Bugün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yüz üçüncü kuruluş yıl dönümüdür. Nice yüzyıllar boyunca varlığını, Atamızın gerçekleştirdiği kuruluş amaçlarına uygun bir şekilde sürdürmesi milletimizin asli görevidir. Bunun ne anlama geldiğini Kur’an’ın özünü çok iyi bilen Atatürk’e göre, Kur’an’dan Kur’anca bu yazıda özetlemeye çalışacağım.
- Güçler Birliği ve Güçler Ayrılığına Göre Siyaset Nedir?
İlahi/mutlak siyasette güçler birliği;
Beşeri siyasette güçler ayrılığı esastır.
Yaratma erki/gücü kime aitse, güçler birliği de ona aittir.
– Allah düşünülünce dört erk/güç vardır: Yaratma, yasama, yürütme ve yargı..
– Beşeri siyaset düşünülünce üç erk/güç vardır: Yasama, yürütme ve yargı..
* Kimse bu üç erki kendinde birleştiremez. Bunu sadece Allah yapabilir. Çünkü sadece, ‘yaratma erkini elinde bulunduran güç’ diğer erkleri de kendinde toplayabilir.
* İnsan, yaratma erki elinde olmadığı için, yasama, yürütme ve yargı erklerini kendinde toplayamaz.[1]
Bu nedenle beşeri siyasette yasama, yürütme ve yargı erklerinin ayrılığı esastır.
Allah, Firavun’un siyasetini Tâ-Hâ/79’da, şöyle açıklıyor: “Firavun, toplumunu saptırdı ve onları doğru yola götürmedi.”
“Doğru yola götürmek” bir erdemdir. Halkını o yola götürmeyince sapıklığa götürmüş, o zaman Firavun’un siyaseti, siyaset olmaktan çıkmıştır. O halde bu ayete göre siyaseti şöyle tanımlayabiliriz: Siyaset, halkı doğruya götürme faaliyetidir.
Rum 30/32’ye göre siyaseti şöyle bir tanımlayabiliriz:
“Siyaset, halkını tefrikaya[2] düşmekten koruma ve düşmüşse bundan kurtarma sanatıdır”.
Günümüzde dünya siyaseti ve özelde İslam dünyasının siyaseti, bırakınız tefrikadan kurtarmayı, tam aksine ona kaynaklık etmektedir. Böylece siyaset kirli politikaya dönüşmektedir.[3]
A’râf 7/26’ya göre siyaset şöyle nitelendirilebilir:
“Siyaset, halka takva (aklıselim) elbisesini giydirmektir.”
Doğaldır ki öncelikle yöneticiler takva elbisesini giyecek, sonra halka da giydireceklerdir. Takva elbisesi bir zihinsel şekillenme; bir hayâ, bilinç, kendini koruma, olgunluk, ve aklen selimleşmektir.
Sadece “takva elbisesini” giydirmek de değil; Fetih/26’ya göre, takva aşısı (Rahmani kişisel gelişimi) Allah’ın siyasetinde yer almaktadır. Beşerî siyaset de öyle bir eğitim sistemi uygulamalıdır ki hak edene bu aşıyı yapabilsin, kişiler aklıselim sahibi olabilsinler.
- İlahi Siyaset İle Beşeri Siyaset Arasındaki Farklar
Kur’an’a göre “İlahi Siyaset” ile “Beşeri Siyaset” adlı önemli kitapların yazarı Saygıdeğer Prof.Dr. Bayraktar Bayraklı Bey, “Biz bu çalışmalarımızda Yüce Allah’ın siyasetini araştırıp açıklamak istedik. Özellikle dünya siyasetinin üzerinde durduğu “güçler ayrılığı” meselesi üzerinden yürüyüp, bu sorunu çözmeye çalıştık” diyor ve konuyu şöyle açıklıyor:
* İlâhi siyaset “güçler birliği” ilkesinden hareket eder.
* Beşerî siyasette ise “güçler birliği” olamaz; olursa, siyaseti ve insanlığı çok ama çok geri götürebilir.
– Aslında ‘yaratma erki’ni kudretinde bulunduran yönetici, yasama, yürütme ve yargı erklerini de kudretinde bulundurabilir. Bu da, sadece Allah’tır.
– Yaratma erki elinde olmayan bir beşer, yasama, yürütme ve yargı erklerini kendinde toplayamaz.
İşte, İlâhi siyaset ile beşerî siyaseti birbirinden ayıran temel farklardan biri, belki de en büyüğü budur. Kur’an vasıtası ile Yüce Allah, siyasette bu devrimi yapmıştır. “Güçler birliği” ile “güçler ayrılığı” ilkelerini koymakla bu devrimi yapmıştır.
Çağdaş siyaset, “güçler ayrılığını” hayata geçiren siyasettir.[4]
- Allah Adına İnsanları Yönetmek, Son Elçi Saygıdeğer Muhammet (a.s) İle Sona Ermiştir
Bu konuda, Prof.Dr. Yaşar Nuri Öztürk Bey’in (Merhum) şu gerçekçi ve değerli tespitlerine dikkatle bakalım. Ona göre:
Niye Son Allah Elçisi bizim peygamberimizdir, hiç düşündünüz mü? Cenabı Hak, neden Allah Elçiliği’ni Hz.
Muhammed’le bitirdi? Birkaç hikmeti var. Bir tanesi de şu:
Artık, Allah adına insanları yönetecek kişiler devri bitti. Kur’an bunu bitiriyor. Çünkü böyle bir sıfat olsa olsa Allah elçisi unvanı taşıyan bir insanın olur. Kaldı ki, Kur’an o elçiye bile, kitleyi, devlet başkanı veya yönetici sıfatıyla yönetmeye kalktığı anda hemen sosyal mukavele (bey’at) ve şûrâ emri veriyor. Onlarla mukavele yap ve şûrâyı, yani karşılıklı denetimi işleterek öyle yönet diyor.
Allah Elçiliği döneminin bittiğini ilan edip teokrasi devrini Kuran’la kapatan Allah, onun verine şunu kovmuştur:
Hâkimiyet erkinin, yönetim erkinin arkasına kitlenin iradesi oturacak.
Mutlak hâkim Allah’tır. Tamam, o ontolojik bir kavramdır. Bunun anlamı teokrasi değil. Bu işleri bilmeyen milletimizi kandırmayalım. Mutlak hâkim olan Cenabı Hak, kendine iman etmiş olanlara diyor ki: “Yönetimde, kitle, geleceği konusunda söz sahibi olsun!” İşte “şûrâ” ve “bey’at/sosyal mukavele” ilkesi, bu buyruğun yerine getirilişini gösteriyor.
Siyasal İslam denen, esasında ise İslam’ın başının en büyük derdi olan saltanat dinciliği “Söz Allah’ındır, hüküm O’nundur!” diyerek ortaya fırlıyor. Dediği, ilke olarak doğrudur. Ama onun Kur’ansal pencereden açıklanması gerekir. Onu yapmıyor. Sözü söylüyor, açıklama işini, Resul evladının katili Emevî saltanatçılarının yaptığı gibi yapıyor.[5]
“Allah’ın büyüklüğü ve Allah’a saygı, Allah’ın buyruklarını dışlamak için kullanılamaz.
Kur’an’ın, Allah’ın egemenliğini ısrarla dile getirmesi, insanın hiçbir egemenlik hakkının olmadığını göstermek için değil;
– Mutlak egemenliğe göz diken insan hırsını dizginlemek
– Ve insana haddini bildirmek içindir.”[6]
- Atatürk, Konuyu Kur’an’dan İlgili Ayetlerle Çözüyor
* Hilafeti, İslâm devleti,
* Cumhuriyet rejimini, İslâm dışı bir rejim olarak savunanlara Atatürk, İslâm’ın bu konulardaki öğütlerini hatırlatıyor:
[“Dini hükümlere uygunluk noktasından düşünmek isterseniz, hatırlatayım ki, bizim dini hükümlerimizde belirli bir hükümet şekli ifadesi yoktur. Cumhuriyet, mutlakiyet şekilleri gibi bir şekil saptanmamıştır ve din bilginleri zamana göre en despot hükümdarların hükümetlerine meşru demişlerdir.
Kur’an ayetlerine ve Peygamberimizin sözlerine göre, hükümetin yalnız esasları ifade edilmiştir. O esaslar şunlardır:
(1) Danışıp-konuşma (meşveret)(Âl-i İmran/159; Şûrâ/38)
(2) Adalet (Nahl/90),
(3) Devlet Başkanına itaat(Nisâ/59).”][7]
- Devlet Yönetiminde Danışma-Görüşme /Meşveret
Bu konuyu Atatürk şöyle açıklamaktadır:
[“Devlet idaresinde danışma ve görüşme çok önemlidir. Yüce Peygamber’in kendisi de danışma ile iş yapmak gereğini söylemiştir ve kendisi bizzat öyle yapmıştır. Bundan başka (veşâvirhüm fi’l emri /iş hakkında onlara danış /Âl-i İmran/159) diye Allah’ın da peygambere hitabı vardır. Peygamberin şahsına verilen bu emrin, ondan sonra gelenler için de geçerli olacağından kuşku yoktur. Danışma ve konuşma olmadan /meşveretsiz hükümet/iş yapmak din kurallarına aykırıdır /meşru değildir.”][8]
a-) İstişare /Danışma, Müşavere Farzdır
Atatürk’ün yukarıda işaret ettiği meşveretle, yani yönetimin ve milletin işlerinin halli konusunda uygulanacak yöntem olarak danışıp-konuşma ile ilgili iki ayetin özgün metinleri ve kısa açıklamaları ise şöyledir:
“İşte sen, sırf Allah’ın rahmeti nedeniyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları bağışla, onlar için bağışlanma dile. İş ve yönetim konusunda onlarla müşavere et (ve-şâvirhüm fi’l-emri); işin en güzelini ortaklaşa bulup ortaya çıkar, bir kere de azmettin mi, artık Allah’a işin sonucunu havale et. Şüphesiz Allah, işin sonucunu Kendisine havale edenleri sever.”(Âl-i İmran/159)
Bu ayette, başta yöneticiler olmak üzere herkese, bilmedikleri hususlarda ve içinden çıkamadıkları konularda; ister dinî, ister siyasal, ister ekonomik, ister askerî olsun uzmanlarla istişare edilmesi buyruğu verilmektedir. Ayrıca bu ifadeyle, müşaverenin önemi ortaya konulmuş, müminlerin bu ilkeden vazgeçmemeleri istenmiştir.
Kur’an’da istişare, müşavere farzdır ve İslam’ın temel ilkelerinden biridir. Bu ayetle Kur’an, siyaset için evrensel bir yasa ortaya koymaktadır. Yönetici için (bir Allah elçisi de olsa) toplumu ilgilendiren konularda istişare etme zorunluluğu getiren Âl-i İmran/159. ayeti, demokrasinin temellerini bin dört yüz yıl önce atmıştır. “İş hakkında onlara danış /ve-şâvirhüm fi’l-emri” buyruğu, halkın görüşünün alınmasını emretmekte, halka rağmen halkın yönetilemeyeceği esasını getirmektedir.[9]
Böylece Mustafa Kemal’in daha Kurtuluş Savaşı başlamadan demokrasinin temelini atarak işe başladığını burada açıkça görmekteyiz.
İstişare, sadece idarecilerin halka danışması değil; aynı zamanda halkın da yöneticilerle ve kendi aralarında istişare etmeleridir.
b-) Demokrasinin Gereği Olan ŞÛRÂ, Kur’an’ın Değişmez Buyruğudur
“Rablerinin çağrısına cevap veren, salâtı ikame eden (malî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan-ayakta tutan), işleri /yönetimleri de kendi aralarında Şura; “işin en iyi yanını ortaklaşa bulup ortaya çıkarma (ve emruhüm şûrâ beynehüm)” olanlar ayrıca kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcarlar /başta yakınları olmak üzere başkalarının nafakalarını temin ederler.”(Şûrâ/38)
Allah, müminlerle ilgili yönetimin (yasama-yürütme) “Şûrâ” ile olması gerektiğini Kur’an’da bu ayetle hükme bağlayarak insanlara bildirmektedir.
“Şûrâ” sözcüğü kavram olarak, “Bilgili, birikimli, deneyimli ehil kimseler tarafından ortaklaşa çalışma ile bir meselenin, bir problemin en tatlı, en iyi ve en güzel çözümünün üretilip ortaya konulması” demektir.
Şûrâ, İslâm öncesi, tarihte de aklın, deneyimin ürünü olarak benimsenmiş ve uygulanan bir sistemdi. Mekke site devletinde de Şûrâ ilkesi vardı. Onlar da problemlerini “Daru’n-Nedve” denilen Şûrâ kurulu ile çözerlerdi.
Kur’an’da (Neml/29–35, 38–40’da) Elçi Süleyman’ın, Sebe melikesinin ve Firavun’un da Şûrâ meclislerinin olduğu; ciddi problemlerde onların çözüm ürettiği” bildirilmektedir. Yine Kur’an’dan (A’raf, Hûd, Yûsuf, Müminûn, Şu’arâ’, Kasas sureleri) Elçi Yusuf ve Elçi Musa dönemlerinde Mısır’da Firavunların, Elçi Şuayb döneminde Medyen yöneticilerinin de “Şûrâ meclisi”nin olduğunu bilmekteyiz.[10]
Kur’an’da Şûrâ ile ilgili müminlere yönelik üç ayet (Âl-i İmran/159; Şûrâ/38; Bakara/233) bulunmaktadır.
Günümüzde demokrasi adı verilen yönetim biçiminin temelini oluşturan “şûrâ”, halka rağmen ulusun yönetilemeyeceğine açıklık getirmektedir. Buna göre yöneten danışmak durumunda/zorundadır. Böylece Kur’an, insanlık cehalet dönemini yaşarken, yönetici ile, halk; halk ile toplum arasında işlerin istişare ve şûrâ (danışma ve meşveret) ile yürütülme ilkesini getirmişti.
Bunun bizi getireceği sonuç şudur:
Kamu işlerini ve siyaseti “birleştirici ortak akıl” ile yürütmek, başarıyı getirecektir. İşleri, uygulamaları farklı açılardan görebilmenin yolu istişareden geçmektedir.[11]
* “Birleştirici ortak aklıselim”, ortak düşünmeyi,
* Onlar da “ortak ölçülü/doğru kararı ve çözümü”,
* Tümü birden “başarıyı” getirecektir.
* “Ortak Akıl”la hareket etmek, sorumluluğu yaymak ve
* Kamuya mal etmek anlamına da gelir.
Şûrâ/38. ayeti, işin çözümünün Müslümanların arasında ortak olması (beynehüm) demek, sorunun çözümüne düşünsel olarak katkıyla birlikte, doğru ve son uygulanacak çözümün kararlaştırılmasına katılmayı içermektedir. Bu ayette son karar tek kişide değildir. Bu karar verme sürecine katılım biçimi doğrudan olabileceği gibi temsili de olabilir.[12] Kur’an’ın istediği, hangi yöntem ve araçlarla olursa olsun, bu katılımın sağlanmasıdır.
- Devlet Yönetiminde Adaletin Gereği Ve Önemi
Bu konuda Atatürk’ün yaptığı özgün, gerçekçi, mülkün /devletin olmazsa olmaz temelinin tespiti ise şöyledir:
[“Adaletin gereğinde birleşmek /ittifak doğaldır ve buna herkes katılır.][13]Kur’an’ın bu konudaki buyruğu ise çok açıktır:
“Şüphesiz Allah, adaleti (inn’Allâhe ye’müru bi’l-Adli), iyileştirmeyi-güzelleştirmeyi (ihsan) ve yakınlara vermeyi emreder; hayâsızlıktan, kötülükten ve azgınlıktan (fahşâ) nehyeder. O, düşünüp öğüt alırsınız diye size öğüt verir.”(Nahl/90)
Adalet: Bu sözcük lügatte “bire bir karşılık, denge, denklik, eşitlik” demektir.[14] Kavramsal olarak ise “Sınırlama olmadan, herkesin haktan nasibini alabilmesi için eşit şartların oluşturulması”[15] anlamına gelmektedir. Örneğin, bir toplumda vatandaşlık hakları, diline, dinine, etnik kökenine ve cinsiyetine bakılmadan herkes için eşit olmalıdır. Verilen cezalar da ayırım yapılmadan herkes için eşit ve suç ile orantılı olmalıdır.
Adalet, toplumları ayakta tutan en önemli değerdir.[16]
- Devlet Yönetimine İtaat
[“Devlet yönetimine (Ûlû’l-emre) itaat ise toplumsaldır. Tek bir ferde itaat /boyun eğmek değildir. Her hangi bir işte, o işin en iyi bir şekilde çözümlenip sonuçlandırılması için, işin ehil kişilerce çözüme bağlanması için üstün/seçkin nitelikli insanlar gereklidir. Bu nedenle milletin seçtiği ve güvenilir temsilcilerinden, vekillerinden oluşan manevi şahsiyet en büyük makamdır. Yüce kudret onda vücut bulur. Ona ve onun işleri idarede görevlendireceği ve vekilliğini yapacağı kişilere itaat etmek lazımdır. İşte bu şûra, (milletin işlerini idarede görevlendirdiği meclis) adalet üzerine hareket ederse, işte Kur’an’ın ve Allah’ın istediği hükümet olur.”(Nisa 4/59).”][17]
Bunları ifade eden Atatürk’ün, ‘hangi yönetime itaat olunacağı’ konusunda Kur’an’dan örnek aldığı ilgili ayet şudur:
“Ey iman etmiş kimseler! Allah’a itaat edin, Elçi’ye (Kur’an’a) ve sizden olan emir sahiplerine /yönetime itaat edin. Sonra, eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah’a ve ahret gününe inanan kimseler iseniz, onu Allah ve Elçi’ye havale edin. Bu, daha iyidir ve en uygun çözümü bulmak bakımından daha güzeldir.”(Nisâ/59)
Bu ayette, müminlerin itaat edeceği “emir sahipleri /yönetim”, ‘sizden olan’ ifadesiyle kayıtlanmıştır. Yani, toplumun, müminlerin, sadece kendilerinden olan emir sahiplerine itaat etmeleri istenmiş, kendilerinden olmayanlara itaat etmemeleri hükme bağlanmıştır. Başka ayetlerde müminlere; müşrik, münafık, Yahudi, Hıristiyan, işgalci olanları, babaları ve kardeşleri bile olsa velî edinmemeleri, onlara velâyet (yönetim) yetkisi vermemeleri emredilmişti. Enfâl, Ahzâb ve Âl-i İmrân surelerinde işlenen velâyet konusu dikkate alındığında burada geçen “sizden olan emir sahibi” ifadesi, daha net anlaşılır.[18]
Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nı yürütmek üzere yola çıkarken daha işin başlangıcındayken Türk Milleti’nin birleştirici /bütünleştirici ortak aklını Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak kurumsallaştırmıştır. Bu rahmani Meclis ile zafere ulaşılmış, bir uygarlık projesi olan Cumhuriyet devrimlerle taçlandırılarak oluşturulmuştur.
Evet, “dini, Atatürk gibi anlamak” demek, Kur’an’ın özünü kavramak demektir. Zira Kur’an’ın insan yaşamında yaptığı en büyük devrimlerden biri, “üstünlük ve otoriteyi kişilerden alıp bilgiye vermesidir”. Kur’an’ın özünü çok iyi kavrayan Atatürk, dini, aklın ve bilimin rehberliğinde toplum yararına yorumlayıp uygulamıştır.[19]
Kur’an açısından siyasal faaliyeti, kamuyu ilgilendiren işlerin (emanetin) teknik ve ahlakî anlamda “ehline” verilmesi olarak nitelendirilebilir.(Bkz. Nisâ/72) Kur’an, bir devlet yapısı, yönetim biçimi veya sistem önermemektedir. Bunlar Müslümanların sorumluluk alanlarına giren işler ve düzenlemelerdir.[20] Atatürk de Kur’an’daki evrensel değerler üzerinde konuyu böyle yaparak sistemleştirmiştir.
İşte böylece 23 Nisan 1920 günü Hacı Bayram Camiinde Cuma namazının kılınmasının ardından topluluk cami avlusunda toplanmıştır. Törene katılanlar tekbir getirerek Meclisin toplanacağı binanın yanına gelinceye kadar yürümüşlerdir. Yürüyüş alayının önünde, üzerinde Kur’an-ı Kerim bulunan rahleyi taşıyan bir kişi yer almıştır. T.B.M.M’nin açılışında dualar edilmiş, kurbanlar kesilmiştir. Camide başlatılan Kur’an hatmi ve Buhari-i Şerif okunmasının son bölümü Meclise gelindiğinde tamamlanmıştır. İlk hükümetin kuruluşunun ardından yaptığı konuşmada Mustafa Kemal, “Yüce Allah’ın avn-ü inâyeti bizimledir”, diyerek içtenliğini göstermiştir.[21]
Kaynakça
[1], [3] Prof.Dr. Bayraktar BAYRAKLI, Kur’an’a Göre Beşeri Siyaset, İstanbul, 2020, Düşün Yayıncılık, s.11, 347, 12. [2] İHTİLAF, TEFRİKA, FİTNE: İnsanların kendi aralarında yaşadıkları görüş ayrılıkları için İHTİLÂF, bu durumdan beslenen katı ayrışmalar için TEFRİKA, giderek derinleşen ve toplumsal birlik ve beraberliği, âhenk ve huzuru yerle bir eden eksen kaymaları için de FİTNE kavramı kullanılmaktadır. [4] Prof.Dr. Bayraktar BAYRAKLI, Kur’an’a Göre İlahi Siyaset, İstanbul, 2020, Düşün Yayıncılık, s.420. [5], [6], Prof.Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK, Kur’an Verileri Açısından LAİKLİK, İstanbul, 2003, Yeni Boyut Yayınları, s.73; 25-26. [7], [8] Mustafa KEMAL, Eskişehir-İzmit Konuşmaları (1923), İstanbul, 1999, Kaynak Yayınları, s.65-66. [9] Bayraktar BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c.4, s.445. [10] Hakkı YILMAZ, Tebyînü’l-Kur’an /İşte Kur’an, 2015, c.4, s.95 [11] B.BAYRAKLI, a.g.e., c.17, s.243. [12] Ömer ÖZSOY – İlhami GÜLER, Konularına Göre Kur’an, Ankara, 1996, Fecr Yayınevi, s.532. [13] Mustafa KEMAL, Eskişehir-İzmit Konuşmaları (1923), s.66. [14] İbn MANZUR, Lisânü’l-Arab, c.7, s.359-360, “’A-d-l” md. [15] Hakkı YILMAZ, a.g.e., c.5, s.480. [16] Kur’an’da ilgili tüm ayetlere göre “Kur’an’da Adalet” konusunda bakınız: Sedat ŞENERMEN, İslam’da Adalet, İstanbul, 2015, Nergiz Yayınları. [17] Mustafa KEMAL, Eskişehir-İzmit Konuşmaları (1923), s.66. [18] Hakkı YILMAZ, a.g.e., c.7, s.658. [19] Mustafa SAĞ, Dini Atatürk Gibi Anlamak, İstanbul, 2006, s.59. [20] Ö.ÖZSOY – İ.GÜLER, Konularına Göre Kur’an, s.530. [21] İhsan EZHERLİ, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Ankara, 1986, TBMM Kültür Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları, s.302.