiyev kendisine Vahidov’dan emanet kalan “Sömürge ve Sömürgecilik” fikrini 1920’de Bakü’de düzenlenen “Doğu Halkları Kongresi”nde açıklayarak “Doğulu Mazlum Halkların” ancak sosyalizm şemsiyesi altında sömürülmekten kurtulacağını ve öz benliklerini koruyacağını beyan edecekti. 2 Bu sefer Enver’le sözleşmişlerdi, oda bunu destekleyecekti. Anlaşma böyleydi ancak Sultan Galiyev de Enver de Stalin’in emriyle kongre salonuna alınmadı. Sultan Galiyev’in destekçisi olduğunu iddia eden Lenin hastalığını bahane ederek toplantıya gelmemiş onun yerine gelen Stalin Mazlum Milletler adı altında alttan alta bağımsızlığını hedefleyen Türkleri saf dışı etmişti. Türk Devrimcilerini büyük bir kumpas içine çekmişti. İmha edilecekleri artık ayan beyandı. Önce Vahidov ardından da Sultan Galiev öldürüldü. 4 Ağustos 1922’de Buhara’da Türkistan’ın bağımsızlığı için Ruslarla mücadeleye girişen Enver Paşa yardımcısı olarak seçtiği Rus ajanı Lakay tarafından vurulup öldürüldü. 3  Böylece “sömürgecilik ve sömürgeler” adı altında örnek olacakları mazlum milletlere kendi ölümleriyle örnek olarak kendileri mazlum olmuş ve tarihin şanlı sayfalarında yerlerini almışlardı. Sultan Galiyev ölmeden önce Sovyet egemenliğine girmiş Türk Dünyası’nda ümidini Türkiye’nin geleceğine bağlayarak; “Avrupa, Türkleri zayıflatmak, Balkanları, Mısır’ı, Arabistan’ı, Mezopotamya’yı Türkün elinden almak için yüzyıllar boyunca mücadele verdi. Avrupalı hükümdarlara Türkiye’yi sindirmek nasip olmayacaktır. Türkiye yaşıyor ve yaşayacaktır. Bir gün Türkiye yalnız kendisi yaşamakla yetinmeyip Avrupa tarafından zorla koparılmış olan kendi eski parçalarına ve geri kalan tüm Ortadoğu’ya hayat verecektir” demiştir. 4

Mustafa Kemal Paşa “mazlum milletler” deyimini ilk kez 3 Ocak 1922’de, Ukrayna Cumhuriyeti Olağanüstü Temsilcisi General Frunse’ye verilen yemekte söylemiştir. I. Dünya Savaşı’nın insanlığın muhayyilesinde çok kötü izler bıraktığını Asya ve Afrika halklarının durumlarını yakından tanıdığını söyleyen Mustafa Kemal Paşa şunları ekler: “İşgalciler ve onların saldırgan orduları kendilerine baskıdan hiçbir zaman geri durmadı. Fakat bu baskı ne kadar kuvvetli olursa olsun bu büyük fikir hareketine karşı duramayacaktır. İnsanlığa yönelen baskı ve zülüm ne kadar büyük ise karşı fikir hareketi er geç başarılı olacak bütün mazlum milletler zalimleri bir gün yok edecektir. O zaman dünya yüzünden zalim ve mazlum kelimeleri kalkacak, insanlık kendisine yakışan bir safhaya ulaşacaktır. Bizim milletimiz o zaman bu amaca ulaşmış olan milletler arasında önceliğiyle gerçekten övünecektir. Bugün aralarında beraberlik bulunduğunu gördüğümüz devletler, mazlumları kölelik zincirinde daha sıkı tutmak ve bu şekilde onların emeklerinden yararlanarak zevklerini tatmin etmek için aralarında birçok anlaşmalar yapmışlardır. Fakat bu anlaşmalar değeri olmayan birer kâğıt parçasından başka bir şey değildir. Hakka saldırmaktan ibaret kâğıtların, kararlı milletler üzerinde hiçbir etkisi olmayacaktır.”5 Mustafa Kemal Paşa, mazlum milletler derken öncelikle Rusya, Çin, Yunanistan, Bulgaristan, Afganistan, Irak, Suriye ve diğer yerlerde esaret altındaki Türkleri işaret ettiği açıktır. 6 Rus ve Çin Emperyalizmi Türklerin bağımsızlıklarını ellerinden aldığı gibi her türlü haklarını da gasp etmişti.  Türk Halklarının bütün hakları yok sayılmış ve Türk Milleti zulüm altında inlemekteydi. Türk Halklarının yaşadığı bu coğrafyanın adı AVRASYA’dır!

Avrasya Adı Nereden Gelir

“Avrasya” kavramını ilk defa Alman Biyolog ve Antropolog Alexander Von Humbolt kullanmıştır. A. von Humbolt’un geliştirdiği bu kavram, coğrafî olarak Avrupa’nın Asya’nın kıta uzantısı olduğunu söyler. 7 Kavram arkasında Kutsal Roma-Germen idealini saklar. Kutsal Roma İmparatorluğu 843’de Verdun antlaşmasıyla Almanya, İtalya ve Burgonya bir araya gelerek kurmuştur. 1806’da yıkılan imparatorluk eski kıtanın (Coğrafî Avrasya’nın) Avrupa kanadını; bugünkü Orta, Batı ve Güney Avrupa’yı yönetiyordu. Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’nun krallarının tamamı Alman ve Katolik’tir. Roma-Germen yönetimi ve halkı kendilerini gelişmiş üstün kültürün temsilcisi olarak kabul ediyorlardı. Bu kültürün mirasçısı olan Hitler’in Almanya’sı Avrasya’nın doğu kanadı olan Asya’ya ele geçirerek Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nu (Romanorum İmperium) bir Avrasya İmparatorluğu yapmak için İkinci Dünya Savaşı’nı göze almıştı. Hitler sadece petrol kaynaklarına hâkim olmak için değil, aynı zamanda Roma-Germen Avrasya İmparatorluğunu kurabilmek için Kafkaslar üzerinden Batum-Bakû-Buhara güzergâhına yüklenerek ve Rusya içlerine geçmeyi hedeflemiştir. Bugün liderliğini Almanya’nın yaptığı AB bir Roma-Germen İmparatorluğu projesidir. İşte bu yüzden Anglo-Sakson İngiltere, AB ile doku uyuşmazlığı içinde olduğunu görünce AB üyeliğinden çıkarak stratejik faaliyetlerinde Anglo-Sakson bloğu içinde Amerika ile hareket etmektedir.

Avrasya’nın 1917-1938 Yılları Arası Genel Görünüşü

Avrasya coğrafyasının Avrasya halklarının ve devletlerinin politikasını ve stratejisini belirleyeceği düşüncesi ilk defa Yusuf Akçura tarafından gündeme getirilmiştir. Yusuf Akçura, Kazan’da, 1907 yılının Mart ayında Tan Çulpan gazetesinde, 1908 yılında Kırım’da yayınlanan Tercüman gazetesinin kırk bir numaralı sayısında Avrupalılara ve Çinlilere karşı Rus ve Türk halklarının beraber hareket etmeleri gerektiğini savunmuş, ancak bu şekilde onların sömürüsünden kurtulmanın mümkün olabileceğini yazmıştı. 8 Bu öneri önceleri Rus halkından da olumlu cevap bulmuş, hatta böyle bir iş birliği için konuşmalar bile yapılmaya başlanmıştı. Yusuf Akçura, meseleyi Duma Başkanı ile konuşmuş, Müslüman İttifak partisi, meseleye eşit şartlar altında ılımlı yaklaşacağını açıklamıştı. Fakat Rus hükümeti, kendilerini Türklerle eşit görmediklerinden dolayı bu tür fikirlere kesinlikle itibar etmeyeceğini bir beyanname ile açıkladı. 20 Şubat 1908 yılında yayınlanan bu beyanname ile bu fikir Rusya tarafından bir daha bahsedilmemek üzere rafa kaldırılacaktır. Hiç kimse Rusya’nın bu fikre neden bu kadar büyük bir reaksiyon gösterdiğini o günden beri sorgulamamıştır. Neden Rusya bu fikirden bu kadar ürkmüştür? Bu o gün bilinemedi çünkü bizdeki bilim adamları Batı gözlüğü ile olaylara baktığından fark edememişlerdi. Bu gün açıktır ki Ruslar bizimle aynı genetik haplogurubun içindedirler ve Sarmat kökenlidirler. 9, 10 Bundan sonra AVRASYA ekseninde bir şey yapılacaksa Zbigniew Brezinski’nin aksine Ruslarla kardeşliğin beyanıyla ve kabul ettirilmesiyle işe başlanmalıdır. 11 Yoksa sözüm ona altı Türk Devleti ya da Turan ham hayali ile değil!

Avrasya’nın siyasi ve coğrafi yapısı üzerinde araştırma yapan Anıl Çeçen’e göre Avrasya’nın tanımı Avrasyalaşma sürecine göre yapılmalıdır. Ona göre Avrasya büyük bir kıta alanıdır. Çok bölgeli, değişken coğrafyalı ve çok etnikli bir yapıdır. Bu özelliğiyle dünyanın diğer hiçbir bölgesine benzemez. Avrupa’nın ortalarından, Asya’nın ortalarına kadar uzanan uçsuz bucaksız bu alanda Avrasya süreci gelişmekte ve yenidünya düzeninin önemli bir parçası olarak dünyanın gündemine girmektedir.”12

Avrasya’nın omurgasını Türk dünyası meydana getirir. Avrasya’da nüfus, coğrafi büyüklükten ziyade yüce zirveli yalçın dağların izin verdiği geçiş yolları ve bu dağlar arasında kalan yer altı ve yer üstü kaynaklarıyla kendini belli eden kapalı bölge vahaları önemlidir. Asya’dan Avrupa içlerine kadar Türki devletleri ve toplulukları işte bu alanlarda yerleşir. Dili ve ırkı farklı olsa da ortak tarih ve kültürü şuuru bu büyük mozayiği Asya’dan Avrupa’ya kadar bir arada tutar. Avrasya bölgesinin en önemli özelliği yaygın dilin Türkçe olmasıdır. Türkçe, Rusya da dâhil olmak üzere bu kıtada üst dil (Lingua Franca) olmasına rağmen Atatürk’ten sonraki devlet adamlarının kalitesizliği bu özelliğin kullanılmasına hiç bir zaman izin vermemiştir. Bu kalitesizliğin temel sebebi seçilenlerin gayrı Türk ancak İslamcılık ya da solculuk maskesi altında kendi etnik art niyetlerini devlet yönetiminde uygulamaya kalkmasındandır. Ortak tarih ve kültür şuurunun önemli belirleyicilerinden biri olan İslam dininin bu bölgede yaygın din olması bu coğrafyada politikaları ve stratejileri belirleyen unsurdur. Ancak bu kıta alanında Türk olup İslam olmayan (Gagauzlar, Bulgarlar) ve İslam olup Türk olmayan (Afganlılar, Çin Dolgan Müslümanları ve Bulgaristan’dan gelenlerin % 80’i aslen çingenedir) hatta ne Türk ne de İslam olan devletler de vardır (Moğollar, Çinliler, Evenkiler). Ancak Yakut kökenli Rus Dışişleri bakanı Schoygu’nun (Şoyku) kızının tuttuğu Yakut takımının Rus takımını yenmesi dolayısıyla yaptığı “Bozkurt” işareti Orta Asya’dan Avrupa’ya Ortak Kültür’ü oluşturan esas etmenin İslamiyet değil Türklük şuuru olduğunu ispat eder. Bu sebeple Avrasya kıtasında Türk olmak ve Türk Dili’ni konuşmak geçer akçedir! ABD Ulusal Güvenlik eski danışmanlarından Brezinski, Avrasya’yı küresel üstünlük mücadelelerinin yapıldığı satranç tahtasına benzeterek mücadelenin jeostratejisini; yani coğrafyanın sağladığı siyasi çıkarları (avantajlar), kullanabilmek için gereken şartları anlatmaktadır. Buna göre, Avrasya yerkürenin en büyük kıtasıdır ve eğer kullanılabilirse çok yararlı bir jeopolitik eksendir. Avrasya’ya hükmeden güç dünyanın en ileri ve ekonomik olarak en verimli üç bölgesinden ikisini kontrol edecektir. Avrasya, dünya GSMH’sının % 60’ını üretmekte ve dünyanın bilinen enerji kaynaklarının dörtte üçüne sahip bulunmaktadır. 1940’larda küresel gücü eline geçirmeyi ümit eden Adolf Hitler ve Joseph Stalin Avrasya’nın dünyanın merkezi olduğunu ve Avrasya’yı kontrol edenin dünyayı da kontrol edeceğini düşünüyorlardı.11

Mustafa Kemal Milli Mücadele’ye başlarken kapsamlı ve stratejik bir Avrasya politikası oluşturmuş ve bunu hayatı boyunca sürdürmüştür. Bu politika Türkiye Türklerinin tamamen bağımsız bir devlet kurmaları, bölgenin Türk unsuru dışındaki milletlerin de bağımsızlığını kazanmaları son olarak da Batı emperyalizmiyle mücadele ederken Sosyalist İhtilal ile Batı Emperyalizminden kopan Sovyetlerin yanında olmak fikri üzerine oturur.13

Lenin 7 Kasım 1917’de Rus İmparatorluğu’nu yıkıp Bolşevikler başa geçince Rusya’nın müttefikleriyle olan sıkı birlikteliği sona ermiştir. Mustafa Kemal İstiklal Savaşı’na başlarken Tanrının böyle bir lütfu gelmişti.14 Rusya, 3 Mart 1918 tarihinde Brestlitovks’da Merkezi Devletlerle Barış Antlaşması imzalayarak savaştan çekildi. Bu antlaşma ile Rusya Büyük Petro’dan beri Avrupa Kıtası’nda aldığı bütün topraklardan vaz geçecek ve bu arada Batum, Kars ve Ardahan Sancaklarını da Osmanlı’ya geri verecekti.15 Bu arada Harpten sonra İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının kendisine verileceğine dair gizli antlaşmayı da açık ederek hükümsüz saymıştır. Mustafa Kemal buna karşılıksız kalmayacak ve eşitliğe, dostluğa ve bir birinin haklarını gözetmeye dayalı Türk Sovyet dostluğunun temelini atacak, böylece, her iki ülke de Batı emperyalizminin karşı ortak bir cephede durmuş olacaktı. Mustafa Kemal Milli Mücadele’de Hindistan ve Keşmir Müslümanlarının maddi yardımlarını Sovyetlerin iç ederek gönderdikleri silahların işe yarar olmamasına rağmen cephane yardımını ön plana çıkararak buna bile bu dostluğu bozmamak adına göz yummuştur. Buna ilaveten daha 1919’da Havza’da Albay Mihailovic Budienne başkanlığında bir Sovyet Heyeti Mustafa Kemal ile görüşür. Albay Budienne emperyalistlere karşı giriştiği savaşta Sovyetler adına para, silah ve Türkistanlı asker yardımı önerir. Bunun karşılığında kurulacak devletin şeklini öğrenmeyi arzulamaktadır. Ancak Mustafa Kemal ser verip sır vermez.16 Çünkü Bolşevikler Sibirya’da, Türkistan’da, Kafkasya’da, Kırım’da, Volga ve Hazar üzerinde, Ukrayna’da, Polonya’da ve Baltık kıyılarında yıllarca sürecek bir savaşın içine girmişlerdir. Böylece Sovyet Rusya içte ve dışta savaşlarla geçen üç yıl boyunca çok zor şartlar içinde yaşamıştır ve Türkiye’nin düşmanlığına değil dostluğuna ihtiyacı vardır. Bu süre zarfında Türkler İstiklal Savaşı’nı kazanmış ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuşlardı.  

Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk milliyetçiliğinde önce gerçek bir vatan kavramı bulunur. Genç Türk Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğarken kaybetmek istemediği, kaybetmemek için uğrunda öleceği bir son vatan parçası vardır. Bu vatan parçası Misâk-ı Millî’de ete kemiğe bürünmüştür. O VATAN ANADOLU’dur! Burası Türk çoğunluğun yaşadığı topraklardır. Bununla birlikte Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye dışında yaşayan Türk toplulukları ve onların meseleleriyle de yakından ilgilenir. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, Londra’ya göndermiş olduğu 23 Haziran 1919 tarihli telgrafında bu durumu şu şekilde ifade eder: “Çanakkale Savaşları’nda büyük ün kazanmış olan Mustafa Kemal Paşa bir ay kadar önce ordu müfettişi olarak Samsun’a varışından bu yana kendisini milliyetçi duygunun merkezi haline getirmiş görünmektedir.”17, 18  

İnönü Zaferi sonrasında İtilaf Devletleri durumu bir kez daha gözden geçirip Sevr’i kabul ettirebilmek, bazı hükümleri yumuşatmak için Londra’da bir konferans düzenlemeyi kararlaştırmışlardı.19 TBMM bu konferansa Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey (Kunduh/Kabartay kökenlidir ve babaannemin babasının amcasıdır) başkanlığındaki bir heyeti gönderdi. Bekir Sami Bey Londra Konferansı’nın bir sonuç vermeden dağılması üzerine İtilaf devletleriyle yaptığı ikili görüşmelerin sonunda bu devletlerle bazı konularda ayrı ayrı antlaşma imzaladı (Daha sonra babaannemin anlattığına göre büyük hata yaptığını söylemiştir). Ancak bu antlaşmalar karşılıklı eşitlik ve tam bağımsız ilkesine aykırı bir şekilde bazı ekonomik ayrıcalıklar tanıyordu. TBMM Bekir Sami Bey’in yaptığı antlaşmaları onaylamadı.20 Mustafa Kemal Paşa bu gelişmeler üzerine Bekir Sami Bey’in Hükümet’ten ayrılmasını istedi. Bunun üzerine Bekir Sami Bey Dışişleri Bakanlığı’ndan ayrılmak zorunda kalmıştır. Bu antlaşmalar TAM BAĞIMSIZLIĞA aykırı olması nedeniyle reddedilmiştir.

Bilim ve teknolojinin Batı medeniyetinden, dini inançların İslâmiyet’ten ve kültür unsurlarının Türk geleneklerinden alınmasını savunan Z. Gökalp, bütün düşüncelerini “Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim ve Batı medeniyetindenim” sözleri ile özetlemiştir.21 Mustafa Kemal ve Türkiye Cumhuriyetini kuran kadro Türk milliyetçiliğinin fikir atmosferi içinde yetişmiştir. Türk milliyetçiliğinin geçirdiği bu önemli süreç aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne de fikri açıdan temel teşkil etmiştir. Türk olmaktan şeref duyan Atatürk, aynı zamanda Türk milliyetçiliğine gönülden bağlıdır. O, Nutuk’ta: “Benim hayatta yegâne fahrim, servetim Türklükten başka bir şey değildir, “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz,” diyor.22 Atatürk, Türk milliyetçiliği hususunda ne kadar samimi ve derin duygulara sahip ise ham hayaller peşinde koşmayacak kadar da gerçekçidir. Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı bu bakımdan tam olarak idealist bir stratejistin satranç tahtasında yapacağı her bir hamleyi öncesinden enine boyuna düşünmesi ya da usta devlet adamının konuşmadan evvel kırk defa ölçüp biçmesine çok benzer. Şöyle ki; bütün önceliği Millî birlik ve bütünlük içindir. Önce Türk devleti ve Anadolu topraklarıdır onun kutsalı.

Mustafa Kemal Atatürk Pan-İslâmizm ve Pan-Turanizm hakkındaki düşüncelerini şu sözlerle açıklamıştır: “Efendiler, büyük hayaller peşinde koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayalî şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, garazını, kinini bu memleketin ve milletin üzerine topladık. Biz Panislâmizm yapacağız diye bir beyanda bulunmadık. Ancak ‘yapıyoruz ve yapacağız.’ Düşmanlar da ‘yaptırmamak için bir an önce öldürelim,’ dediler. Panturanizm diye bir beyanda da bulunmadık. ‘Yaparız, yapıyoruz ve yapacağız,’ “Yine öldürelim dediler!” Böyle yapmadığımız veya yapamadığımız kavramlar üzerinde konuşarak düşmanlarımızın sayısını ve üzerimizdeki baskılarını arttırmaktansa, tabii sınıra, meşru sınırımıza dönelim…” 23

Mustafa Kemal Atatürk, 24 Nisan 1920 tarihli meclis oturumundaki konuşmasında şöyle der: “Osmanlı Devleti’nin izlediği siyaset millî olmadığı gibi belirsiz ve istikrarsızdır. Türkiye’nin takip etmesi gereken siyaset ise açık, uygulanabilir ve aynı zamanda ulusal olması gerekir.” 24 Dış politika esaslarımıza “ulusal” bir çizgide yürüten Atatürk, bununla birlikte bütün Pan-İslâmist ve Pan-Türkist kaygıları bir kenara bırakarak, gerek cumhuriyetin ilânından önce gerek sonra Türkiye dışında yer alan Türk Dünyası ile de yakından ilgilenir. Nitekim Mustafa Kemal Atatürk TBMM’nde yapmış olduğu bir konuşmasında: “Türkiye dışında kalmış olan Türklerin kültür meseleleriyle yakından ilgilenilmelidir” ifadesi ile Türk Dünyasına ve Türk Dünyasına ait meselelere kayıtsız kalınmaması gerektiğini önemle vurgulamıştır. 23 Nisan 1920 tarihinde TBMM’nin açılışından üç gün sonra Çiçerin’e yazdığı mektubunda “sınıf mücadelesinden” bahsetmeden milli mücadelenin başarıya ulaşmasında faydalı olabileceğini düşünerek Sovyetler Birliği ile siyasi ve askeri bir ittifak yapmak istediğini bildirmiştir. 25

Türk Milletinin tam bağımsızlığını Lozan Antlaşması’yla İtilaf devletlerine kabul ettiren Mustafa Kemal Atatürk, emperyalist politikalar izlemeye devam eden batılı devletlere karşı mesafeli Durmuştur. 26 Türk Milleti’nin bağımsızlığını kabullenmekte gönülsüz olan Batılı emperyalist devletler, kendilerine tehdit olarak algıladığı ve sömürge düzeninin devam etmesinde engel gördükleri Türk Ulusal devletini, silah zoruyla masaya oturtamayınca Türk Milletinin bağımsızlığını kabul etmek zorunda kalmışlardır. Ancak Batılı Devletlerin özellikle de Almanya ve İtalya’nın revizyonist (yeniden kaybettiklerini kazanma isteği) tutumu yeni kurulmuş küçük balkan devletlerinin bu iki devlete karşı güvensizliğini arttırdı. 1933’ten sonra Almanya’da Nazi Partisi’nin iktidara gelmesi, İtalya’nın Akdeniz’de ve Balkanlar’da genişleme çabası ve Avrupa devletlerinin silahlanma yarışına girmesi dünya barışını yeniden tehdit etmeye başlaması Balkan devletleri arasında yakınlaşmaya yol açmıştır. 14 Eylül 1933 tarihinde Ankara’da Türkiye ile Yunanistan Arasında İçten Anlaşma Yasası, 17 Ekim 1933 tarihinde Ankara’da Türkiye ile Romanya arasında Dostluk, Saldırmazlık, Hakemlik ve Uzlaştırma Antlaşması, 27 Kasım 1933 tarihinde Belgrad’da Türkiye-Yugoslavya Dostluk, Saldırmazlık, Yargısal Çözüm, Hakemlik ve Uzlaştırma Antlaşması imzalandı. Balkanlar’ı ele geçirmek isteyen İtalya ve Almanya tehlikesi karşısında dört Balkan devleti Yunanistan, Yugoslavya, Romanya ve Türkiye 9 Şubat 1934’te Atina’da Balkan Anlaşma Yasasını imzaladılar. Bu Antanta göre, Balkan ülkeleri birbirinin varlığına saygı gösterecekti. Böylece Balkan ülkeleri sınırlarını karşılıklı olarak güvenceye almış olacaklardı. Arnavutluk İtalya’nın etkisinde olduğu Bulgaristan ise komşu ülkelerin topraklarında hak iddia ettiği için Balkan Antantına katılmadı. Ancak 31 Temmuz 1938 tarihinde Selanik’te Bulgaristan ile Balkan Antantı arasında iyi komşuluk ve içtenlikle ilişkilerini sürdürmek isteğini dile getiren bir anlaşma imzalanmıştır.27

Mustafa Kemal anti-emperyalist kimliğiyle Avrasya kıtasında her milletin kendi bağımsız devletini kurarak, sömürüye ve sömürgeciliğe karşı işbirliği yapmasını arzulamıştır.28 Bu bağlamda Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında, 8 Temmuz 1937’de Tahran’da Sadabat Sarayı’nda imzalanan dörtlü saldırmazlık paktı imzalanmıştır. Bu dönemde, Irak, İngiltere’ye olan bağlılığını dengelemek için İran ve Türkiye’ye bir saldırmazlık paktı önermiştir. Mustafa Kemal Atatürk ise ayrı ayrı paktlar yerine bölgesel ve kolektif bir pakt kurulmasını önermiştir. SSCB’nin Mustafa Kemal Atatürk’e Afganistan’ın da paktta yer alması ricasıyla kabul edilerek şekillenen pakt Tahran’da imzalanmıştır. Bu pakt, Ortadoğu coğrafyasında ülkelerin biri birlerinin güvenliklerinden sorumlu olacağını, sınır anlaşmazlıklarını ortadan kaldırarak biri birlerinin sınır güvenliklerini sağlayacaklarını taahhüt edeceklerdi. Bu bölgesel güvenlik sağlamak için oluşturulan ortak bir örgüttür. Türkiye bu ittifaklarda yer alıp öncü rol üstlenirken, Ortadoğu devletlerinin aksine bir düşünce ile hareket etmiştir. Türkiye, Ortadoğu coğrafyasındaki ulus-devlet yapısının devamından yana olduğu gibi hem Irak’tan hem de İran’dan gelecek Kürt Çetelere karşı etkin bir güvenlik duvarı örmüştür. Bunun yanında, bölgenin güvenliğinin sağlanmasıyla ekonominin canlanacağını düşünmüştür. Türkiye’nin bu güvenlik ittifakını oluşturma nedenleri arasında en başta gelen sebep herhangi bir saldırı meydana geldiğinde taraf ülkelerin ivedi bir şekilde müdahale etme kabiliyetinin hâsıl olacağını düşünmesidir. Çünkü bu örgütler bölgesel bir yapıdan meydana geldiği için, doğal olarak komşu ülkelerin yardımı daha hızlı olacaktır. 29 Türkiye, Ortadoğu coğrafyasına yakın komşudur. Dolayısıyla, bu işbirliğinin devamının bölge için önemli kazanımları beraberinde getireceği düşünülmüştür.

Devletler ortak bir tehdide karşı ittifaka girerler. Hele de bu ortak geçmiş ve kültür anlayışına sahip devletler olursa. Hem Balkan Antantı hem de Sadabad Paktı temelde Osmanlıdan ayrılmış Ulus-Devlet anlayışını benimseyen devletler olmasına karşın ortak düşmana karşı ortak çıkar etrafında birleşme ortak tavır alma amacıyla yan yana gelmişlerdir. Öte yandan, Mezopotamya yöneticileri Ulus-Devlet anlayışından ziyade eski yönetimi devirerek başa gelen iktidar sahipleri olduğundan güvenlik şemsiyesine katılmaları hem mevcut durumlarını koruma hem de uluslararası tanınırlıkları açısından bu çok önemliydi. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra hem Balkanlar, hem de Ortadoğu coğrafyasında yeni kurulan devletler, ekonomik ve askeri yapı yönünden güçlü değildiler. Özellikle Almanya ve İtalya I. Dünya Savaşı’nda kaybettiklerini geri alma arzusuyla yükselen revizyonist eğilimler bu küçük devletlerde güvenlik kaygısı oluşmuştur. Kendi bölgelerinde bazı sınır anlaşmazlıkları yaşamaları ve bölgelerindeki çatışmaların varlığı da bu ülkelerin iç politikadaki istikrarını bozmakta ve dış politikada öngördükleri statükoyu oluşturmalarına zorluk çıkarmaktaydı bu amaçla Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde imzalanan Sadabat Antlaşması ile hem sınırları korunacak hem de ortak bir güvenlik şemsiyesi altına gireceklerdi.

Sonuç olarak görüldüğü gibi Mustafa Kemal Atatürk’ün ideali önce “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” fikrini hem içeride hem komşuları arasında hem de Milletler Cemiyeti nezdinde cihana duyurarak mazlum milletlere, öncelikle de Orta Asya Türk halklarına hürriyeti getirmektir. Ancak bu ideal bu halkların hilafına değildir. Bunun için önce bağımsız bir vatan, bağımsız bir yönetim, güçlü üretim ve paylaşımla refah içinde diğer akrabalara yardıma hazır bir ekonomik ve askeri güce sahip bir ülke gereklidir. Yoksa Yahudi bezirgânı ağzıyla ve “kazan kazan” düşüncesiyle yapılan ekonomik toplantılar ve dünyaya duyurulan keneşler ve Türk Keneşine Türk olmayan başkanların seçimi ancak ve ancak cebi doldurmaya yönelik faaliyet olarak anılacaktır! Bunun oralardaki fakir halklara, hem de akraba olduğu söylenen bu insanlara bir faydası dokunmayacak, üstüne üstlük Rus ve Çin hegemonyasına teslim edilmiş olacaklardır. Bunun için Almanya gibi sosyal, kültürel, ekonomik ve askeri güce sahip olmalıdır. Yoksa hiçbir hazırlık yapılmamış olduğu evvelden beri bilinen bir durumda, “Avrasyacılık yapmak ve Türk Birliğini sağlayacağız demek,” hayalden öte gitmez. O insanlara da mutluluk ve refah getirmez. Çünkü Mustafa Kemal Atatürk’ün TAM BAĞIMSIZLIK ideali içinde ADALET, HAKKANİYET ve EŞİTLİK ilkesi vardır. Bunlar olmadan Avrasya’da kime neyi anlatacaksın? Amaç kendi ekonomini düzeltemeden Avrasya’nın ekonomisine göz dikmek ise bunu zaten Rusya 100 yıldır yapmış şimdi tekrar yapmak için adımlar atıyor. Rus’a şirin gözükerek ya da Çin’in kucağına oturarak Türk Devletleri Birliği’ni kurmak aptallıktır! 30, 31

KAYNAKÇA

  1. Sadi Borak, Atatürk’ün Özel Mektupları, Kaynak Yayınları,1998.
  2. Hüseyin Adıgüzel, Mollanur Vahidov, Yaşamı ve Mücadelesi, İleri Yayınları 2006.
  3. Erol Cihangir, Sultan Galiyev Davası, Doğu Kütüphanesi, İstanbul, 2008.
  4. Abdülkerim Mahdum (Şahsi Sohbetleri) Mart 2018, Tokat.
  5. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Ali Sevim-İzzet Öztoprak-M. Akif Tural, Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, 2006.
  6. İlhan, Atilla, O Sarışın Kurt, 6. bs., İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,

2007.

Kitapevi, 2005.

  1. Çeçen, Anıl, “Atatürk ve Avrasya” Ulusal Dergisi, Sayı:3.
  2. Doster, Barış, Atatürk Türk Dünyası ve Mazlum Milletler, İstanbul, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2004.
  3. Karakoç, Ercan, Atatürk’ün Dış Türkler Politikası,2. Bsm, İstanbul, IQ Yayıncılık,

2004.

15- Burçak, Salim, Moskova Görüşmeleri ve Dış Politikamız Üzerindeki Tesirleri, Gazi Üniversitesi Yayınları, No: 22.

  1. Sonyel, R. Salahi, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika II, Ankara, Türk Tarih

Kurumu Yayınları, 1986.

  1. Doğanay, Rahmi, “ Rawlinson’un Gözüyle Mütareke Döneminde Doğu Anadolu ve

Kafkasya” Atatürk Yolu, C.VI, Sayı:23, 1999.

  1. Jaeschke, G.Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri, 2. Bs, C. Köprülü, Çev. Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1991.
  2. Akşin, Aptülahat, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1991.
  3. Okyar, Osman ,“İstiklal Harbi’nde Mustafa Kemal’in Dış Politikası”, X Türk Tarih

Kongresi, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2002.

AKDTYK Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1990.

Exit mobile version