8 Mayıs 2022 günü bir arkadaşım Haluk Nur Baki Hoca ile ilgili bir yüksek lisans çalışması gönderdi ve “Al bak manevi babam dediğin adam hakkında ne yazıyor?” dedi. Okudum, afalladım. Güya ailesinden dinlenilerek yapılmış bir hikâyenin yüksek lisans tezine çevrilmiş haliydi amma buram buram FETÖ ve Said-i Nursi methiyesi koktuğu için bu tez nazarımda beş para etmez! Haluk Hoca ile geçirdiğim beş buçuk yılda ondan o kadar çok manevi eğitim almış ve o kadar çok kimse ile ilişkisine ve konuşmalarına şahit oldum ki o zaman Dalhause Üniversitesi’nde okuyan oğlu Ahmet Veysi bile benim onunla geçirdiğim yılları ve girdiğimiz halleri bana tercüme edişini zerre kadar bilmez, bilemez. Kaldı ki ikinci hanımından olan kızı Cerencik de o zaman (1985-6’da) 5-6 yaşlarında idi ve Ayşe Abla anaokuluna gidiyordu. Beni beş yıl boyunca oğlu yerine koyarak Amerikan Kültüre yollaması, parasını cebinden vermesi, beni TOEFL imtihanlarına sokması ve Kanada, Montreal McGill Üniversitesi’ne doktoraya kabul edildiğimde sevinçten ağlamasına kanımca bu tez halel getirmiştir. İçim cız etti ve bayağı hiddetlendim. Yazayım dedim ama onun aziz hatırasına halel getiririm diye korktum, vaz geçtim.
16 Mayıs 2022 Gecesi Kanlı bir ay vardı. Kan kırmızısı ay gecenin karanlığını kızıl laciverte boyarken yelkovan ve akrep üst üste gelip gecenin sonunu bulduğunda bilinmezliğin kapıları açıldı ve “YAZ” emri çıktı. Ertesi günü de Hüseyin Kahveci beyin 2022-23 döneminin yıkım dönemi olacağına ve Mustafa Kemal’in kim olduğuna dair “you tube” videosunu seyredince artık bildiğimizi açıklamanın vaktinin geldiği anlaşıldı.
HER ŞEY BİR RÜYA İLE BAŞLADI…
Sene 1985-86 yılları…
Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi 4. Sınıf öğrencisiyim. Yaklaşık 5 senedir de Haluk Nur Baki Hoca’nın sohbetlerine katılıyordum. Katılmaktayım diyorsam, gelenlerin çekip gittikten sonra baş başa kaldığımızda bana verdiği manevi derslerden bahsediyorum.
Kimler gelmezdi ki…
Tiyatrocu Semih Sergen, 12 Eylül’ün namlı komutanlarından Haydar Saltık’ın karısı (gizli gizli gelirdi), Ankara’nın meşhur mimarlarından Mehmet Ağabey, Diyanet dış ilişkiler şubesinden Mehmet (sanrım soyadı Gül’dü), Suzan Çataloluk (ablam olurlar), üçüncü hanımı olan hanımefendi. Akşam 7’den sonra Cebeci’deki muayenehane kapanır, sekreter Havva, “Ben gidebilir miyim hocam?” der. Havva gider ve bizim ders-sohbet başlardı. Saat 22.00’de Ceren’in annesi (TRT Gen. Md. Doğan Kasaroğlu’nun eski sekreteriydi) arar; “Nerdesiiin bu vakte kadaaar?” diye bağırır Haluk Hoca da yüzüne kapatır ve ardından, “Allah belanı versin,” derdi. Yani cadaloz ve para düşkünü bir kadındı. Her gün saat 18.30’da sekreter Havva’yı arar bu gün kaç lira kazandı diye sorardı. Haluk Hoca’yı Haluk Hoca yapan işte bu sabrıydı. Yoksa tek başına Fatma Şahin denilen Hanım’ın tezinde bahsettiği Faik Saraç Efendi değildi.
Neyse gelelim öze…
Haluk Nur Baki öyle siz siyasi İslamcıların ve tasavvufu namaz kılmak ve tekkeye bağlılıktan ibaret sanan postnişinlerin anladığı gibi diz kırmış boyun bükmüş namaz kılan kur’an’ı hadisle tefsir eden bir adam değildi. O deli dolu bir aksiyonerdi. Onun tek bir özelliği vardı. Asla yalan söylemez, asla emanete ihanet etmez, asla verdiği sözden dönmezdi. Ve ölümüne Hz. Ali ve 12 İmam taraftarıydı. Bunu kendisine öğreten de Afyon’un Sazlı köyünde yaşamış Alevi-Kadiri Dervişesi Balım Sultan Bacıydı! Ne yazık ki ben yetişemedim, 1967 yılında vefat etmiş sanırım.
Bir Cuma günüydü…
Semih Sergen, Mehmet Gül Bey ve ben Numune Hastanesi Cami’sine geldik Haluk Hoca’nın vaazını dinleyip Cumayı eda eyledik ve Hastane odasına geldik. Semih Sergen Mevlana Haftası dolayısıyla Mevlana’dan bahsetti ve “gitsek mi hocam?” dedi.
Haydi, kalkın gidelim demez mi?
Mehmet gül Bey özür beyan ederek aramızdan ayrıldı. Semih Sergen ve ben Haluk Hoca’nın Citroen marka otomobiline bindik ve düştük yola. Yollar kıvrılıp ardımızdan akıp giderken sohbet daha doğrusu Haluk Hoca’nın kendinden geçmesi ve esrikleşmesiyle çok kısa sürede kendimizi Mevlana Müzesi’ne doğru sola dönen kavşakta bulduk. Sağa dönmeden doğrudan karşıya geçip Adana yoluna doğru Müzenin arka taraflarında bir yerlerde arabayı durdurdu. O zaman müzenin hali böyle değildi. Orijinal duvarları kısmen ayakta kalmış yıkılan yerleri tel örgülerle kapatılmış bir yerdi. Haluk Hoca konuşuyor Semih Sergen de kendi kendine sanki bizimle sohbet edip bir şeyler anlatıyormuş gibi konuşuyordu. Tam elimi kaldırdım, “Hoca bu ne konuşuyor ya!” diyecektim ki Haluk Hoca işaret parmağıyla sus işareti yaptı. Arka taraftan bir kapı açıldı içeri girdik kapı kapandı ardımızdan, “hoş geldiniz” diye bir ses duyduk, ben kapıcı zannettim. İçeri girdik gençliğin deliliği ile pek önemsemedim. Daha sonra Konya’da görev yaparken bir daha o kapıyı bulamadım!
Ben Mevlana ile başı hoş olmayan bir adamdım. “Bizi buraya ne diye getirdi,” diye içimden söylendim durdum. Ankara-Konya, gezi, yemek, Konya-Ankara dönüşü, 13.00 ile 17.30 arası tam 4.5 saat tutmuştu. Milli Kütüphane’nin yanından geçerken şaşkın şaşkın Haluk Hoca’ya saati gösterdim. Yine sus işareti yaptı…
Elimde Mevlana ile ilgili bir sürü kaynak vardı. Bunlardan bir kitap çıkar diye düşünüyordum. O düşüncelerle geceyi bitirip yatağa uzandım dalmışım.
VE RÜYA…
Mevlana Müzesine girince sol kolda müritlerin kaldığı hücreler vardır. O hücrelerden birindeyim. Önümde Mevlana ile ilgili kitaplar yığını, çalışıyorum. Sağ çaprazda ön tarafta Mevlana’nın sandukasının olduğu yerde hafif loş bir ışık var ve bir karaltı, seçemiyorum. Mevlana Hz. kalktı galiba diyorum ve o tarafa gidiyorum. Ana giriş kapısı sağ kolumda kalmış vaziyette kapı açık kapıda kestane rengi çok güzel bir Arap Atı var beni görünce kişniyor. Mevlana’nın sırtı bana dönük iki üç adım mesafe kalınca sağa doğru yan dönüyor. Yüzünde mahzun bir ifade var. “Çocuk bizim hakkımızda kitap yazacakmışsın, doğru mu?” diye soruyor. “Evet, efendim düşünüyorum,” diyorum. “Evet, bize çok kızacaksın biliyorum, biz bir hata yaptık amma bizi çok örseleme olmaz mı?” diyor. “Nasıl, yani?” diyorum. “Mehmet Efendi ile Abdül Fettah’a sor,” diyor.
Uyanıyorum.
Ertesi günü okula devam ediyorum ve unutuyorum.
Sonra rüya aynı şekilde tekrarlıyor. Yine okul yine unutuyorum.
Aynı rüyayı beş defa görüyorum.
Tam beş defa, Aynı rüya…
Dayanamadım Haluk Hoca’ya gittim. Daha kapıdan girer girmez, “Hayırdır, ne oldu, kim seni bu kadar yordu,” dedi ve güldü.
“Ben bir rüya gördüm.”
“Orasını biliyoruz da ne gördüğünü söyle?”
Rüyayı anlattım.
“Allahuekber,” dedi. BU, BU ÇOK MÜTHİŞ BİR RÜYA!
“Yahu neresi müthiş anlat da ben de bileyim.” Diye çıkıştım.
“Mehmet’e sor dediği kişi Türbesi’nin son hademesi Mehmet Arısoy Dededir. Annemin Hocasıdır. Bizde vefat etti. (Yani, öyle memleket.com.tr’de Serpil Yalçınkaya’nın dediği gibi değildir esası!) Mevlana’nın, Abdülfettah dediği kişi ise Gevraki Hoca nam kişidir. Kapıdaki at ise Mustafa Kemal’in atı Yağız’dır!
Ahhaaaaaa!
“Dur hele hoca, dur! Mehmet Arısoy kim, Gevraki kim, Yağız niye orada ve bütün bunların benimle ne ilgisi var?” Gözlerim fal taşı gibi açılmıştı.
“Demedi mi Hazret sana, doğruyu öğren de bizi fazla örseleme?” diye…
“Eee,” dedim, “Neyi örselemeyeceğim ben burada?”
Haluk Hoca, “Mevlana Hazretleri öldü, Mehmet Dede öldü, Gevraki Baba öldü.”
“Ahhaaa, Yahu o zaman ben kimden ne soracağım? Bu nasıl bir rüya ki başı sonu yok!” dedim.
“Dur,” dedi, Hoca. Abdülfettah ve Mevlana Hazretleri daha önce öldü, Mehmet Dede de bizde öldüğüne göre Mehmet Dede’nin anlattığı olayı sana anlatmamı istiyor, Hazret!”
“Neymiş o, bana anlatılması istenen hocam?” dedim titreyen sesimle.
Ve HALUK HOCA’m Bana Rüyamı şöyle yorumladı:
Kurtuluş Savaşı’nda 10 Temmuz’da başlayan Kütahya-Eskişehir Savaşları 24 Temmuz 1921’de sona ermiş cephesi yarılan Türk Ordusu Eskişehir’e çekilmeye başlamıştı. Ardından Eskişehir’de de tutunamayan Ordu Polatlı’da cephe kurar ve Sakarya Savaşı için hazırlıklara başlar. Polatlı’da da tutunamazsa Türk Ordusu’nun biteceği ve Türklerin tarih sahnesinden silineceği açıktı. Polatlı’ya çekilen cephe karargâhı, istasyon çevresindeki tek katlı birkaç tatar evi ve karanlık bir handan ibaretti. Yetmediği yerde çadırlar kurulmuştu. Orduyu doyurmak, dinlendirmek yaralıların yaralarını tımar etmek için gün ve gece boyu çalışmışlardı. 25 Temmuz 1921 günü Mustafa Kemal Paşa İsmet Paşa ile konuşmak, ordunun durumunu gözlemlemek ve ilerisi için yapılabilecekleri tartışmak için Polatlı’ya gelir. İsmet Paşa Mustafa Kemal’i kapıda karşılar, tokalaşırlar ve İsmet paşanın küçük karargâh odasında durumu gözden geçirirler. İsmet Paşa’nın ordusunun tam yarısı savaşın ortasında terk edip kaçmıştır. Kaçak sayısı 30.000’den fazladır. Toplantı bitiminde istasyon binası önüne çıkarlar. Bir süre dizi dizi Eskişehir’i boşaltmış gelen halkı ve kağnı arabalarını seyrederler. Sonra Mustafa Kemal atına atlar ve İnönü’ye dönerek, “Yeise kapılmayınız paşam bu işi de inşallah başaracağız,” der. Atının başını Ankara’ya doğru çevirirken, İnönü, “Paşam yalnız gelmişsiniz, bir koruma vereyim,” diyecek oldu ki Mustafa Kemal’in; “Paşa sağlıcakla kal biz Yalnız Kurduz, bilmez misin?” narasıyla kendine geldi. İnönü utanır, ayıp mı etmiştir acaba, nedir? Diye hayıflanır.
Mustafa Kemal Polatlı’dan çıkarken atın başını 60 derece kadar sağa kırar, atı tırısa kaldırır ve gemleri serbest bırakır; “Yağız hedefin Konya Mevlana Türbesidir, orayı biliyormuşsun sen Hazret öyle söyledi. Sen tırısta iken ben de biraz dinleneyim,” der ve gemleri serbest bırakır. Parlak kestane renkli Arap atı sanki deneni kavramış gibi tırısa kalktı, kâh tırıs kâh dörtnal küçük bir dere yolundan Karahamzalı, Yağcıoğlu, Sabanca ve Ördek Gölü arasından geçerek Sarayönü, Altınözü yoluyla Sabah ezanı okunurken Konya’ya girer ve millet namazda iken Yağız türbenin önündedir. Bu günkü Mevlânâ Türbesi ana giriş kapısında Mehmet Dede ve Gevraki Dede beklemektedir. Mustafa Kemâl, “Geç mi kaldım?” diye sorar. Mehmet Dede; “Siz beklenensiniz, ne kadar geç kalırsanız kalınız, biz sizi her daim bekleyeceğiz göz bebeğimiz,” der içeri buyur eder. Mustafa Kemâl attan iner ve at yedeğinde içeri girerler. Mehmet Dede Yağız’ı kendi hücresi önünde bağlamak ister at huysuzlanır. Mevlânâ’nın sesi duyulur, “Bırakın o bizi buldu daha bağlanmaz!” Bu gün müze türbe olan odada o zaman halılar varmış. Mevlânâ, Mustafa Kemâl’e abdestinin olup olmadığını varsa sabah namazını eda etmelerini teklif eder. Mustafa Kemâl, “abdest alayım,” der. Abdestini alır ve gelir Mevlânâ’nın arkasında durur. Gevraki Dede müezzinlik yapar. Mevlânâ, “Allahuekber,” diye tekbir getirirken Mustafa Kemal bir ara arkaya doğru göz ucuyla bakar ki ne görsün bütün mekânda yatanlar arkada saf tutmuştur.
Mevlana farzda 1. Rekâtta “Kehf Suresi”ni 2. Rekâtta ise “İhlas” suresini okur. Namaz bitiminde aşır okunur. Sonra duaya geçilir ve Mevlana Hazretleri bir defa daha Kehf suresini okur. Mevlana Hazretleri döner ve ağır ağır konuşmaya başlar; “Aslında sen Bayramisin amma biz çok feryat ettik hatamızın bağışlanması için o sebeple seni bize hediye ettiler.”
Mustafa Kemâl sorar: “Hatanız neydi efendim?”
Mevlânâ cevap verir: “Biz Abbasoğullarına kızgınlığımızdan gözümüzü hırs bürüdü de nefsimize uyduk hem Aksarayi hem de Yunus ve Babai gibi Türkmen ulularını küstürdük hem de oğlumuzun canına kıydık. Rabbimize o günden beri yalvarır dururuz, seçilmişinize hizmet edelim diye.”
Mustafa Kemâl sorar: “Estağfurullah Efendim, o ne demek, haddimize mi size saygısızlık etmek,” der.
Mevlânâ Hazretleri “Senin kafandaki devlet şekliyle ilgili istifhamı biliriz. Bize emrolunanı da sana söylemek için seni buralara kadar getirttik kusurumuza bakma. Kuracağın devlet “CUMHURİYET” olsun hiç korkma. Bizimle birlikte bütün evliya tabakası Fahri Kâinat Efendimizin izniyle bu gece “KEHF” suresini okudu. Çünkü sen 19 Mayıs 1919 günü karaya ayakbastın. Bu surede 19’ların sırrı vardır. Ve Ankara Başkentin olsun. Ankara Ley Hattı üzerindedir. KEHF Suresi Ley Hattını Emsi, Ankar, Ancyra, Ankyra, Akharkan yoluyla Ankara Yıldızı’na bağlar. Ve bu yıldız “Zümrüd-ü Anka yumurtasındandır. Küllerinden yeniden daha güçlü ve daha sağlam olarak doğanlar ancak bu yıldızladır. Ve senin bu devletini Evvel Allah kimse yıkamayacaktır! İster harici ister dâhili bedhahlar ne kadar uğraşsa da başaramayacak biiznillah! Senden istenen devleti kurunca bütün tekkeleri kapatmandır! Benim türbemi de müze yap, ha bu Mehmet’i de bakıcısı eyle. Yalınız Suriye’de, Halep’te Mevlânâ Külliyesi bakımsız ve harap vaziyettedir. Devleti kurduktan sonra oraya bizden iki adam gönderirsen sevinirim. Şimdi gidebilirsin, arkandan sana, Türk’e ve devletine duacıyız. Sen Peygamber’in işareti ve bizim gözbebeğimizsin bizi unutma,” der ve konuşmayı bitirir.
Mustafa Kemâl, “Baş üstüne Efendim,” diyerek türbeden ayrılır. Yağızda ne bir yorgunluk işareti ne de bir gitmemezlik isteği vardır. Saat öğle 12 gibi Ankara’ya varılır.
Savaş kazanılır. Cumhuriyet ilan edilir. Tekke ve zaviyeler kapatılır. Mevlana’nın tekkesi ise müzeye çevrilir. Mustafa Kemâl Fevzi Çakmak’a durumu açar ve Halep’teki Mevlânâ Dergâhına Mevlana soyundan iki kişi yollanır. Bu iki kişi orada çalışmış ve orada gömülmüştür. Tekke de 1983 yılına kadar ayakta kalmıştır.
………………………
“İşte gördüğün rüya budur,” dedi Haluk Hoca. İçim ferahlamıştı ama içime de işlemişti. Daha sonra mezuniyet, yurt dışı çilesi ve dönüş derken bu rüyayı yine unuttum. 2011 yılında Antalya, Akdeniz Üniversitesi’nde öğretim üyesi bir dostumla konuşurken dank diye rüya aklıma gelmez mi. Arkadaşa anlattım. “Bunu anlatsam kimse inanmaz,” dedim. Arkadaşım, “Senin gördüğün rüyayı Gevraki Dedenin torunlarına doğrulatabilirsin,” demez mi? “Nasıl, yani?” demiş bulundum. “Gevraki Dedenin torunu Kirazlı bahçe Muhtarının karısı olur. Ben onlardan bu anlattığının bir değişiğini dinlemiştim, 2003 yılında,” dedi. Beynimde şimşekler çaktı. Artık aklımdan çıkmasının imkânı kalmamıştı. 2004 yılıydı, gittim Kirazlı bahçe muhtarını buldum ve konuyu açtım. İlk önce reddetti. “Bir rica etsem, hanımınla lütfen bir konuşur musun belki büyüklerden hatırladığı bir şeyler vardır,” dedim. Sonra, “Bu dediğin doğrudur ama şimdi yeri değildir! dedi. “Neden,” diye üstelediğimde, “ben AKP’liyim kardeşim. Bana zarar vermek mi istiyorsun git Allah’ın aşkına, git ve bir daha buraya da gelme” dedi. Böylece tali yoldan rüyam, Haluk Nur Baki hocam, Mevlânâ, Mustafa Kemâl, Cumhuriyet, Türklük ve devletin ilelebet ayakta (payidar) kalacağı doğrulanmış oldu.
…………………..
İkinci Abdülhamid’in torunu Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu, sosyal medya hesabından İYİ Parti lideri Meral Akşener hakkında konuştu. Osmanoğlu Meral Akşener’in Abdülhamid Han hakkında söylediği sözlere tepki göstererek “Evlad-ı Osmanlı olarak diyorum ki biz geriye dönersek siz deliye dönersiniz.”
Ey Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu! Meral Akşener bilmediğinden sana cevap veremez ama ben onun yerine sana, senin anlayacağın dilden konuşayım! Bak dedenin döneminde yaşamış ve büyük büyük dedenin türbedarı olan adam ne diyor dinle;
Fatih Türbedarı Gavsı Azam Amiş Efendi’nin öğrencisi Mecdi Efendi ve Sufiyye’den Hasan Efendi ile sohbet ederek Beşiktaş’tan Yıldız Sarayı’nın kenarından deniz kıyısı boyunca yürürlerken Hasan Efendi içinden, “Yarabbi bir kuvvet versen de şu saraydakinin tacını tahtını başına yıksam,” diye içinden geçirir.
Amiş Efendi döner ve der ki: “Hasan, zulüm nedir bilir misin?”
“Nedir Efendim?”
“Padişah zalim ise ona karşı silaha sarılmak da zulümdür!”
“Peki, bu zulüm ne zamana kadar sürecek, ne zaman bu millet yakasını bu gâvur âşıklarından kurtaracak?”
“Mavi gözlü sarışın Yörükoğlu gelince hiç biri kalmayacak,” der. (1)
…………………..
Sene 1989. Cemal Doğramacı Efendi Bayramiydi, arifandandı. Kardeşi Hüsamettin Doğramacı da masonların önde gideniydi. İki kardeş biri birinin tam zıddıydı. Bir sohbetlerinde, “Mustafa Kemal Peygamber’i Zişan’ın bahsettiği ve övdüğü seçilmişlerdendir,” demiştir.
……………..
Sene 2018 idi, gazetemizin ruhu Reha Ağabey’i Abdülkerim Mahdum Bey ile tanıştırmıştım. Abdülkerim Mahdum Bey Afganistan Türkü olup hem Afgan Türklerinin lideri, Hem Orta Asya Türk Dünyası’nın Aksakallarının lideri, hem de Nakşibendi Hazretlerinin bıraktığı Orta Asya Nakşibendiliğinin lideri idi. İkisi de felaket Türkçü olmalarına rağmen anlaşamadılar. O sebeple bazı çok önemli bilgileri bana kendisi ayrıldıktan sonra fısıldadı. İşte onlardan biri;
Daha Ulusal Kurtuluş Savaşı devam ederken gelen iki kişilik Buhara Elçilik Heyeti, Türkistan Türklerinin selamlarını getirdikten başka, Atatürk’e bazı hediyeler takdim etmişlerdir. Bu hediyeler arasında özellikle dört tanesi dikkat çekmektedir. Bunlardan biri Timur’a ait bir Kur’an-ı Kerim, Buharalı kılıç ustalarının yapmış oldukları pala şeklindeki üç kılıç. (2) Atatürk 17 Ocak 1921 tarihinde konu ile ilgili olarak TBMM kürsünden şunları söylemiştir: “Muhterem arkadaşlar! Türkistanlı kardeşlerimiz Sakarya Zaferi münasebetiyle bize üç kılıç ve birde Kur’an-ı Kerim göndermişler. Türk milleti adına kendilerine teşekkür ederim. Bu mukaddes kitabı Türk milletine emanet ediyorum. Bu üç kılıçtan birini ben aldım, ikincisini İsmet Paşa’ya verdim. Üçüncüsünü de İzmir fatihine saklıyorum. Bu kılıç İzmir’e ilk giren kumandanın beline takılacaktır”. Nitekim üçüncü kılıç daha sonra İzmir’e ilk giren süvari zabiti Şeref Beye verilecektir. Sayı olarak herhangi bir bilgiye rastlanılmamakla birlikte, Türkistan Türklerinin Türk istiklâl Harbine katıldığını ve şehit düşen Türkistanlılar için bir anıt mezarın yapıldığı bilinmektedir. Kitabesinde, “Türkistan kurtuluş mücadelesinden sonra Balkan, I. Dünya Savaşı ve Türk İstiklâl Harbi’ne katılan Türkistanlı kahramanlar, bugün Kemalizm güneşinden nur alan Anadolu’da yatmaktadırlar” ifadelerinin yer aldığı bu anıt mezar Tarsus’ta bulunmaktadır. Ancak diğer iki hediye ve bunları kimin gönderdiği ile ilgili bilgi yok! Buhara Elçilik heyetinde kim vardır kim göndermiştir, bilgi yok. Peki, bunu 101 sene sonra biz açıklayalım. Kılıçlar ve Mushaf ilk iki hediye idi. Üçüncüsü Ahmet Yesevi’den Nakşibendi’ye (Tacik, Türkmenidir) ondan Ahund Mollaya (Büyük Türkistan evliyasıdır ve Halife Kızılayak’ın dedesidir) ondan da Halife Kızılayak’a gelen seçilmişlik (Baş aksakal) beratıdır! Sonuncusu da bu beratın alameti KEHF SURESİ’nin 19’lar SIRRININ AÇIKLAMASIDIR. Bunları gönderen de Halife Kızılayak’tır.
İşte Son Başbuğ, Son Yalnız Kurt, Son aksakal Atatürk budur, Efendiler. Bu emanetleri bir Allah kulu bilmez! Mustafa Kemal’den bunlar Kemal Karpat’a geçmiştir (Haydi bunu da ifşa edelim) son sahibi olan generali de güya Atatürkçü geçinen İlker Başbuğ niye “Ölümle Tehdit ettiğini” açıklasın da bilelim. Generalin sırrını mı öğrenmişti, bunu kimlerle paylaştı bilemiyoruz.
SONUÇ:
Bütün bunlardan sonra bize söylenen TÜRK DEVLETİ’NİN İLELEBED PAYİDAR KALACAĞIDIR! Bu günlerde savaş çığırtkanlığı yapan KABALACILARIN dediği gibi TÜRKİYE uçup kaçmayacak! Mahir Kaynaktan, Mehmet Ali Bulut’a kadar Kur’an’ı Kabala ile açıklayanların hiç birinin dediği gibi olmayacak. Yeni bir Osmanlı çıkmayacak. Çünkü KEHF Suresi ve LEY Hattı apaçık ortadadır ve halen geçerlidir, geçerliliği de son ana kadardır! Osmanlı bir bütündü, bütün ümmeti temsil ediyordu mavalları hikâyedir! Çünkü son döneme girildi ve ümmet yapısı bitti. Şimdi son başa sarmaktadır ve TÜRK SOYLULARIN dönemi başlamaktadır. Mustafa Kemâl garibim utanmış da, “Ne Mutlu Türküm Diyene,” demiş. Ama o devir geçti. Şimdi, Ne Mutlu Türk Olana” devri girdi haberiniz ola! Bu da Türkiye’nin şiddetle ufalanması ve nüfusun 2/3’ünün yok olması demektir, Hazır olunuz!
VESSELAM…
KAYNAKLAR
- Hocam Haluk Nur Baki’den dinlediklerim.
- Amiş Efendi’nin Hayatı.
- Cemal Bey’in sohbetlerinden.
- E. B. Şapolyo, “Atatürk ve Üç Kılıç”, Türk Kültürü, sa. 35, Kasım 1965, s. 86