Site icon Söz Gazetesi

ATATÜRK VE ASYA DEVRİMLERİ

Bu yazımda, hâlen İstanbul Esenyurt Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler (İngilizce) Öğretim Üyesi olan Sayın Prof.Dr. Sait Yılmaz Bey’in, “Asya Devrimleri Ve Atatürk”,[1] adlı Nobel Yayınları arasında yeni çıkan eserinden söz etmek istiyorum.

 

  1. Kitabın Konusu

 

Bu kitabın ana konusunu,

* “19. yüzyılda Asya’daki Batı emperyalizminin hikâyesi,

* Asya ülkelerinin reaksiyonlarının geçirdiği aşamalar ve

* Atatürk’ün bu süreçlerden nasıl etkilendiği” hususu oluşturmaktadır.

İngilizlerin Asya ve Osmanlı’da yarattığı tahribatın kökleri ve bugüne uzantısı, üzerinde az çalışılan ve hâlâ yeterince keşfedilmemiş bir konu olmaya devam ediyor.

On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı siyasi yaşamındaki

– İç (İslamcılar, solcular, Batıcılar, Türkçüler) ve

Dış (emperyalistler) aktörler, aslında geçmiş tarihî dönemlerin izlerini ve hatta aynı hikâyenin bugünkü taraflarını temsil ediyorlar.

  1. yüzyıl Asya devrimlerinin Mustafa Kemal’in devrimlerine etkisi analiz edilirken,

Türk siyasi yaşamında o dönemde yaşananların bugünden çok farklı olmadığı ve

Alınması gereken derslerin büyük bölümünün unutulduğu,

Benzer aktörlerin bugün de Türk siyasetine yön vermeye çalıştığı bu çalışmada açıkça görülmektedir.

* Asya devrimleri, Türk Devrimi’ni ne kadar etkiledi?

* Asya devrimleri ile Türk Devrimi’nin benzeyen ve ayrışan yönleri nelerdir?

* Atatürk, Asya devrimlerini mi yoksa Fransız Devrimi veya Amerikan Devrimini mi daha fazla örnek aldı?” gibi sorulara bu kitapta cevap verilmeye çalışılmaktadır.

Ki böylece,

Mustafa Kemal’in fikir dünyasının şekillendiği,

Dünyanın düzeninin yeniden kurulduğu,

Dönemin düşünce akımlarına, olguları ve olaylarına öncesi ve sonrası ile ayrıntılı bir şekilde ele alındığına tanık oluyoruz.

 

  1. Asya Devrimleri Ve Atatürkün Yazılış Amacı

 

Sayın Prof.Dr. Sait Yılmaz Bey, eserini hangi amaçla yazdığını “Önsöz”de şöyle özetlemektedir:

Cumhuriyetimizin kuruluşunun yüzüncü yılını kutladığımız bugün­lerde son yıllarda gittikçe azalan Atatürk ve onun devrimleri konulu eser sayısını izleyerek yeni bir şeyler yazmak, Atatürk ve eseri Cumhuriyetimiz ile ilgili durum farkındalığı yaratmak için yüzüncü yıl anısına yeni eserler yazmak istedik. Bu kapsamda, uzun bir zamandır üzerinde çalıştığım “Asya devimleri ile Mustafa Kemal’in etkileşimleri” önceliğim oldu.

Bu kitapta, Atatürk ve Asya devrimlerini anlatırken çok önemli de­taylar üzerinde duracağım:

* Meiji Restorasyonu ve 1905 zaferinden sonra Japonya’nın kurtu­luşu nasıl Pan-Asyacılığa ve emperyalizme dönüştüğü,

* Çin ve Hindistan’ın emperyalizmle mücadelelerinin nasıl farklı ortamlarda geliştiği ve bugüne evrildiği,

* Batılıların, İslamcılığı nasıl kurguladığı ve Orta Doğu’ya nasıl yer­leştiği, Cemalaettin Afgani gibi ajitatörlerin rolleri,

* Osmanlı’nın modernleşme gayretleri, Jön Türkler ve çöküşe gi­den yol,

* Sovyet devriminin Kurtuluş Savaşı döneminde Enver Paşa’yı Mus­tafa Kemal’e karşı kullanma ve Sovyet Türk Cumhuriyeti kurma planları,

* Atatürk’ün siyasi görüşü ve düşünce sisteminin devrimleri nasıl şekillendirdiği,

* Atatürk’ün devrim modelinin Asyalı örnekleri ile kıyaslanması ve yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Asya ve Avrupa ile etkile­şimleri.

Prof. Sait Yılmaz’ın, önemli ve değerli kaynakça ile hazırladığı ve içinde on yedi görselin de yer aldığı eseri, dört ana bölümde şu ana başlıklar altında ele alınmaktadır:

* Asya Devrimleri(s.7-50),

* Osmanlı Dönemi(s.51-96),

* Sovyet Devrimi ve Atatürk(s.97-142),

* Atatürk ve Asya Devrimleri(s.143-186) ve

* Sonuç(s.187-197).

Kitaptan ilginç bazı tespitler:

İngiliz imparatorluğu Hindistan’da kuruldu, ülke kaybedilince imparatorluk çöktü(s.23).

Batılı ülkelerin Osmanlı ile ilgili emperyalist politikaları(s.60).

Wellington Dükünün tespiti: “Osmanlı imparatorluğu, Hristiyan dünyanın hayrına ayakta durmaktadır. Türklerin değil”(s.67).

Osmanlı’da 19. yüzyılda yenileşme, gelişme, tanzimat arayışları(s.67).

İngiliz İslamcıları(s.86).

Siyasal İslam düşüncesinin tüm(aktör) isimleri Batı ürünüdür(s.87).

Siyasal İslamcılığın 5 aşaması(s.88).

İki tür İslamcılık var:

(1) Millî İslamcılık, (2) Ümmetçi İslamcılık(s.90).

 

  1. İslamcılık, Türkiye’de İslamcılığın Gelişimi

 

(a) İslamcılık:

Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü döneminde İngilizlerin satın aldığı Suudlar, deve sırtında yaşadıkları çölden Vahabizm ile birlikte Mekke ve Medine gibi kutsal yerlere yerleştiler. İslamcılık, etnik bölücülük ve Komünizm mevcut rejimle sorunlu olduğu ve dış güçlerin desteğini aradığı için Kurtuluş Savaşı’ndan bugüne bu üçlünün Türkiye’de her zaman ortak ve gizli bir gündemi olmuştur. Tarihsel olarak Batılılar, Müslüman coğrafyada milliyetçi ve laik kesimlere karşı İslamcılar ile iş birliği yapmış ve onların diğer etnik gruplarla ittifakını sağlamıştır. Bunun ilk örnekleri İngilizler tarafından Hindistan ve Osmanlı İmparatorluğu’nda denenmişti. İngilizler, sonrasında İslamcı ajan yetiştirme işinde uzmanlaştılar. (s.84)[2]

 

Günümüz siyasal İslam akımının fikir babası sayılan din âlimi bu elitler; İstanbul, Kahire, Paris ve Tahran arasında mekik doku­yup durdular. İngiliz sömürgesi, Hindistan’da Aligarh Medresesi, İngiliz modernizmini kabullendi. Bunu İslamî kaynaklarla meşrulaş­tıran dönemin din âlimi Ahmed’in Kraliçe tarafından “Sir” ünvanıyla ödüllendirilmesi izledi. O günden beri sömürgeci Batı, “Sir Şeyh Ahmed” gibilerini bulup yanına çekmekte; İslamcılığı kendi yayıl­macı ve hegemonyacı amaçları uğruna kullanmakta hiç güçlük çekmedi.

Vahabi mezhebini kuranlar, Müslüman din adamı kılığına girmiş İngiliz ajanları idi. On dokuzuncu yüzyılın sonunda Osmanlı bünyesindeki Müslümanları ayaklandırmak ve İslamcı yapıları ör­gütlemek için İngilizler tarafından gönderilen ve Hindistan’da ye­tiştirilen Cemalettin Afgani (1837-1897), onun öğrencileri Muhammed Abduh (1849- 1905) ve Reşit Riza (1865-1935) gibi isimler, dönemin İslamcı akımlarının örgütlenmesinde rol aldılar.[3]

Birinci Dünya Savaşı sonrası Batılı güçler, Orta Doğu’da da kabile reisleri ve şeyhlerle anlaşarak sömürge yönetimleri kurmak istediler. Cetvelle çizdikleri irili ufaklı Arap devletlerine görünürde bağımsızlık verip yönetimi kendi yetiştirdikleri şeyh ve kabile reis­lerine bıraktılar. Bu esnada İslamcılık ve şarkiyat çalışmalarını ge­liştirdiler. İslamcı ajan yetiştirme işinde uzmanlaştılar. Hazırlanan İslam projeleri, birbiri ardına İslamcı hareket, akademik, sivil top­lum örgütü, NGO maskeleri altında uygulama alanına sokuluyordu. Türkiye İslamcılarının etkilendiği ve Mısır’daki Muhammed Abduh’un İslâmı saf hâline döndürme kaynaklı reform düşüncelerinin artçısı Reşit Rıza, Selefiyeci, Arap hilafetçisi ve İngilizci idi.[4](s.85)

 

Hindistan’dan getirip yetiştirdikleri Muhammed İkbal, Londra’daki Hint Müslüman Zirvesine üye oldu ve Oxford Üniversitesinde 1934’te yayınladığı “İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden Yapılanması”[5] kitabı ile İslamcı düşünceyi yeniden kurgularken, yaptığı ziyaretlerde Orta Doğu’daki laik ve milliyetçi hareketleri hedef aldı. Pakistan’da Cemaati İslam Partisini 1941’de kuran Ebu’l-Ala El-Mevdudi’nin çağdaşı olan Hasan El-Benna, 1928’de Mısır’da Müslüman Kardeşleri kurdu. Batı’nın siyasal İslamcıları, son 50 yıldır İngiltere’deki Exeter ya da Malezya’daki Kuala Lumpur üniversitesinde yetiştiriliyorlar. Hazırlanan İslam projeleri birbiri ardına İslamcı hareket, akademik, sivil toplum örgütü, NGO maskeleri altında uygulama alanına sokuluyor.

1928’de Hasan el-Benna, Müslüman Kardeşleri (MK) kurduğunda, en az iki nesildir zaten İslamcılık,

Batı laikliğine karşı cevap,

İslamî uyanış için gereklilik olarak görülüyordu.

Müslüman Kardeşler (MK), İslam’ın hastalığına, siyasi çare İslamcılık İdeolojisini geliş­tirdi. Apolitik Selefilerin aksine MK İslamcıları, yirminci yüzyıldaki laik Arap milliyetçiliğine karşı İslamcı devletler kurmayı hedefliyorlardı.(s.86) Ama hepsinin ortak hastalığı Batı ile mücadele görüntüsü altında Batı’nın ajanı ve kuklaları olmaları idi. İslamcılık, Batılı güçlerin İslam dünyasına, özellikle askerî ve ekonomik alanlardaki meydan okuyuşunun hız kazandığı on sekiz ve on dokuzuncu yüzyıl döneminde Müslüman aydınların aradığı kurtuluş çarelerinden biri olarak ortaya çıkmış ama Batı’nın kontrolünde kalmıştır.

 

Siyasal İslam gibi bu düşüncenin İslam dünyası içindeki tüm isimleri Batı’nın ürünüdür. Siyasal İslamcılar, demagojik biçimde Batı’nın ahlaksızlığına ve zalimliğine vurgu yaparken laiklik ve de­mokrasinin ithal Batılı modeller olduğunu söylediler. “Çözüm ve kurtuluş İslam’dadır” sloganıyla kitleleri yanına çekerken aynı İslamcılar, her fırsatta Batı ile iş birliği yaptılar. Bunun da en güzel örneği, bugün Orta Doğu’daki hemen hemen tüm Arap ülkelerinin liderlerinin Batı’nın taşeronu olmaları ve iktidarlarını ancak em­peryalizmin emrinde olmakla koruyabilmeleri gösterilebilir.

 

İslamcılara göre İslam, bir hayat tarzıdır ve onun hukuki, sosyal, siyasi, ekonomik prensiplerine göre yaşamalıyız.[6] İslamcıların hedefleri arasında

Şeriatın uygulanması,

Panislamcı bir birlik ku­rulması,

Başta Batı askerî, ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel etkileri olmak üzere İslam ile uyumlu olmadığını düşündükleri hayali unsurlardan kurtulunması bulunmaktadır.[7]

İslamcılar, Kur’an ayetleri üzerinde tek bir yoruma sahip homojen bir grup değildir. İslamcılık, Kur’an ayetlerini kendilerine göre yorumlayan fraksi­yonlar nedeni ile hâlâ tartışmalı bir konsepttir. Bulundukları yerlere göre terör, muhalefet, yabancılarla iş birliği, uyum sağlama gibi   farklı strateji ve taktikler izleyen ve belirli bir formu olmayan harekettir.[8](s.87)

İslamcılık, köktenci bir İslami hareket olarak Batı’dan kültürel kopmayı ve Orta Çağ dönemine sembolik dönüşü temsil etmektedir.[9] Modern İslamcılığın kurucu ideoloğu olan Seyyid  Kutub’a göre, İslam’ın selefi yorumunun temelinde liberalizm ve demokrasinin neden olduğu din ve geçici güçler arasındaki ayırıma muhalefet vardır. Büyük ve küçük şeytan olan ABD ve İsrail, liberalizm ve modernitenin vekilidir ve bu yüzden yok edilmelidir. Kutub, ABD’ye gittiğinde kilisede dans eden kadın ve erkekleri görmüş, Amerika’nın dev bir kerhane olduğunu düşünmüştü.

İslamcılar, millî ve kültürel sınırları aşarak Kur’an’ın muhafazakâr okuması üzerinden eski çağlardaki İslam’a dönüş idealini temsil eden İslami bir devlete gitmek istiyorlar. Bu kapsamda laik­liği, modernleşmeyi ve küreselleşmeyi reddediyorlar.

İslamcı uyanış 1970’lerde başladı.

1973’teki Arap-İsrail Savaşı ve 1979’da İran’daki devrim sonrası ana ideolojik akım hâline geldi.

1980’lerde önce Şiiler ve sonrasında Sünniler arasında aşırılık ve şiddet eğilimleri belirmeye başladı.

l990’lar ile birlikte İslamcı partilerin siyasi sistemlere sızma girişimleri başladı.

2000’ler, mili­tan İslamcılığın yükselişini ve yeni yöntemlerini temsil ederken,

2011’de Arap ayaklanmalarındaki sivil itaatsizlik eylemleri ile be­şinci safha başladı.

Son yirmi yıllardır Kuzey Afrika’dan Orta Doğu ve Pakistan’a kadar İslamcılar;

* Topluma, gündeme ve dünyaya nasıl baktığınıza yön vermeye çalışıyorlar.

* Demokrasinin içine sinsice şeriat uygu­lamalarını,

* Şiddet kullanmayı,

* Devletin tüm organlarını ele geçirmeyi(s.88),

* Sadaka ekonomisini,

* Cihatçı bir nesil hedefleyen eğitim sistemini,

* Kara para işlerini yerleştiriyorlar.

* Camilerde radikal düşün­celerin propagandası yapılıyor.

* Kitapçılardaki zengin din temalı kitaplar;

Şeriat isteklerinden,

İslam’ın her şeye çare olduğundan,

Batı’nın İslam’a savaş açtığından bahsediyor.

* Siyasal İslamcılar, demokratik ve barışçı söylemler altında devleti ve toplumu bir daha gitmemek üzere içten içe ele geçirmeyi hedefliyorlar.

* Kur­dukları yoğun propaganda ağı ve sadaka kültürü ile konumlarını garanti altına alıyorlar.

* Gerici ve ümmetçi bir anlayış dâhilinde halka geçmişin imparatorlukları ve İslam dünyasının birliği ütopya­sı sunulurken, mezhep savaşları tezgâhlanıyor, İslam kendi içinde birbirine kırdırılıyor(s.89).

 

(b) Türkiye’de İslamcılığın Gelişimi

  1. I Abdülhamit döneminde güçlenen İslamcı düşünce, II. Meş­rutiyet döneminde örgütlenme yoluna gitmiştir.

Genel olarak, İslamiyet’in özünde meşveret kavramının olduğunu, bundan dolayı da Meşrutiyet Meclisinin İslamiyet ile uyuştuğunu ve İslamiyet’in, bilime verdiği önemi vurgulayanlar (Hürriyet ve İtilaf Fırkası) oldu­ğu gibi; Batı tipi aydınlara ve Meşrutiyet yönetimine karşı çıkanlar da (İttihad-ı Muhammedî Fırkası) vardı.

  1. Abdülhamit, kendinden önce şekillenmeye başlayan İslamcılık hareketlerini iç ve dış politikada kullanma yolunu seçmişti. Padişah, emperyalizmin güç kazandığı bir dönemde

* İçte Müslümanları İslam bayrağı altında,

* Dışarıdakileri ise halifelik altında toplamak için Panislamizm yolunu bulmuştu.

Genellikle zaten dış patentli olan bu akımlar, dış güçler tarafından da kolaylıkla yön­lendirilmekteydi. Nitekim

1876 darbesinin ve 31 Mart 1909 gerici ayaklanmasının arkasında İngilizler,

1913 Babıâli Baskını’nın arkasında Almanlar vardı(s.89).

Birinci Dünya Savaşı’nda Orta Doğu’da Arap­ların İngilizler ile işbirliği, İslamcılık düşüncesini zayıflatmıştır.[10]

Yirminci yüzyılın başlarında Türkiye’de İslamcı düşüncenin gelişmesinde, Cemalettin Afgani’nin düşünce çizgisini sürdüren Muhammed Abduh’un etkisi önemli olmuştur. Osmanlı’da ise İslamcılık akımını millî ve ümmetçi (gayrimillî) olmak üzere iki ayrı kategoride ele almak gerekir.

Bunlardan millî olanı Mehmet Akif’in (Ersoy) başını çektiği
milliyetçi-İslam sentezi olarak ortaya çıkan akımın öncüleri
olan gruptur.

Ümmetçi İslamcılık ise Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, damadı İbrahim Bey gibi İstanbul’un işgali sırasında yabancılarla iş birliği yapan ve gerici ayaklanmalarına yol açan düşünce sahipleri bulunmaktadır.[11]

Panislamizm, yani bütün İslam ümmetini Osmanlı bayrağı altında toplama düşüncesi (Panislamizm), Arnavutların bağımsız olmaları, Arapların Birinci Dünya Savaşı sırasındaki tutumları, özellikle Yemen vb. gibi cephelerde Müslümanların Osmanlılara karşı savaşmalarının etkisi ile geçerliliğini kaybetti.

 

Burada Mehmet Akif Ersoy’a ayrı bir paragraf açmak gerekir.

Mehmet Akif, ilk TBMM’ye Burdur Milletvekili olarak girmesine rağmen, 1925 yılında devletin insanımızı rasyonelleştirme-seküleştirme (dünyevileşme) gayretleri karşısında küserek Mısır’a gitti. Bu dönemde, Atatürk’ten kaçarak Mısır’a gelen Şeyhülislam Mustafa Sabri ve damadı İbrahim Bey’in Atatürk’e karşı birlikte çalışma teklifini Mehmet Akif reddeder.[12]

Mehmet Âkif, Mısır’da kaldığı sürece hiçbir siyasi faaliyette bulunmadı. Mehmet Akif, Osmanlı döneminde Teşkilat-ı Mahsusa için çalışan, dindar olduğu kadar milliyetçi de bir aydındı. Atatürk, 28 Nisan 1920’de ilk Meclisin açılışında onu Meclis kapısında kucaklayarak karşılamıştı.[13] Nitekim 1936 yılı Haziran ayında Mehmet Akif, Türkiye’ye geri döndüğünde Atatürk, ona maaş bağlattı. Atatürk, her 15 günde bir gazeteci Hakkı Tarık Us vasıtası ile hasta yatağında onu ziyaret ettirerek, bir isteği olup olmadığını sordurdu(s.90-91).

 

  1. Atatürk Devrimi ve Asya Devrimleri

 

Kemalizm, Türkiye Cumhuriyetinin kurucu önderi Mustafa Ke­mal’in yaptıkları, yazdıkları ve söylediklerinin oluşturduğu bir bütündür. Atatürk, hayatı boyunca binlerce kitap okuyarak yeni kurulan devletin temellerini sağlam bir şekilde atmaya çalışmıştır.[14] Ancak buna İngilizlerin, Kurtuluş Savaşı döneminde Atatürk düşmanlığı üze­rinden yaftalığı gibi Kemalizm değil “Atatürkçü Düşünce Sistemi” demek doğru olur. Çünkü Atatürk, bir ideoloji yani bir ‘-İzm’ bırakma­mış, kendi düşüncelerini donmuş bir kalıp içinde nitelememiştir. Ata­türkçülük, rkiye Cumhuriyeti’nin varoluş modeli ve temel dayanak noktası olan bir düşünce sistemi olarak, yeni düşünce birikimleriyle kendisini yenileyerek yoluna devam etmek durumundadır(s.149).

 

Atatürk’ün bütün ilke ve inkılâplarının kaynağında bağımsızlık ve millet egemenliği vardır.

Türk Devrimi’nin iki ana unsurundan

Birincisini bağımsız, egemen, ulus devleti gerçekleştiren “Kurtulup Savaşı”,

İkincisini çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmayı ve üstüne çıkmayı amaçlayan “çağdaşlaşma” oluşturur.

Türk Devrimi; Röne­sans, reform, Sanayi Devrimi, ABD-İngiliz ve Fransız devrimlerini yaşamamış olan Türk toplumunun evrensel kültür çevresi içerisin­de yerini almasına yönelik bir kültür atılımıdır. Atatürk, Batı’nın en önemli katkısını toplumun akıl, bilim ve çağdaşlaşma şeklinde ve bu topluma hâkim olduğuna inandığı müspet ilimlerde görmüştür.

Türk Devrimi, Atatürk’ün düşünce sistemine dayanır ve aynı zamanda uygulamaya koyanı Atatürk’tür. Atatürkçülük; bağımsızlığı, ulus egemenliğini, kişi özgürlüğünü, ulus devleti (ülke birlik ve bütünlüğünü), hukukun üstünlüğünü, laikliği, her çağda çağdaş olmayı amaçlayan, akla ve bilime dayalı, evrensel nitelikte bir düşünce sistemidir. Türk Devrimi, çağdaşlaşma aşaması ile Türk varlı­ğının coğrafyadaki geleceğini güvence altına almış, kültür ve uygarlık altyapısını oluşturmuştur.

Atatürk’ün düşünce sisteminin dayandığı temeller, 1907’den itibaren Mustafa Kemal’in düşüncesinde gelişmeye başlamış ve onun, 19 Mayıs 1919’da Anadolu toprağına ayak basmasıyla birlik­te uygulamaya konulmuştur. Atatürkçü düşünce sistemi bir ideolo­ji şeklinde ortaya çıkmamış ve ideolojilerde görülen belirli kalıplar içinde kalma çabasına girme, kimi gerçekleri kabul etmekten ka­çınma, olumsuz tutum ve girişimlere yönelme, ileride yapılacak atılımları engelleme gibi yollara başvurmamıştır.[15]

Esasen, tarihimizin bir sonucu ve Türk İnkılâbı’nın fikir gücünün bir devamı olarak ulusal, akılcı ve çağdaş bir yolda kendisini devamlı yenileyebilme imkânı ile toplumun değişen ve gelişen ihtiyaçlarına ve Türkiye’nin değişen şartlarına cevap verebilecek bir özelliğe sahiptir. Onun için bu sistem temelde iki ana esasa dayanır(s.150). Bunlar;

* Millet hayatına dayalı bir toplum düzeni kurmak” ve

*Çağdaş düşünce ile medeniyete yönelmek, yani pozitif ilimleri yegâne mürşit (yol gösterici) olarak kabul etmektir”.

Atatürk’ün düşünce sistemi; ulusal, demokratik ve akılcı bir hüviyete sahiptir. Atatürk, düşüncelerinin temelini,

Bizim yolumu­zu çizen, içinde yaşadığımız vatan, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir milletler tarihinin binbir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir” sözleriyle ortaya koymaktadır.

1924 Anayasası’nda 5 Şubat 1937 tarihinde yapılan değişikliklerle, Anayasa’nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin nite­likleri; “Türkiye Devleti, Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Lâik, Devletçi ve inkılâpçıdır” şeklinde yer almıştır.

Atatürk’ün bir de insan ve toplumu bütünüyle kavrayan ilkeleri vardır;

İlmin ve aklın rehberliği,

İnsana ve insan haysiyetine saygı ile hoşgörü,

Yurtta ve dünyada barış,

Tarihimizden kaynaklanan hürriyet ve istiklâl düşüncesi,

Toplumu çağdaşlaştırma ve her bakımdan yüceltme,

Ülkemiz ve insanımızın kendisine mahsus gerçeklerine saygı.

Atatürk, inkılâplarını yaparken ortamı değerlendiren, zamanı geldiğinde uygulayan, yaptığı uygulamaların sonuçlarını alıncaya kadar takip eden bir liderdir. Atatürk’e göreTürkiye Cumhuriyeti, ülkesi ve milletiyle çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmalı, onu geçmelidir”. Bu, ulaşılamayacak bir hedef değildir. Bu hedefe yöne­ticilerin; siyasal, sosyal, idari, ekonomik ve kültürel yapının hazır­lanması ve topluma benimsetilmesi gerekmektedir(s.151).

 

Türk İnkılâbının Temel Nitelikleri

(1) Statik değil dinamik bir düşüncedir. Her zaman yeniliklere açıklığı hedefler. Önceden saptanmış soyut ilkeler üzerine kurulmamıştır. Hiçbir şeyin durmasına, donup kalmasına izin vermez.

(2) Aklı ve bilimi önder alır. Türkiye’yi çağdaş uygarlığa ulaştırmayı amaçlar(s.153).

(3) Taklitçi değil, gerçekçi ve uygulanabilir niteliktedir. Gelenekçi düzene karşıdır. Gelenekçi-kaderci anlayışla modernleşme arasında bocalayan Türk milletini bu ikilikten kurtaran ilke olmuştur.

(4) Hem ulusal hem evrensel nitelikleri vardır. Sömürülen

ülkelerin bağımsızlık hareketlerine örnek olmuş bir düşüncedir.

(5) Evrimci bir düşünce olmadığı gibi gericiliğe de kapıları kapatan bir anlayıştır. Sosyalizm ve solidarizm gibi totaliter düşüncelerle de bir ilgisi yoktur.

Türk milletine yeni bir görüntü ve kimlik kazandırmak düşüncesi olan Mustafa Kemal Atatürk, sadece askerî zaferlerle yetinmeyerek eski kurum ve anlayışlardan kurtulmanın gerekliliğine, diğer ifadeyle inkılâpların mutlak şart olduğuna inanmış; bu düşüncelerini Meclis, siyasi ve idari yapı kanalıyla millî iradeye kazandırmaya çalışmıştır.[16] Ancak bu inkılâpları kendi başına hareket etmeyerek yakın çevresi ile hükümetler ve TBMM’nin yapmasına taraftar olmuştur.[17]

Atatürk’e göre “İnkılâp (devrim) var olan kurumları zorla değiştirmek demektir. Türk milletini son yüzyıllarda geri bırakmış olan kurumları yıkarak, yerlerine, milletin en yüksek uygarlık gereklerine göre ilerlemesini sağlayacak yeni kurumları koymuş olmaktır”.[18]

Bu nedenle Atatürkçülüğün devrim anlayışı; eskiyi, kötüyü, çirkini yıkıp; yerine yeniyi, iyiyi ve güzeli koymaktır. Bu devrim anlayışı, bilim ve tekniğin ışığında sürekli bir çağdaşlaşmayı öngörür(s.154).

Ulusun varlığını sürdürmesi için bireyleri arasında düşündüğü ortak bağ olarak ulus devlet anlayışı, yani dinsel, mezhepsel bağ yerine Türk kimliği, milliyetçilik, millî kimlik bilinci ile bireyleri birbirine bağlamak esas alınmıştır. Yapılan ve yapılmakta olan devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve tüm anlam ve biçimiyle uygar bir toplum hâline ulaştırmaktır. Devrimin temel ilkesi budur. Atatürk’ün Devrimi, toplum ve devlet yönetiminde dinsel kuralları, bu kurallardan kaynaklanan yasaları, düzen­lemeleri, bunların oluşturduğu düzeni itmiş, ortadan kaldırmıştır. Bunların yerine Batı’da gelişen pozitif düşünceyi; bilime, insan aklına dayalı yaşam biçimini koymayı, bunun gereği olan düzeni kurmayı ve devlet ve toplum yapısını bu doğrultuda gerçekleştir­meyi amaçlamıştır.

Atatürk ilkelerinden cumhuriyetçilik, milliyetçilik, laiklik; Osmanlı saltanat ve halifeliğine ve örgütlerine bir tepki olarak doğ­muştur. İnkılâpçılık ise gericiliğe kapıları kapamak, yönetim örgütlerinin kalıplaşmasını engellemek ve Türk ulusunu durgun felsefeye düşürmekten kurtarmak için konulmuştur. Dolayısıyla Türk toplumunu ileriye götürücü bir işlevi vardır. Çünkü Atatürk’e göre,Toplum durmaz. Biz bugün bu durumdayız, ama bu durumda kalamayız. Onun için her sorunda inkılâpçı olacağız”.[19] Bu nedenle de uygarlık dünyasındaki yerimizi korumak ve ona uyum sağlamak için inkılâbın temellerini her gün derinleştirmek ve kuvvetlendir­mek gerekmektedir.

Atatürkçülük ideolojisi, inkılâpçılık ilkesi ile çağdaş uygarlık ilkesine ulaşma çabasında hem geçerliliğini, yararlılığını sürdüren inkılâpçı uygulamalara sahip çıkmasını, onların korunmasını, geliş­tirilmesini hem de yeni gereksinimler karşısında yeni inkılâpçı uy­gulama ve çözümlere gidilmesini öngörmektedir.[20] İnkılâpçılık kalıplaşmayı, durağanlığı, köhneleşmeyi, işlevini kaybetmeyi, ça­ğın, toplumun gerisinde kalmayı önlemek, dinamik bir inkılâp an­layışını sağlamak ve sürdürmek için konmuştur(s.156).

Atatürk’ün önderliğinde gerçekleşen Türk inkılâbı aynı zamanda hem toplumun ümmet esasından millet esasına geçişini gerçekleştirmiş, kişisel egemenliğe son vererek millet egemenliğini ilan etmiş, dine bağlı (teokratik) devlet yapısının yerine laik devlet yapısını geçirmiş; hem de modernleşme ile gelenekçilik arasında bocalamakta olan toplumu bu ikilikten kurtararak Türkiye’nin yüzünü geri dönülmez şekilde çağdaş Batı uygarlığına döndürmüştür. Asıl amaç çağdaşlaşmaktır.

Çağdaşlaşmanın iki boyutu vardır:

Birincisi uygarlık, ikincisi Batı’dır.

Birinci boyut geneldir. Her millet bunu hedeflemelidir. Bunu Atatürk şöyle dile getiriyordu:

Ülkeler çeşitlidir fakat uygar­lık birdir. Ve bir milletin ilerlemesi için de bu biricik uygarlığa ka­tılması gereklidir”.

İkinci boyut ise (Batı) özel boyuttur. İleride bu yön değişebilir.

Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak, uygarlık dünyasında yerimizi almak ancak gerek düşünüş biçimi gerekse kurumlar açısından o uygarlığın gereklerini yerine getirmekle mümkündür. Türk Devrimi, bu büyük işi her biri diğerini tamamlayan bir dizi devrimlerle başardı. Amaç, her yönüyle çağdaş bir toplum hâline gelmekti. Atatürk, bu hususu şu sözleriyle belirtiyordu:

Yaptığımız ve yap­makta olduğumuz devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağımıza uygun ve bütün anlam ve biçimiyle uygar bir toplum hâline getşrmektir. Devrimlerimizin temel kuralı budur.”

 

  1. Çin İle Rusya’nın AntiemperyalizmSloganları Ve Emperyalizm

 

Dünyanın her yerinde kapitalizm, her seferinde sosyalizme üstün geldi.

Çin ve Rusya’nın “anti-emperyalizm” sloganları ise tıpkı Japon­ya’nın ikinci Dünya Savaşı ile biten Pan Asyacılığı gibi zamanla bir propaganda söylemi olmaktan öteye gidemedi. Hırslı insanların kont­rolündeki ülkelerde fazla güç, zamanla yozlaşır ve emperyalist hedef­lere yönelir.

– Rusya, bugün eski imparatorluğunun yeni bir versiyonu­nu kurmakla meşgul;

– Çin ise ‘Orta Krallığı’ canlandırmayı hayal ediyor.

* Tarihte böyle yaptılar ve şimdi yaşadıkları uluslararası güç rekabeti ve coğrafyaları ile buna mecbur olduklarını düşünüyorlar(s.192).

 

Rusya, kendini uygarlığın kuşatılmış bir dış garnizonu olarak görüyordu ve burada güvenlik ancak komşularına kendi mutlak iradesini kabul ettirerek sağlanabilirdi. Bugünkü Rusya ise tarihî bir dönüm noktasında dünyadaki yerini aramakta. Jeopolitik olarak Rusya, artık Avrasya’nın dinamik merkezi değil, etki ve stratejik derinlik sağlayamıyor. Gücün akış istikameti değişti. Rusya bir komşu halk üzerine devrildiğinde, onların enerjisini kendi gelenek ve ırk hareketine katıyordu. Rusya eski Sovyet topraklarında hâlen olduğu gibi yeni bir kontrol sistemi kurmak istiyor. Putin ise em­peryalist (yayılmacı) on yedinci yüzyıl Rusya’sının Çarı olmak için tekrar toprak kazanmak peşinde, bugün Karadeniz’in kuzey kıyılarını işgal ve ilhak etmekle meşgul.

Çin, tarihte kendini dünyanın yegâne egemen devleti sayıyordu. Hüküm alanı, sadece Çin değil, merkezî ve uygarlık parçasını oluşturduğu “gökyüzü altındaki her şey”; insanlığın geri kalanını esinlendiren ve yükselten “Orta Krallık” idi. Öteki hükümdarlar, muadil egemenler değil, yönetim sanatının uygarlık düzeyine ulaş­maya çalışan hevesli öğrencilerdi.[21]

Geleneksel olarak Çin, başarıları ve davranışlarıyla psikolojik egemenlik kurmayı amaçlıyordu. Tarih boyunca Çin’in süregelen problemi şu oldu: Bu kadar geniş bir coğrafyada merkezî hükümet ile geniş bir bürokrasinin yereldeki en uçlarına kadar devleti nasıl yöneteceği..[22](s.193) Komünist Parti de bu döngüye dâhildir. Çin liderliği, gücünü geliştirerek, daha çok kontrol sağlayarak, Çin ekonomisini daha evrimsel olarak şekillendirmeyi hedefliyor. Mao gibi bir dev­rimci tutum yerine, Avrupalı bir lider gibi görünüm vermek istese de Çin milliyetçiliği ve aşırı yurtseverliğine hitap ederek dünya liderliğine oynamak, eski Çin imparatorları gibi asla taviz vermeden, Çin liderliğinin doğal kabul edildiği bir küresel hiyerarşi ya­ratmak istiyor.

Çin; siyasi, ekonomik ve askerî gücünü birbirine entegre ederek diğer devletlerden farklı bir politika ve strateji modeli kullanıyor. Böylece hem ABD gibi büyük bir savaş gücü oluşturmanın yanında ülke içinde otoriter rejimi sürdürmek için elinde güçlü bir sopa bulunduruyor. Küresel mücadeleyi kazanmak için oyun-değiştirici olarak teknolojik üstünlüğü ele geçirmek istiyor. 2020 yılı Çin Komünist Partisi Kongresinde ise yeni tarihler verildi:

2027 (ordu modernizasyonun tamamlanması ve Tayvan’ın ilhakı),

2035 (büyük savaş hazırlıklarının tamamlanması) ve

2049 (Çin’in dünya liderliğinin tanınması).[23]

Tek Yol ve Tek Kuşak Projesi” ise Çin emperyalizminin kara ve denizden dünyaya ekonomik görüntü altında yayılma stratejisinin omurgasıdır.

 

Asya devrimlerinden kalan elimizdeki tek geçerli ve akılcı model ATATÜRK’ÜN ÇİZDİĞİ YOLDUR. Cumhuriyeti kuran kadro, devleti olduğu kadar toplumu da yeniden yapılandırmak istiyordu. Kuru­lan Cumhuriyetin hedefi;

* Ulusal kimliği olan çağdaş bir toplum yaratmak,

* Çağdaş uygarlığa ulaşmaktı.

Bunun için de

– Bireyin özgür olması ve

– Kendi geleceğini belirleme hakkı ile birlikte

– Dinsel baskı­lardan kurtarılması gerekiyordu.

* Dünya yaşamı, din kurallarının etkisinden kurtarılıp aklın egemenliğine bırakılmalı idi. Dünya so­runlarına akılcı ve bilimsel bir bakış açısı getirebilen bir yaşam biçimi için laiklik Türk aydınlanmasının temeli idi ve bütün bir sistemin varlığı ona bağlı idi.[24](s.194)

Cumhuriyetimizin kuruluşunun yüzüncü yılı anısına ithafen  hazırladığı “Asya Devrimleri Ve Atatürk” adlı eseri nedeniyle Sayın Prof.Dr. Sait Yılmaz Bey’e bu öğretici, önemli ve okunmaya değer çalışması için takdir ve teşekkürlerimizi sunuyoruz.

 

Kaynakça

[1] Prof.Dr. Sait YILMAZ, Asya Devrimleri Ve Atatürk, İstanbul, 2024, Nobel Yayınları. [2] Prof.Dr. Sait YILMAZ, Dersimiz İslamcılık, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, (15 Mayıs 2015). [3] Daniel BENJAMİN and Steven SİMON, The Age of Sacred Tenor, Random House, (2002), s.172-173. [4] Prof.Dr. Niyazi BERKES, Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY Yayınları, (İstanbul, 1996), s.440. [5] Muhammed İQBAL, The Reconstruction of Religious Thought in İslam, Kitab Bhavan Publisher, (2000), 87. [6] Abidullah Jan, Good Intentions, Horrible Consequences, Al-Jazeerah, (February 27, 2006). [7] Dale C. EİKMEİER, Qutbism: An Ideology of Islamic-Fascism, From Parameters, Spring 2007, 85-98. [8] Olivier ROY, Carol VOLK, The Failure of Political İslam, Harvard University Press, (1996), p.24. [9] François BURGAT, Islamic Movement in North Africa, University of Texas Press, (1997), 39-41. [10] Nil Türker TEKİN, Anahatlarıyla Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Çantay Kitabevi, II.Baskı, (İstanbul, 2006), 24. [11] 12 Eylül 1980 öncesinde MSP Konya Mitingi’nde, İstiklâl Marşı okunurken ayağa kalkma­yanlar bu gruptandı. [12] Hasan Basri ÇANTAY, Âkifname-Mehmed Âkif, Erguvan Yayınevi, (İstanbul, 1966), 28-29. [13] Fahrettin GÜN, M. Hayrettin KARAN, Eşref Edip/Milli Mücadele Yılları, Beyan Yayıncılık, (2011), 43. [14] Prof.Dr. Anıl ÇEÇEN, Kemalizm’in Sol İle Sınavı, (09 Nisan 2023). [15] Salim CÖHCE, Atatürkçü Düşünce Sistemi, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı: 54, Cilt: XVIIII, Kasım 2002. [16] Sait DİNÇ, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi, Nobel Kitabevi Yayınları, (2004), s.28; s.136-137. [17] Refik TURAN, Mustafa SAFRAN vd., Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi, OkutmanYayıncılık, (Ankara, 2011), 197-198. [18] Prof.Dr. Utkan KOCATÜRK, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, (Ankara, 1999), 87 [19] Yüksel ÜLKEN, Atatürk ve İktisat, İş Bankası Yayını, (Ankara, 1981), 279. [20] Prof.Dr. Suna KİLİ, Atatürk Devrimi, Bir Çağdaşlaşma Modeli, İş Bankası Yayınları, (Ankara 1998), 274. [21] Henry Kissinger, World Order, Penguin Books, (2015), 158. [22] Rodger BAKER, John MİNNİCH, China’s Fragile Evolutiorı, Stratfor, (March 24, 2015). [23] Prof.Dr. Sait YILMAZ, Çin, Üçüncü Dünya Savaşı’na Hazırlanıyor, academia.edu.tr, (01 Mayıs 2023). [24] Prof.Dr. Server TANİLLİ, Türkiye’de Aydınlanma Hareketi, Alkım Yayınevi, (2006), 59.
Exit mobile version