Uzak Doğu ve Türk kökenliler
Çin, Kore, Japonya, Çin Hindi dediğimiz Vietnam, Kamboçya, Burma gibi ülkelerin bulunduğu, Güneydoğu Asya‘nın da dâhil olduğu bölgeye Uzak Doğu deriz. İngilizce ve Çince tanımlamaları da aynıdır. Buna mukabil olarak Yakın Doğu tabirini kullanmalıyız ama bizde genelde Ortadoğu denir. Ortadoğu, sömürgeci bir tabirdir aslında. Coğrafi tanımlamalarda baktığınız yön önemlidir. Biz buradan baktığımızda Ön Asya, Yakın Doğu ya da Uzak Asya diyebiliriz.
Uzak Doğu meselesini tarihin derinliklerine giderek anlamak mümkündür. Bilinen tarihinin en eski devirlerinden itibaren Türk kökenli insan gruplarının Çin’in içlerine kadar gittiklerini ve burada asimile olduğunu görüyoruz. Himalayalar ve Güney Çin’e kadar uzanan bozkır kökenli insanların bulunduğunu biliyoruz. Onun dışında binlerce yıl içinde Türk kökenli insanların Orta Asya’dan Kore’ye, Japonya’ya kadar ulaştığından söz edilebilir.
Ayrıca 19. yüzyıldan itibaren II. Sultan Abdülhamid döneminde İslam’ı yaymak, Müslüman kökenli halkları sömürgeciliğe karşı uyarmak için bu topraklara gönderilen insanlara dair faaliyetler görürüz. Bunlar özellikle Çin Hindi bölgesinden, deniz yoluyla Japonya’ya gitmişlerdir. Buradan da Çin ve Kore’ye kadar ulaşmışlardır. Ertuğrul Faciası da bu dönemde yaşanmıştır. Son asırda Yemen ve Umman bölgesindeki seyyahlar, Osmanlı tarafından, bu bölgeye gönderilmiştir. İslamiyet’in Asya’ya yayılışı Uzak Doğu’ya İslamiyet iki kanaldanyayıldı. Birincisi Orta Asya üzerinden İpek Yolu’nu takip ederek gitti. İkincisi deniz yolunu takip ederek buraya ulaştı. Biri Güney Çin’de son buldu, biri Orta Çin’de. Bugün yapılan çalışmalarda,
mezar taşlarında bunu görebiliriz. Çağımızda ise iletişim imkânları arttı, hayat farklılaştı. Uzak Doğu üretimin, ticaretin, teknolojinin merkezi olarak değerlendiriliyor.
Türk mirası korunmayı bekliyor
Sibirya bölgesinden Kore’ye, Çin’in içlerine, Himalaya Dağları’na doğru, hatta Hindistan’a kadar uzanan Türk kökenli halklardan söz edebiliriz.
Bugün Moğolistan’da, Güney Sibirya’da, Mançurya’da, Balkay Gölü’nün doğusunda Türk kökenli halklardan kalma çok sayıda arkeolojik eser var. Bunların korunması, yenilerinin araştırılıp bulunması, incelenmesi, değerlendirilmesi konusundaki çabalar çok farklı noktalara geldi. Kendi adıma çok değerli buluyorum.
Türkçenin en önemli yazılarını Moğolistan’da, Orta Asya’nın doğusundaki alanlarda görüyoruz. Burada bulunan, 1300 yılından önceki eserlerin yüzde 95’i Türk kökenli halklara aittir. Çok fazla var ve dağınık vaziyetteler. Bunların envanterinin çıkarılıp koruma kapsamına alınması gerektiğine de dikkat çekelim. Burada tabii ki sembol haline gelmiş olan Kültegin, Bilge Kağan, Tonyukuk Yazıtları Türk kültürünün zenginlik abideleridir.Moğolistan’dan başka Kuzey Çin’de, Buryatya’da çok sayıda şehir kalıntısı vardır. Karakum,Karakurum, Ordubalık, Baybalık gibi kalıntılardan özellikle söz edebiliriz. Kaya resimleri ve kurgan örnekleri de on binlercedir.
Türkiye Türk dünyasına yaklaşıyor
Bu alanlarda yıllardır kazılar yapıyoruz. Bu doyumsuz coğrafyanın tamamına yakınını gördüm. Yeter demek imkânsız. 90’ların sonundan itibaren Türkiye‘nin, çok hızlı olmamakla birlikte, artan bir ivmeyle Türk dünyasına yaklaştığını görüyorum. Bunu şöyle değerlendirmek lazım: O bölgenin insanı Türkiye ve Türkleri tanıdı, Türkiye’dekiler de orayı daha fazla tanımaya başladı. Böylece karşılıklı edebi, siyasi, ilmi, kültürel her türlü ilişki gelişti. Bu, Türk dünyası adına hoş bir durum. Ayrıca insanlık tarihine de katkı sağlayacağını, bölge barışını güçlendireceğini düşünüyorum. Son iki yılda da artan bir ilişki var. Ben şuna bağlıyorum: Birinci olarak Türkiye’deki mevcut iktidarın yöneticilerinin Türk dünyasına önem verdiğini görüyoruz. İkincisi, Türk cumhuriyetlerindeki elitlerin, yönetim tabakasının Türkiye’ye artık daha fazla değer vermeye başladığını, Türkiye’yi daha fazla “sevdiğini” söylemek mümkündür.
Türk dünyasının gerçekleri Türkiye’de göründüğünden farklı
Bundan önceki dönemde yaptığım saha çalışmalarında ise halkın Türkleri ne kadar sevdiğini ve ilişkileri geliştirmek için faaliyette bulunduğunu biliyorum. Genel bakışta olumlu şeyler söylenebilir ama dahası “neden olmadı” diye tartışılabilir. Bunda karşılıklı eksikliklerin olduğunu düşünüyorum. Hem de uluslararası güçlerin etkisi var. En büyük hata ise Türk dünyasının, Türkiye’den görüldüğü gibi olduğunu sanmak. Türk dünyasının gerçeklerinin farklı olduğunu düşünüyorum. Bu farklılık Türkiye’de yeterince anlaşılamıyor. Birbirimizi tanımadan yapılan faaliyetler oldu ve bazı sıkıntılara yol açtı. Bunlar da yavaş yavaş aşılıyor.
Turan ülküsüyle yükselen bir birlik heyecanı vardı, öyle olmadığını zaman içerisinde gördük. Dünyanın gerçekleri farklı. Tamam, Türk kökeninden geliyorlar ama bunların her biri ayrı birer topluluk ve ayrı birer devlet. Bir kere bu devletlere saygı göstermek lazım, eşit muamele etmek lazım.
Sovyetlerin dağılmasıyla kapılar açıldı
Çocukluğumdan beri hayalim, Orta Asya eski Türk Tarihi üzerine araştırmalar yapmaktı. Sovyetlerin dağılmasıyla kapılar açıldı, rahatça gidebildik. Tayvan’da Çince öğrendim ve Çin kaynakları üzerinden tarihi öğrenmeye başladım. Bu bölge halklarının uzun süre Rus hâkimiyetinde kaldığı için bazen milli duygulardan uzaklaştığını, Rus kültürünün etkisi altına girdiğini inkâr etmemek lazım. Doğu Türkistan’da ise durum daha feci. Çinlilerin çok fazla baskı yaparak Uygurları yok etmeye çalıştığını, işi soykırıma doğru çevirdiğini biliyoruz.
Türk Devletleri Teşkilatı yeni bir heyecan getirdi
Türk Devletleri Teşkilatı’nın yeni bir heyecan getirdiğini düşünüyorum. Başka yeni başarılara vesile olacağını umut ediyorum. Ama çok çalışmak lazım, bölge şartlarını düşünerek faaliyette bulunmak gerekiyor. Türkiye’nin burada ekonomi ve siyasi açıdan güçlü olması gerekiyor ki onlara katkı sağlayabilsin. Türk dünyasında Türkiye’ye ihtiyaç var. Türkiye bu ihtiyacı yerine getirirken sağlıklı davranmalı ve başarılı şekilde faaliyetlerini yürütmelidir ki bunu yapıyor. Oradan gelen taleplere de cevap verebilmelidir. İnsana yapılan yatırımın karşılığını hemen almak mümkün değil.
Sonsuz bozkırlar
Türkistan dediğimiz saha, Orta Asya’nın her bölgesinin ayrı güzelliği var. Kırgızistan’dan girince dağların insana vermiş olduğu o ihtişamı görüyorsunuz. Dağların Türk tarihinde neden bu kadar önemli olduğunu, Karahanlı medeniyetinin, Türkistan medeniyetinin nasıl yükseldiğinin temelini görebiliyorsunuz.
Kazakistan’ın eşsiz, uçsuz bucaksız bozkırlarında ise sonsuzluk duygusunu, gökyüzünü, milattan önce iki binlere kadar giden derin bozkır kültürünün izlerine şahit oluyorsunuz. Ahmet Yesevi Hazretleri’nin çabası beni çok etkilemiştir, Türkler arasında İslamiyet’in nasıl yayıldığını anlamanın da yolunu buluyorsunuz.
Orta Asya dendiğinde akla tek bir iklim gelmemeli
Özbekistan’da Buhara ve Semerkant’ı gördüğümüz zaman şehircilik anlamında, Timur dönemi ve sonrasında, yani son 700 yıllık dönem içerisinde ne kadar büyük ilerlemeler kat ettiğini açık bir şekilde görüyorsunuz. Sert ve vahşi bir ülke olan Moğolistan’a gittiğinizde ayakta kalan toplulukların güzelliklerini, inceliklerini keşfedebiliyorsunuz. Aralarında maalesef siyasi istikrar sağlanamadığı için, Türk birliği gerçekleşemediği için, Rus ve Çin boyunduruğuna nasıl girdiklerini daha iyi anlayabiliyorsunuz.
Orta Asya dediğimizde tek bir iklim akla gelmemelidir. Her bölgenin kendine özgü ayrı özellikleri vardır, Türk kültürü de ona göre gelişmiştir. Sibirya, Hakasya’nın verimli toprakları, Altay Dağları’nın manzarası, ormanları arasında en eski Türk boylarının torunlarının nasıl yaşadığını da deneyimliyorsunuz. Çok heyecan verici bir duygu olduğunu belirtmeliyim.