Ey adını dahi bilmediğim, yüzünü hiç görmediğim okur ne kadar vefalısın sen.
Dost bildiklerimizin bile dilleri ile beyinlerinin başka, yüreklerinin ise bambaşka olduğu bir dünyada hiç tanımadığın birilerinin seni anlamaya çalışması çok farklı bir duyguymuş.
Bunu “Yaz” diyen okurların sayesinde öğrendim.
“Neden yazmıyorsun?” diye soruyorsun ya bana telefonda, elektronik postayla, dijital medya aracılığıyla.
Hadi, yazmış olmak için bir şeyler yazmaya çalışayım bari senin hatırına.
Beğenmezsen de kusura bakma.
***
Sahi kaç gün olmuş klavye başına oturmayalı?
Ne kadar zaman geçmiş öyle?
1992’den beri yayınlanan Söz’ü dijital ortamda bile güncellemeyeli, Türksözü’nü boş vereli.
Aslında galiba yaşama boş vermişim de haberim yok imiş!
Tanrı’ya yakarılarımda ‘Aklımıza mukayyet olmamızı sağla” demiştim. O da duymazdan mı geldi ne?
Araya gitti benim dualarım. Tanrı’nın kul diye yarattıkları rabarbacıların şamatalı gürültüsünde.
Neden yazmıyorum?
Yıldım ve yorgunum.
Bu aralar acayip duygulara kapılmış hallerdeyim.
Anlatıyorsun, “ha” ya da “hu” , deyip kem, küm edip dudak büküyorlar.
Uzun, çok uzun yıllar geçiyor. “Haklıymışsın” diyorlar.
Sonra birileri çıkıp bunun adını bilgiççe ‘Kassandra Kompleksi” koyuyorlar.
Neden yazmıyorum?
İnançlarının bedelini ödemek gibi bir duygusallık içindeyim. Ömrümün herhangi bir deminde, yazın hayatımın hiçbir döneminde para için yazı yazmadım.
Yazmam. Yazamam. Fıtratımda yok.
O yüzden de bırakın “Gazeteciliği”, “Gasteci” bile olamadım!
Makası ters ucundan tutup yaşamın isyan cephesinde yer aldım.
Sonuçta, hayatım boyunca işşiz olmanın abukluğuyla oradan oraya savrulup durdum.
Yazmak benim için iş değil, yaşam tarzımdı!
“Dı!” …
Ne yaparsam yapayım harcanmış bir hayattan öteye ulaşamadım.
Yazdım ne oldu, yazmazsam ne olacak?
Sorusuna da cevap bulamadım.
Bizim Sinoplu Diogenes’in yaptığı gibi çırayı yakarak denize atarken, “Ne yapıyorsun?” diyenlere “Denizi yakıyorum” diyemedim.
“Deniz de yanar mı yahu?” sorusuna
“Yakamasam da cıss dedirtiyorum ya sen ona bak” cevabını bile veremedim.
Yamacında durduğum yaşam denilen lağım kokulu denizin ‘cıss’ deyip demediğini bile duyamadım!
***
…
“Bu düşüncedir uzun yaşamayı cehennem eden
Kim dayanabilir zamanın kırbacına?
Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine,
Sevgisinin kepaze edilmesine
Kanunların bu kadar yavaş
Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine
Kötülere kul olmasına iyi insanın”
…
“Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar
Yollarını değiştirip bu yüzden
Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar”
Shakespeare / Hamlet ‘ten
***
Tam da böylesi bir girdaba düştüm.
Anaforun sardığı bedenim çekiliyor bilmediğim derinliklere …
İsyan ediyorum zifiri karanlıkların efendilerinin, marifet belledikleri iğrençliklere…
Lanet okuyorum, ülkemde ve yeryüzündeki kötülükleri taçlandıran, adına kader denilen fahişeye.
Shakespeare ve Hamlet dedim ya sizlere, neden?
“Olmak ya da olmamak” cümlesinin bendeki yansıması yazmak ya da yazmamak oldu, hayli uzun süredir boğuşmaktan yoruldum bu ikilemden.
***
Bir insanın ortalama ömrü üç çeyrek asırdan ibarettir.
İki çeyreğini geride bırakalı uzun zaman oldu.
Üçüncü çeyreğe de çürümüş tahta basamaklı merdiveni dayadım.
Beklemekle geçirdik ben ve benim kuşağım, bekledik neyi beklediğimizi dahi bilmeden.
Heder mi ettik?
Bilmiyorum. O sorunun da cevabını bir türlü bulamıyorum.
Heba ettik etmesine, cefasını da çektik, bir türlü sefasını süremedik.
Eylemsizliklerine yenilmiş insanların ruhsal çöküntüsünü içindeyiz.
… Ve hiçbir eylem yapmadığımız / yapamadığımız için de sadece bekliyoruz.
“Sarı saçlım, mavi gözlüm” diye türküler çığırıyoruz.
“Sen kalk da ben yatam” diye salya sümük göstermelik ağıtlar yakıyoruz.
Ey vefalı okur, sen, ben ulusun ve ülkenin gidişinden hayıflananlar çıplak hakikatle yüzleşmenin getirdiği yıkımdan bir kurtarıcı bekliyoruz.
O’nun bunun peşinde hazan yaprağı gibi bir sağa, bir sola savruluyoruz. Lider diye sahtekarları çökmüş omuzlarımızda taşımaktan da usanmıyoruz.
***
Tıpkı Samuel Beckett’in 1952-53 sezonunda sahneye konulan hepi topu iki perdelik trajikomik oyunu Godot’yu beklerken isimli eserinde olduğu gibi sadece bekliyoruz.
Neyi beklediğimizi bile bilmeden bekliyoruz.
Eylemsizliklerini adını siyaset dedikleri tiyatro sahnesinde sergileyen birileri oyunun adını Müdafa-i Hukuk, kimileri ise ‘Kuvva-ı Milliye’, diğerleri ise ‘Atatürkçülük’ koymuş sadece seyredip beklememizi istiyorlar.
Hiçbir şey yapmadan kurtarıcı bekliyoruz.
Beklediğimiz kurtarıcı, hiç gelmeyecek olan Gazi Atatürk Hazretleri mi, yoksa ilahi bir yanlışlık eseri o’nu Türk ulusuna bahşeden Tanrı mı?
Onu da bilmiyoruz.
Birilerinin hala daha “Tanrı Türkü Korusun” dediğine göre yine Tanrı’dan medet umuyoruz.
Tanrı da bıktı usandı bizden.
Bütün hışmıyla seyrederek göklerden diyor ki: “Siz kendinizi bile korumaktan acizken, sizi korumamı nasıl istersiniz benden”
***
Ey okur, hezeyanlı bir beyinden sezeryanlı bir doğum ancak bu kadar olur.
Tesellisi; sürç-ü lisan ettiysem affına sığınmakla olur.