[Bundan önceki “Kur’an’da İhanet ve Hainler” başlıklı yazımda konuyu Kur’an’dan Kur’anca enine boyuna ele almaya çalıştım. Bu yazı, o yazıyla birlikte konu bütünlüğünü sağlayamaktadır. Önceki yazıyı okumayanlara öncelikle “Kur’an’da İhanet ve Hainler” başlıklı yazım okumalarını öneririm. Saygı ve sevgi ile..]
İhanet eden haindir, her hain zorbadır. Bir başka deyişle ihanet zorbalık; hain ise zorbadır. İhanete ve haine seyirci kalınamaz. İhanete fırsat verilirse hainler ve hıyanet yaygınlaşır. Bu konuda Atatürk’ün şu özdeyişi de diğerleri gibi çok doğru, gerçekçi ve hakikatin ifadesidir. Bugün için de geçerlidir.
“Biz keyfi hareket etmeyiz.. Zorba asla değiliz.. Yaşamımız, bütün çalışmamız, memleket işlerinde keyfi ve zorbaca hareket edenlere karşı mücadele ile geçmiştir. Bizim akıl, mantık, zekâ ile hareket etmek belli özelliğimizdir. Bütün yaşamımızı dolduran olaylar, bu gerçeğin kanıtlarıdır. Memleket ve millet işlerinde kişilikleriyle, yaptıklarıyla, fikirleriyle zararlı olmak durumuna düşenlere karşı, zaman zaman karşı durduğumuz olmuştur. Milleti gerçek iyileşme yolunda yürümekten alıkoymak isteyenlere sert ve amansız olmak eğilimindeyiz. Toplumsal düzenimizi, bilerek veya bilmeyerek, bozucu kimselere izin veremeyiz; bunlar doğrudur. Bizden bu konuda sessiz kalma ve tarafsızlık isteyenleri tatmin edemiyorsak, bunun nedeni, memleket ve millet çıkarlarını her şeyin üstünde gördüğümüzdür.”[*] ATATÜRK
1. Gözlerin İhaneti
“Allah, gözlerin hainliğini(hâinete) ve beyinlerin gizlediğini bilir.”(Mümin/19)
Bu ayetten önceki Mümin suresinin ayetlerinde ölüm ve sonrasında gerçekleşecek olan olaylarla uyarı yapıldıktan sonra Rabbimiz Mümin/19-20. ayetlerinde de gözlerin hainliğini ve akıllarda tasarlanmış ama dışa vurulmamış olanları da bildiğini bildirerek uyarısını sürdürmektedir. O’ndan herhangi bir şeyi saklamanın, O’ndan kaçmanın, saklanmanın imkânı yoktur. Öyleyse bu gerçeği göz ardı etmeden hareket etmelidir.
Ayetteki “gözlerin hainliği” ifadesi dikkat çekicidir. İnsanlar açısından en kapalı suç, gözle yapılan suçtur. Öyle ki, bu suçlar başkaları tarafından teşhis ve tespit edilemezler. Allah ise bunları da bilmektedir. Bunları bilen, el ve ayak gibi organlardan ortaya çıkan kusurları, ihanetleri zaten bilir.[1]
“Gözlerin hainliği” ifadesini müşriklerin Allah’ın Elçisi Muhammed’e (a.s) ve müminlere olan kinli ve ihanet içeren bakışları olarak da anlamak mümkündür.
“Kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler, o öğüdü/Kur’ân’ı işittikleri zaman az daha seni bakışlarıyla gerçekten devirecekler; sana yiyeceklermiş gibi bakacaklar ve “O şüphesiz bir delidir/gizli güçlerin desteklediği biridir” diyecekler.” (Kalem/51)
“Ve ant olsun insanı Biz oluşturduk. Nefsi kendisine neler fısıldar onu da biliriz. Ve Biz ona şah damarından daha yakınız!” (Kaf/16)
Müşriklerin Allah’ın astlarından dua edip durdukları varlıklar ise herhangi bir şeyi gerçekleştiremezler. Bu hususu bildiren çok sayıda ayet vardır.
Mümin/18. ayetin sonu “Zalimlerin, sözü dinlenir bir şefaatçileri yoktur” ifadesiyle bitmişti. Yüce Allah bunu niye söylemişti? Sorunun cevabı için şu ayete bakmak gerekiyor:
“Onlar, Allah’ın astlarından, kendilerine zarar vermeyen ve kendilerine yarar sağlamayan şeylere tapıyorlar ve “Bunlar Allah katında bizim destekçilerimiz /şefaatçilerimizdir” diyorlar.”(Yûnus/18) Herhangi bir varlığı Allah ile kul arasına sokup şefaat edecek makama çıkarmak şirktir. İşte bundan dolayı Yüce Allah Mümin/18’de “sözü dinlenir, itaat edilir şefaatçilerinin olamayacağı”nı söyleyerek Yûnus/18’i cevaplandırmaktadır. Sanki Allah bilmiyor, bilgisinde noksanlık vardır da o nedenle birilerini araya koyup şefaatlerini dilemelerini de Mümin/19’da yanıtlamaktadır. Yüce Allah insanların yaptığı her şeyini bildiğini ifade etmek için Mümin/19’u gündeme getirmektedir. Gözlerin hain bakışını ve kalplerin sakladıklarını bilen Allah’ın dışında kim şefaatçilik edebilir?[2]
İnsanın psikolojik yapı merkezi beyninde gözlerin hainliği ile oluşan ince, hassas bir hainlik örneği yönünden şu ayetle de ilgi kurulabilir: “Ey iman etmiş kimseler! Kendi seviyenizde olmayanlardan sırdaş/sıkı arkadaş edinmeyin. Onlar, size fenalık etmekten geri kalmazlar. Onlar, sıkıntıya düşmenizi istediler. Kesinlikle kinleri ağızlarından dışa vurmuştur. Belleklerinde /kalplerinde gizledikleri şeyler de daha büyüktür. Eğer siz, aklınızı kullanacaksanız, Biz, sizin için ayetleri /alâmetleri /göstergeleri kesinlikle açığa koymuşuzdur.” (Âl-i İmran/118)
* Mümin/19’da “gözlerinden dökülen ihanet” ile
* Âl-i İmran/118’de yer alan “belleklerinde gizledikleri düşmanlığın” en küçüğünden en büyüğüne kadar olanı Allah’ın bilmekte olduğu açıklanmaktadır.
Mümin/20. ayet ise, Rabbimizin “Semî/En iyi işiten” ve “Basîr/en iyi gören” sıfatı ile bitmektedir. Burada sanki insanlara “Allah, sizin veli edindiğiniz ilahlar gibi kör ve sağır değildir. Dolayısıyla bir kimseyi yargılarken O’ndan bazı ayrıntılar gizli kalmaz” şeklinde bir mesaj verilmektedir.
2. Gizli Açık Her Tür İhaneti Bilen Yüce Allah, Aşırı Hâin Ve Son Derece Nankörlerin Hiçbirini Sevmez
“Şüphesiz Biz, Allah’ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmedesin diye Kitab’ı hak olarak indirdik. Sen de hainler (el-hâinîne) için savunucu olma!”(Nisâ/105)
Nisâ/105’de Yüce Allah, Elçisi Muhammed’e hitap etmiş ve buyurmuştur ki: “Ey Muhammed! Kur’an’ı sana, insanlar arasında hak ve adalet çerçevesi içinde, Allah’ın sana bildirip öğrettiği hükümler ile hükmedesin diye indirdik. Zira bu Kitap, Rabbinden hak olarak gelmiştir ve içerisinde yalnız hak olan vardır. Dolayısıyla ister Yahudi olsun, ister Mesîhî olsun, ister Müslüman veya mecûsî olsun, kimin hakkında hüküm verirsen, yalnız hak ile hükmet; adaletten ayrılma. Münafıkların türlü yalanlarına kanarak hâinlerin savunucusu olma; onlara arka çıkma.”
Yüce Allah’ın bu ayeteki hitabı, tıpkı Mâide/48’deki hitabı gibidir. Şu farkla ki, yukarıdaki ayetlerde sözü edilenler genel manada münafıklar olduğu halde, Mâide/48’de muhatap Kitap Ehli’dir. Allah, bu ayette şöyle buyurmuştur: “(Ey Muhammed) Bu Kitab’ı sana, kendinden önceki kitapları tasdik edici ve onlara karşı bir şahit olmak üzere hak ile indirdik. Dolayısıyla aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet; sana gelen haktan (yüz çevirip) onların hevâ ve heveslerine uyma”.
Ayetten anlaşılan manâ şudur ki, herhangi bir davada taraflar arasında hüküm vermek durumunda olan kimse, dava konusu olan konuyu iyice incelemeden ve onun özüne tam anlamıyla vakıf olmadan. sadece taraflardan birinin güzel konuşmasına ve delillerini ustalıklı kullanıp kendisini hasmından daha kuvvetli göstermesine aldanarak onun lehine hüküm vermekte acele etmemelidir.[3]
( a ) İhanet Edenlerin Tarafı Tutulmaz
Allah, ihanetin ne olduğunu burada (Nisa/105) tanımlamaktadır. Bir önceki ayetle bağlantı kurulursa ihanet, “düşmanı takip etmekte gevşeklik göstermek”tir. Vatanını, bağımsızlığını, dinini ve değerlerini, yani kültürünü savunmada düşmana karşı gevşeklik göstermek ihanettir. Ayetin sonundaki “ihanet edenleri savunma” buyruğu da, bu tür insanların yönetici de olsa asla savunulamayacağının hükmünü vermektedir.
Ayetin son kısmına şu manayı verebiliriz:
“İhanet edenlerle tartışmaya girme!”
Ayetin bu bölümündeki hasîm sözcüğü “bir şeyin ucu, köşesi ve tarafı” anlamlarını ifade etmektedir. Açının bir tarafına, uçlardan birine hasım denmektedir. Mahkemede dava edenle dava edilene hasım denir. Çünkü bunlar davanın iki ucunu oluşturmaktadırlar. Demek ki Allah, ihanet eden tarafın savunulamayacağını hükme bağlamaktadır.
Başka bir açıdan bakarsak, işlediği suçu başkasına atan ve bunu mahkemede savunan kişi, hukuku yanıltmakta olduğu için ihanet fiilini işlemektedir. Bir taraftan iftira ediyor, diğer taraftan hukuku yanıltıyor. Bu iki kötü eylemi gerçekleştiren insanları Allah, hain ilân ediyor ve onlarla tartışılmayacağını ve onların savunulamayacağını ayetin sonunda hükme bağlıyor. Bu durum günümüzde iftira eden ve hukuku yanıltan kimseyi hâkimin asla müdafaa etmemesi gerektiğini de anlatıyor.
( b ) “İhanet edenlerle tartışma” manasını verince, bu ayeti Nisâ/81. ayetiyle ilişkilendirmek mümkündür. “Biz sana itaat ediyoruz” deyip yanından ayrıldıklarında, Allah Elçisi’nin dediklerinden başkasını konuşanlar ihanet edenlerdir. Allah bunlarla tartışılmayacağına işaret etmektedir.
O zaman ihanet, verdiği sözü yerine getirmeyen ve tam aksini yapan insanın eylemi olmaktadır. Demek ki ihanet kavramının içi,
– Vatan topraklarını işgal ederken düşmanı izlemekte gevşeklik göstermek,
– Yaptığını başkasının üstüne atarak iftirada bulunup hukuku yanıltmak ve
– Tâbi olacağını söylediği halde tam aksini yapmak gibi fiillerle doldurulmaktadır.
Bu emir birinci elden peygambere verildiğine göre, elçi bu konuda hata mı yapmıştır?
Bize göre münafıklar bu fiili işlerken, yani iftira edip hukuku yanıltmaya çalışırken bu emir gelmiştir. Ya da düşmanı takip etmekte gevşeklik gösteren Müslümanların fiillerine karşı bir uyarı olarak gelmiştir. Başka bir ifade ile Allah Elçisi’nin hata yaptığını aramanın bir manası yoktur. Allah Elçisi’nin yanıltılması anında emrin gelmiş olması en doğal olanıdır.
Hâkimlerin hukukî kararları anlatılan olayın görüntüsüne aittir, onlar işin vicdanî yönünü ve iç boyutunu bilemezler. Allah Elçileri de gaybı bilmediklerinden, olayların görüntüsüne göre hüküm verirler, bu nedenle hata yapma olasılıkları vardır. Ancak bu hataları dinle ilgili ise, yukarıdaki ayette olduğu gibi Allah tarafından düzeltilir, hata olarak bırakılmaz. Yanılma ihtimaline iki ayeti delil olarak getirebiliriz:
“Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, sonra bu seni Allah’ın yolundan saptırır”(Sâd/26).
Eğer Allah’ın Elçisi Davud’un nefsinin isteklerine kapılarak doğru hüküm verememe ihtimali olmasaydı bu ayet iner miydi?
“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyarsan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söyleyemezler”(En‘âm/116).
Allah, insanların hâkimi yanıltacağını, bu yanıltmaya Hz. Peygamber’in de dâhil olduğunu ifade eden bu ayetle, zan ve yalana tâbi olanların bunu becerebileceklerini vurgulamaktadır.
Esasen delilin getirdiği yanılma payının hâkime değil, hukuku yanıltana ait olduğuna dikkat çekilmektedir. Zaten Nisâ/105. ayetin sonunda, yalan delil getirerek hukuku yanılttığı ortaya çıkanın savunulamayacağı da açıkça belirtilmektedir.
Ayette Yüce Allah, Elçi Muhammed’in yanılmasını önlüyor; ama hâkimin yanılmasını kim önleyecek?
Bu sorunun cevabını Hucurât/6. ayetiyle verirsek, hâkimin “araştırma yaptırmasının yanlış hüküm vermesini önlemiş olacağını” söyleyebiliriz.
Nisâ/105. ayeti sadece hâkimin değil, savunma işini yapan avukatların mesleği ile ilgili temel ilkeleri de ortaya koymaktadır.
Avukatlık mesleğini icra edenler, iftira edip hukuku yanıltan insanları savunmamalıdırlar. Çünkü hak, Allah’ın yoludur. Hakkın gasbedilmesi, bu yoldan dönüş olacaktır. İhaneti savunmak da hukuku yanıltmaktır.[4]
Peki böyle bir yanılgıya düşen hâkim ne yapmalıdır?
Cevabı, Allah Elçisi Muhammed açısından ayet vermektedir.
“Ve Allah’tan bağışlanma dile. Şüphesiz, Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edendir.”(Nisâ/106)
3. Nefse İhanet
“Kendilerine hainlik edenleri (yehtânûn) de savunma. Şüphesiz Allah, aşırı derecede hainlik eden zaman kaybına uğrayan /hayırda ağırdan alan/ zarar veren /kusur oluşturan kimseleri (havvânen) sevmez.”(Nisâ/107)
Bu ayette, işledikleri ağır suçtan ve kazandıkları büyük günahtan dolayı nefislerine hıyanet eden kimseleri müdafaa edip onlar için mücadeleye kalkışma. Onların avukatı ve hâmisi olma, diyor Yüce Allah.
Nefse hıyanet, Allah’ın, insana/insanlara verdiği emaneti Allah’a iade etmemesi ve böylece kendini aldatması ve işlediği ağır suç ve kazandığı büyük günahla onu cezaya ve dolayısiyle zarara maruz bırakmasıdır. Nisâ/58’de “Allah size emanetleri ehline vermenizi emrediyor” şeklinde yer aldığı gibi, emanet, korunması için insana bırakılmış olan ve vakti geldiğinde sahibine iade edilmesi gereken şeylerdir. Bir insanın üzerinde bulunan başkasına ait herhangi bir mal, ona verilmiş bir emanet olduğu gibi, Allah’ın, Elçisi aracılığiyle insanlara duyurduğu bütün emir ve yasaklar da birer emanettir ve insan bunlara uyduğu takdirde bu emanetleri eda etmiş olur. Bunun gibi insanın kendi üzerinde bulunan nefsine ait bazı haklar da vardır ki, bunlar da birer emanettir ve insan, nefsine karşı bunlardan sorumludur. Örneğin, insanın kendisi için dîninde ve dünyasında iyi ve yararlı olan şeyleri yapması, dünyasına ve ahretine zarar verecek şeylerden de sakınması gerekir. Eğer bunlara uymaz/uygulanmaz ve nefsinin gerek dünyada ve gerekse ahrette cezaya muhatap kalmasına neden olacak işler yaparsa, nefsini aldatmış, ona hıyanet etmiş olur. Oysa Allah, hıyaneti alışkanlık ve yaşam biçimi haline getirenleri aslâ sevmez. Çünkü bunlar, dünyada ve ahrette kendilerine zararı dokunacak olan amelleri işlemekten çekinmezler ve Allah’ın cezasından korkmazlar. Keza insan nefsini arındırıp yüceltmek için gönderdiği emir ve yasaklarına uymak yerine, bunlara karşı çıkarlar, haramını helâl, helâlini de haram kılarak en büyük zulmü işlerler.
Fakat ne garibtir ki, Allah’ın emanetine hıyanetle nefislerine zulmeden bu hâinler, işledikleri bu günahları insanlardan gizlerler ve yaptıklarını “aman kimse görüp duymasın” diyerek gizlilik içinde yaparlar da, Allah’tan gizlemezler, gizlemek lüzûmunu duymazlar. Yaptıklarını insanlardan gizlemeleri, ya onlardan korkmaları, ya da utanmaları dolayısıyledir. Fakat bu hâinler, Allah’a karşı işledikleri ağır suçtan ve büyük günahtan dolayı, Allah’tan ne korkarlar ve ne de utanırlar. İşte onlarda görülen bu davranış, Allah’a olan imanlarının çok zayıf ve çok noksan olmasından kaynaklanır.[5] Eğer onlar Allah’a tam anlamıyla iman etmiş olsalardı, Allah’ın her an kendileriyle beraber bulunduğunu, yaptıklarını ve yapacaklarını ilmiyle çepeçevre kuşattığını bilirler ve günah üzerinde ısrar etmek yerine, iradeleri dışında işledikleri bir tek günah yüzünden bile bin kere pişmanlık duyup Allah’tan af ve bağışlanma dilerlerdi. Fakat onlar böyle yapmamışlar, günah üstüne günah işleyerek Allah’ın yasakladığı çok çirkin bir yola girmişlerdir.
4. Allah, Kendisini Rab Edinenleri Destekler;
Şeytanı Tanrı ve İhaneti Yaşam Biçimi Edinenleri Sevmez
“Şüphesiz Allah, inanan kimseleri savunur. Şüphesiz Allah, aşırı hâin (havvânin) ve son derece nankörlerin hiçbirini sevmez.”(Hac/38)
İçinde bu ayetin de bulunduğu Hac/38-41. ayetlerinde Allah, müminleri koruyacağını, mağdur etmeyeceğini bildirdikten sonra, buna örnek olarak da kendilerini, yurtlarını ve dinlerini koruyabilmeleri için savaşa izin verdiğini beyan etmiştir. Sonra da barış ortamında yapılması gerekenleri; müminlerin Allah’ın yardımcıları, Kendisinin de müminlerin yardımcısı olduğunu; kâfirleri-nankörleri sevmediğini ve onları mutlu etmeyeceğini bildirmiştir:
• Şüphesiz Allah, inananları savunur, aşırı hâin ve son derece nankörlerin hiç birini sevmez.
• Kendilerine savaş açılan kimselere, zulme uğramaları, sırf “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmaları nedeniyle izin verildi.
• O nedenle zulme uğrayan, saldırıya maruz kalan, özgürlüğü ve insan hakkları elinden alınan Müslümanların, zulüm ortadan kalkıp haklarını, özgürlüklerini ve onurlu yaşam haklarını garantiye alana kadar kendilerini savunma, zulme başkaldırma hakları vardır. Özgürlüğün, insan haklarının, adaletin ve güvenliğin garanti altına alınması için savaştan başka seçenek yoktur.[6]
( a ) “Şüphesiz ki Allah, inananları korur, savunur.”
Bize göre bu ayet, zulme uğrayan, ihanet edilen müminleri manen çökmemeleri için destekleyen bir ayettir. Onlara bir çıkış kapısı sunmaktadır. Bu ayeti, şu ayetlere benzetebiliriz:
“İki topluluk birbirini görünce, Musa’nın ashabı “Şüphesiz biz, kesinlikle kıstırıldık” dediler.”
“Musa: “Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! Şüphesiz Rabbim benimledir, bana yol gösterecektir” dedi.”(Şu’arâ/61-62)
Elçi Musa, nasıl Allah’ın kendisi ile beraber olduğunu, kendisine bir çıkış kapısı bulacağını söyledi ise, Hac/38’de de Yüce Allah bizzat kendisi, inananlara yardım edeceğini, kâfirlerin ihanetine karşı onları koruyacağını söylemiştir.
“Hani onlar mağaradaydı; O (Muhammed), arkadaşına: ‘Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir’ dedi” (Tevbe/40).
İşte Hac/39’da, kâfirlerin ihanetine, baskısına ve zulmüne karşı ümitsizliğe kapılıp üzülmemeleri için, Yüce Allah, onlarla beraber olduğunu, onlara yardım edip koruyacağını beyan etmektedir. İşte Allah Elçilerinin yaşadıkları çok dar, sıkıntılı, ümit kırıcı zaman ve şartlarda onlara nasıl muamele yapıldıysa, müminlere de aynı şekilde davranılacağı bu ayette ilan edilmiştir. Bundan şu sonucu çıkarıyoruz:
Yüce Allah, Elçilerine çıkış kapısı ve çözüm için yardım etmiştir. Ama onlardan sonraki nesillerden gelen müminlere ve onlara yapılan zulme kayıtsız mı kalacaktı?
İşte Hac/39 ve Kur’an’ın diğer ayetleri de Yüce Allah’ın her zaman gerçek imana sahip olanlara yardım edeceğini hükme bağlamaktadır. Yüce Allah, Kur’an’ın diğer ayetlerinde de yardım yapacağını söylemektedir.
“Onlar (kitap ehli) size, incitmekten başka bir zarar veremezler. Sizinle savaşa girecek olsalar, size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez”(Âl-i İmrân/111).
Yüce Allah, kâfirlerin veya müminlere düşman olan diğer insan gruplarının, müminleri incitmenin ötesinde onlara bir zarar veremeyeceğini belirterek, Müslümanlara destek vermektedir:
“Şüphesiz peygamberlerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hem şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz”(Mümin/51).
Demek ki Yüce Allah, Elçilerine yardım ettiği gibi, inananlara da yardım etmiş, ediyor ve edecektir. Bu yardım sadece bu dünyada değil, ahrete de uzanmaktadır.
“Ant olsun ki, elçi kullarımıza söz vermişizdir! Onlar mutlaka zafere ulaşacaklardır”(Sâffât/171-172).
Allah Elçilerine verilen bu söz, onların getirdiği mesaja tam manasıyla inanıp, onu yaşama geçirenlere de verilmiş demektir. Aksi takdirde bu ayetlerin evrenselliği ortadan kalkmış olacaktır.
“Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım ve yakın bir fetih. Müminleri müjdele”(Saff/13).
“Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz”(Âl-i İmrân/139).
“Allah: ‘Elbette Ben ve elçilerim galip geleceğiz’ diye yazmıştır. Şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir”(Mücâdele/21).
Yüce Allah, gerçek imana sahip olanlara sahip çıkacağından, onlar üstün gelecektir. Onun için üzüntüye kapılıp gevşeklik göstermenin anlamı yoktur. Bu ayetleri Hac/38’e getirirsek, Yüce Allah inanan insanları yardım edip koruyacağını bir ilke olarak koyduğu neticesine ulaşırız.[7]
Bu demektir ki gerçek iman, ilahi yardımı alıp getirmekte ve zafere ulaştırmaktadır.
( b ) Allah, İhaneti Yaşam Biçimi Edinenleri ve Nankörleri Sevmez
“Şüphesiz Allah, aşırı hâin ve son derece nankörlerin hiçbirini sevmez (havvânin).”
İlâhî cezalandırma şekillerinden biri, sevgiyi esirgemektir. Sevgiden yoksun bırakmak çok etkili bir ceza şeklidir. Bu beşeri eğitimde de yer alması gereken bir ceza şekli olmalıdır. Çocuğu dövme yerine, onu sevgiden yoksun bırakma daha verimli sonuç almaya uygun bir yöntem olacaktır.
“İnanmayan, nankör, hain insanlar Allah sevgisinden anlamazlar ki bu sevgisizlik onlara etkili olsun” diyenler çıkabilir. Yüce Allah sevgisini esirgediğini eylemi ile onlara anlatır. İman edenlere onlara karşı yardım etmesi, sevgisizliğini onlara bir çeşit açıklamasıdır. Hain ve nankörlerin düşman ilan ettikleri müminlere yardım edip onları davalarında başarısız kılması, nankör kâfirleri sevmemesi demektir.
Ayetin son bölümünde geçen nankörün kim olduğunu biliyoruz ama acaba ihânet eden hâinler kimlerdir?
Soruya cevap verebilmemiz için Enfâl/27 ve 58. ayetlerine bakmamız gerekiyor.
“Ey iman edenler! Allah’a ve elçisine hainlik etmeyin. Bile bile emanetlerinize de hainlik etmeyin”(Enfâl/27).
Demek ki ihanet, Allah’a, elçisine ve emanetlere karşı olmaktadır. Allah’a ve elçiye itaat etmemek ihanet anlamına gelmektedir. Saygıdeğer Elçi Muhammed’in, Allah’ın dini için verdiği mücadeleye içtenlikle katılmamak, o yolda verilen mücadelede karşılaşılan tehlike ve zorluklara göğüs germemek ihanet kavramının anlamı içine girmektedir. Allah’a gerçek bir imanla inanan ve ona bütün benliği ile güvenen insan ihanet
etmez. Mücadele meydanından kaçmak, düşmana karşı gevşek davranmak, yapabileceğini yapmamak, düşmana sır vermek de Allah’a, elçisine ve emanete ihanettir.
“Hıyanetin sözlük anlamında “gadr etmek, bir şeyi saklayıp gizlemek” de vardır. Şeffaf olması gereken yerde şeffaf olmamak, çok önemli bir meseleyi gizleyip gerekli olan yere vermemek ihanetin kapsamına girmektedir. İhanetin bu manasını Mümin/19’da buluyoruz:
“Allah, gözlerin ihanetini ve kalplerin gizlediğini bilir.”
Sinelerde gizlenip söylenmeyenlerin sahibinin gözlerinden ihanet akar. Yüce Allah, sinedeki gizlilik ile gözlerin bakışındaki ihanet arasında bir bağlantı kurmaktadır.
“Eğer bir topluluğun ihanetinden endişeye düşersen, aynı şekilde kendilerine antlaşmalarını bozduğunu bildir. Çünkü Allah, ihanet edenleri sevmez”(Enfâl/58).
Bu ayete baktığımızda yapılan ihanet, “antlaşmayı tek taraflı bozmak” anlamına gelmektedir.
Karşı tarafa haber vermeden, kendi kararı ile antlaşmayı bozup istediği gibi davranmak ihanettir. Hac/39’da olduğu gibi, Enfâl/58’de de ihanet edenlerin, Allah tarafından sevilmeyeceği hükme bağlanmaktadır. Ters taraftan bakacak olursak ihanetin tanımını şöyle yapabiliriz: İhanet, Allah’ın sevgisini kaybettiren davranışlardan biridir.
Antlaşmayı bozmak meselesi toplumlararası olduğu için, genelde devletlerarası hukukun temelinde yer almaktadır. Uluslararası antlaşmalara uymamak, tek taraflı olarak bozup karşı tarafı bilgilendirmemek uluslar arası hukuka ihanettir. Aynı zamanda bu antlaşma gruplar ve bireyler arasında da yapılabilir.
Örneğin, bir insanın doğduğu, büyüdüğü, eğitildiği ve geçimini sağladığı toplumun aleyhine başka toplumlarla işbirliği yapması da bir ihanettir. Vatanına, milletine ve bütün manevi değerlerine ihanet buna denmektedir.
Kâfirlerin antlaşmayı bozarak ihanet etmelerinin arkasında onların çokluğu, güçleri vardır:
“Bir toplum diğer bir toplumdan daha çok olduğu için yeminlerinizi, aranızda bir fesat aracı edinerek ipliğini sağlamca büktükten sonra, çözüp bozan gibi olmayın”(Nahl/92).
Çok ve güçlü olan gruplar veya toplumlar, yaptıkları antlaşmayı bozup ihanet etmekten çekinmezler. Onun içindir ki Yüce Allah, azınlıkta oldukları için ihanete uğrayan müminleri koruyacağını, yorumunu yapmakta olduğumuz Hac/38’de ilan etmektedir.
“Zulme uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmalarına izin verilmiştir.”
Yüce Allah, önce müminlere kendilerini müdafaa edip koruyacağını söylüyor, ardından da zulme uğrayanlara savaş izni veriyor. Yüce Allah müminlere yardım edeceğine dair söz veriyor, ardından savaşabilecekleri iznini çıkarıyor.
Bu ayet, Saygıdeğer Elçi Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicretinden hemen sonra, birinci yılın başlarında vahyedilmiştir.
Bu ayet, savaşla ilgili ayetlerin ilkidir ve Müslümanların savunma, nefsi müdafaa amaçlı savaş yapabileceklerine de işaret etmektedir. Demek ki Müslümanlar saldırma amaçlı savaş yapamazlar. Mutlak manada savunma amaçlı savaş yapabilirler. Bu ayetten çıkaracağımız sonuçlar şunlardır:
(a) Zulüm, savaşa bir nedendir. İnsanın insana saldırması, daha doğrusu bir inanç veya sosyal grubun, milletin başka bir millete haksız yere saldırması, o toplum için savunma amaçlı karşı koymayı meşru hale getirir.
(b) Kendilerine savaş açılan Müslümanlara da kendilerini savunmak için savaşa girebileceklerine dair izin çıkmıştır.[8]
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Müslümanlar gelişigüzel, keyfî anlamda ve yeterli bir nedene dayanmadan savaşamazlar. Yüce Allah’ın Kur’an’da belirlediği nedenlerin oluşması gerekiyor.
Bakara/190-193. ayetlerinde, ayrıca Bakara/244. ayetinde savaş konusunda açıklama ve emir verilmektedir. Ama bu buyruk da sebeplere bağlı olarak gerçekleştirilecektir.
Atatürk’e göre hıyanet “ülkeyi, bir biçimde, emperyalist sömürgecilerin denetim veya esareti altına sokmaya çalışmaktı”.[9]
Geçmişte de günümüzde de toplum olarak canımızı en çok hıyanet yakmıştı, kutsal davamıza en büyük zararı hainlerin ihaneti vermişti. Tarih tekerrür etmesin diyorsak, ihanete fırsat ve hainlere geçit vermemek gerekir.
Sedat Şenermen
Kaynakça
[*] Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, ATATÜRK’ÜN Söylev ve Demeçleri, s.211; Prof.Dr. Utkan KOCATÜRK, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 2007, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, s.353. [1] H. YILMAZ, Tebyinü’l-Kur’an /İşte Kur’an, İstanbul, 2015, c.4, s.711. [2] B. BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c.16, s.491. [3] Prof.Dr. Talât KOÇYİĞİT, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Ankara, 1990, DİB Başkanlığı Yayınları, c.2, s.564. [4] B. BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c.5, s.309-311. [5] Prof.Dr. Talât KOÇYİĞİT, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, cilt:2, s.567. [6] H. YILMAZ, Tebyinü’l-Kur’an /İşte Kur’an, İstanbul, 2015, c.8, s.312. [7] B. BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c.13, s.96-97. [8] B. BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c.13, s.98-100. [9] Prof.Dr. Cihan DURA, ATANAME, İstanbul, 2017, Nergiz Yayınları, s.285.