SEDAT ŞENERMEN

DOST ve DÜŞMANI TANIMAK ANCAK AKIL İLE VE AKLISELİM OLMAKLA MÜMKÜNDÜR

 

EN BÜYÜK DÜŞMAN, düşmanların düşmanı, ne falan ne de filan milletler. Bilakis bu, âdeta her tarafı kaplamış ve saltanat halinde bütün dünyaya hâkim olan kapitalizm âfeti ve onun çocuğu olan EMPERYALİZMDİR.”[1]

Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı savaşıyoruz.”[2]

Biz Milli Mücadeleye başlarken karşımızda iki düşman vardı.

Biri İÇ DÜŞMANLAR ki, bunu İstanbul Hükümeti temsil ediyordu.

Öbürü DIŞ DÜŞMANLAR ki, bunu da yabancı işgal kuvvetleri oluşturuyordu: Ulusal Bağımsızlığımızı ortadan kaldırmak isteyen Emperyalist güçler…”[3] Mustafa Kemal ATATÜRK

 

Düşmanı tanımak, Kur’an’da pek çok ayete göre kadın, erkek her kişiye farzdır. Allah’a iman etmek için kişinin içindeki ve dışındaki (bireysel ya da örgütlü, kurumsal, küresel) düşmanı tanıyarak, onların yönlendirmelerinden sakınmaları, onların buyruklarına uymamaları ve onlara boyun eğmemeleri ile mümkündür(Bkz. Ya-Sin/60-62).

Atatürk, Türklüğün ve Müslümanların tarihsel gelişimde toplum olarak, içindeki ve dışındaki düşmanları çok iyi tanıdığı, tanımladığı yukardaki sözlerinde açıkça görülmektedir. Düşmanların en tehlikelisi, düşmanlığını gizleyen, dost gibi görünüp düşmanlığını sürdüren, hatta kendini ‘stratejik ortak’ konumunda belirtip her tür düşmanlığı yapanlardır.

Şubat 1945’de Yalta Konferansı ile başlatılan ve günümüzde BOP olarak nitelenen, Ortadoğu’da dört ülkeden alınacak vatan parçalarıyla oluşturulacak yeni bir devlet dayatması ile kuşatılan bölgede, yirmi iki devletin haritaları değiştirilmek isteniyor. Böylesine amansız, acımasız, haklı bir gerekçesi olmayan bir düşmanlık, günümüzde dost-düşman tanımlamasında önemli bir ölçü olmaktadır. Böyle bir dayatma karşısındaki ülke insanları, birey ve toplum olarak akıllarını gün yirmi dört saat işletmek, birleşmek, bütünleşmek böylesi bir küresel düşmanlığa karşı çıkmak bölge ve dünya insanlığı için hayati önem taşımaktadır.

 

  1. Aklını İşleten Birey, Toplum Düşmanını Tanır

 

Ey iman edenler! Kendinizden başkasını kendinize dost edinmeyin. Zira onlar size zarar vermekten geri kalmazlar; size sıkıntı verecek şeyleri ister dururlar. Onların ağızlarından öfke taşmaktadır. Beyinlerinde (sudûruhüm) gizledikleri (kin) ise çok daha büyüktür.

Eğer AKLINIZI KULLANACAK OLURSANIZ (in küntüm ta’kılûne), (ibret alasınız diye) ayetleri size açıkladık.”(Âl-i İmrân/118)

 

Bu ayette Yüce Allah, Medine’nin çevresinde yaşayan Yahudilerin İkiyüzlü/münafıkça davranışlarına karşı Müslümanları uyarıyor. Medine’nin Arap kabileleri olan Evs ve Hazrec, eskiden beri Yahudiler’le dostça ilişkiler içindeydiler ve İslam’ı kabul ettikten sonra bile bu samimi tutumlarını sürdürdüler. Bunun aksine Elçi Muhammed (saygı-sevgi ona) ve getirdiklerine düşman olan Yahudiler, yeni harekete katılan hiç kimseye dostluk göstermediler. Yine de dışta Ensar’a (Evs ve Hazrec’e) dostmuş gibi göründüler; fakat gerçekte, onların en azılı düşmanları idiler. Onlar bu dış görünüşteki dostluktan yararlanarak Müslüman topluluğunda ayrılık ve karışıklık yaratmaya uğraşıyorlardı. Aynı zamanda Müslüman topluluğun sırlarını öğrenip, düşmanlara açıklamayı da ihmal etmiyorlardı. Bu nedenle Allah, Müslümanları, bu tip insanların bu tür davranışları nedeniye onlara güvenmemeleri için bu ayetle uyarıyor.[4]

Ayette sıkı fıkı dost tutulmamaları istenen kimseler, Müslüman olmayan herkes değil, fakat Müslümanlara düşmanlıkları, hıyanetleri belli olan, davranışlarıyla bunu ortaya koymuş kimselerdir. Burada candan dost tutulmaları yasaklananların Yahudi kabileleri olduğu bellidir.[5]

Bu dostluklarında Müslümanlar ne kadar samimi olurlarsa olsunlar, Yahudilerin aynı içtenliği göstermeleri ve Müslümanlarla dost olmaları mümkün değildi. Çünkü daha önce de yüzyıllarca aralarından Allah Elçileri çıkmış ve bu yüzden kendilerini Allah’ın en sevgili kulları olarak görmeye alışmış bir kavmin, şimdi Araplar arasından çıkmış bir Allah Elçisi’ne uymaları imkânsızdı. İçlerini dolduran kıskançlığın ve bu kıskançlığın neden olduğu kin ve düşmanlığın tek nedeni işte bu idi.

Ayetin iniş nedeni olarak kâfirlerin, münafıkların ve Yahudilerin tutumlarını gösteren görüşün analizi yapılacak olursa, şöyle söylenebilir:

Râzî’nin dediği gibi, Âl-i İmrân/119. ayet, “Sizden olmayan kişileri” ifadesinde kastedilenlerin kimler olduğuna açıklık getirmektedir.

* Buna göre Âl-i İmrân/118. ayette geçen  “Sizden olmayan kişiler” ifadesiyle kastedilenler,

* Âl-i İmrân /119. ayette anılan “ikili oynayanlardır”.

Sizden olmayan kişileri…” ifadesiyle, Müslümanlar dışındaki bütün inanç mensuplarının; müşriklerin, kâfirlerin, münafıkların ve Kitap Ehli’nin kastedilip kastedilmediğini tespit edebilmek için, Kur’an’ın şu ayetine bakmak gerekiyor:

Ey iman etmiş kimseler! Eğer Benim yolumda cihat etmek ve Benim rızamı kazanmak için çıktınızsa, size haktan gelen şeyleri inkâr ettikleri hâlde, onlara sevgi ulaştırarak; onlara sevgiyi gizleyerek Benim düşmanımı ve kendinizin düşmanını veliler edinmeyin. Onlar, Rabbiniz Allah’a inandığınızdan dolayı Elçi’yi ve sizi çıkarıyorlar. Oysa Ben, sizin gizlediğiniz şeyleri ve açığa vurduğunuz şeyleri en iyi Bilen’im. Ve sizden kim bunu yaparsa artık o, kesinlikle yolun ta ortasından sapmıştır.

(Mümtehıne/1)

Bu ayetten “Sizden olmayan kişileri” ifadesinden kastın, “düşmanlık besleyenler” ve “ikili oynayanlar” olduğu net olarak anlaşılmaktadır. Çünkü her kâfir ve müşrik Allah’a düşman olmayabilir, küfrünü düşmanlığa, düşmanlığını da eyleme dönüştürmeyenler bulunabilir. Onun için Yüce Allah, “düşmanlık yapmayı” ve “ikili oynamayı” ölçü olarak kullanmaktadır.[6]

Bize göre ayette, sadece tarihin bir döneminde Mekke ve Medine ile sınırlı olan bir ilke değil, bu, kıyamete kadarki tüm nesilleri kapsayan evrensel bir ilke olarak konulmaktadır.

Allah, ayette, gerek Yahudilerin ve gerekse onlarla birlikte hareket eden ikiyüzlülerin bu hallerini anımsatarak, inananların, onlarla dostluk kurmalarını yasaklamıştır. Ayrıca onların çirkin özelliklerine de işaret ederek bu yasağın nedenlerini açıklamıştır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

(1) Yahudi ve ikiyüzlü inkȃrcılar, inananlara zarar vermekten hiçbir şekilde geri durmazlar. Fırsat bulduklarında her zaman ve her yerde onların işlerini ifsat etmeye /karıştırıp bozmaya çalışırlar.

(2) Müslümanlara, dinlerinde ve dünyalarında en büyük zararı vermek isterler; içleri bu istekle yanıp tutuşur.

(3) Müslümanlara karşı kalplerini /akıllarını dolduran kin ve düşmanlığı, ağızları ile de ortaya koymaktan çekinmezler. Nitekim Allah’ın Elçisi Muhammed’i (saygı-sevgi ona) ve ona indirilen Kur’an’ı yalanlamaları bunun en açık delilini oluşturur.

(4) Ağızlarıyla ortaya koydukları bu kin ve düşmanlık, ancak yapabildikleri kadardır. Yapamadıkları ve fakat içlerinde besledikleri kin ve düşmanlık ise, çok daha büyüktür.[7]

Allah’ın dost ve düşmanları birbirinden ayırt etmek için yaptığı bu açıklamaların değerini anlamakta akıllarını kullananlar, hiç zorlanmayacaklardır.

 

  1. Kin ve Düşmanlığın Ortaya Çıkış Şekillerine Dikkat

 

(a) Allah, Müslümanları Korumaktadır.

Ey iman edenler! Kendinizden başkasını kendinize can dostu edinmeyin”ifadesinde geçen ve “can dostu” diye ele aldığımız bitâne sözcüğü, Âl-i İmrân/118. ayetin eksenini oluşturmaktadır.

– Betane, gizli olmak, gizlenmek ve vadiye girip yürümek”,

İşle birlikte kullanılınca “iç yüzünü bilmek”,

– Batune kalıbından alınınca, “karnı büyük olmak”,

Mal ile kullanılınca “malı çok olmak”,

– Ebtane kalıbından alınınca “elbiseye astar çekmek”,

– Battane kalıbından “birini sırdaş edinmek” anlamlarına gelmektedir.

el-Bâtın” sözcüğü de “Allah’ın en güzel isimlerinden biri olup, gizli olan bütün sırları bilen” anlamına gelir.

Demek ki bitâne kelimesi, “birbirine sırlarını açabilen, sırdaş” anlamlarına gelmektedir. Bu manadan hareketle diyebiliriz ki: Ayette, Müslümanlara, kendilerinin dışındaki insanlarla komşuluk yapmalarına, ekonomik ilişkiler kurmalarına izin verilmekte, ama onları sırdaş ve can dostu edinmeleri yasaklanmaktadır. Ayrıca ayetten, Müslümanın Müslümana can dostu, sırdaş olduğu ve olması gerektiği sonucu da otomatik olarak anlaşılmaktadır. Bir Müslüman, bir Müslümanın can dostu olup, işlerinin iç yüzüne vakıf olabilir, ama başkasına bu sırları açmamalıdır.

 

Sizin dışınızdakileri can dostu edinmeyin ” emri, hangi ölçüde yerine getirilmelidir?

Bu konuda kılavuzumuz Kur’an’ın ilgili ayetine bakalım:

Din hakkında / inancınızdan dolayı sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara gelince, Allah, sizi, onlara iyilik etmekten, onlara hakkaniyetle /adaletle davranmaktan men etmez. Şüphesiz ki Allah, hakkaniyetle /adil davrananları sever.”(Mümtehıne/8)

Yüce Allah, bu ayette Müslümanlara şu ölçüyü vermektedir:

Farklı inanç mensupları Müslümanlara, ihtiyaçlarından dolayı savaş açmıyor ve Müslümanları yurtlarından çıkarmıyorlarsa, Müslümanlar onlara nezaketle ve adaletle davranmalıdırlar.[8]

Allah ancak, sizi, sizinle din hakkında savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardımlaşan kimseleri velileştirmenizi (koruyucu, gözetici, yönetici yapmanızı) yasaklar. Kim onları velileştirirse, işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.”(Mümtehıne 60/9)

Mümtehıne/8. ayet, kiminle dostluk kurulabileceğini,

Mümtehıne/9 ise kiminle dostluk kurulamayacağını bildirmektedir.

Bu iki ayet, “Sizden başkasını sırdaş edinmeyin”(Âl-i İmrân/118) buyruğunun tefsiri niteliğindedir. Can dostluğunu, sırdaşlığı ortadan kaldıran nedenlerin bir bölümü aynı ayetin devamında belirtilmektedir.

 

  1. b)Onlar size zarar vermekten geri kalmazlar; size sıkıntı verecek şeyleri ister dururlar.

Ayetin bu bölümündeki “zarar vermek” ifadesinin, “yoldan çıkarmak” anlamına alınması uygun olur.

Burada geçen el-ilvü sözcüğünden türeyen ye’lû kalıbı, “bir işi tam yapmamak ve kusur etmek”;

Habâl kelimesi de, “hayvanın doğal dengesini (sağlığını) bozan hastalık” anlamına gelir. Burada ise habâl sözcüğü sosyolojik manada, toplumun dengesini bozan hastalık” anlamında kullanılmaktadır.

Bu manalardan hareketle denilebilir ki, Müslümanların, sosyal dengelerini bozmak konusunda ellerinden gelen hiçbir fırsatı kaçırmayan, ellerinden geleni ardına bırakmayan insanlarla can dostu olmaları yasaklanmıştır.   

 

(c) “Size sıkıntı verecek şeyleri arzu ederler.

Ayetin bu bölümündeki

– Vedde fiili, “hoşlanmak, arzulamak ve derinden istemek”,

– Anit kelimesi ise, “zorluk, zarar, meşakkat, sıkıntı ve başarısızlık” anlamlarına gelir. İman edenlerin sıkıntıya düşmelerinden zevk alan, onların sıkıntı içinde olmalarını arzulayan kâfirler, sırdaş /dost edinilmeye layık değildirler.

 

(d)Onların ağızlarından şiddetli öfke saçılmaktadır.

Müslümanları doğru yoldan çıkarmak için ellerinden geleni yapmaları, sıkıntıya düşmelerini istemeleri ve kinlerinin ağızlarından dökülmesi onların dost olmadığını göstermektedir. Ağızdan çıkan kelimeler, insanın içindeki kini ele verir. Yüce Allah, bu ayetleri, Müslümanların bunu anlamalarını ve kin sahiplerini tanımalarını sağlamak için göndermiştir. İnsanlar simalarından tanındığı gibi, sözlerinden ve seslerinin tonlarından da tanınabilir:

Eğer Biz dileseydik, kesinlikle onları sana gösterirdik de. Sonra da sen onları simalarından tanırdın. Yine de sen, onları sözlerinin üslubundan /tonundan kesinlikle tanırsın. Allah ise işlerinizi bilir.”(Muhammed/30)

Bu ayetten anlaşılıyor ki kindar insan simasından tanınabilir; siması görülmediğinde ise sesinin tonundan, konuşmasından, yazılarından veya kitaplarından tanınabilir. Yeter ki insanı, ses tonundan ve kelimelerin renginden tanıyacak kültüre sahip olunsun. Bu kültüre sahip olmayanlar ise, insanları simalarından, ses tonlarından, konuşma ve yazılarından tanıyamazlar. Düşmanını tanımayanlar da kendilerini koruyamazlar; tehlikeye açık hale gelirler.[9]

Kinin bir kalp /akıl hastalığı olduğu şu ayette açıklanmaktadır:

Yoksa kalplerinde /akıllarında hastalık olan kimseler, Allah’ın, kendilerinin kinlerini asla ortaya çıkarmayacağını mı sandılar?”(Muhammed/29)

Kalpteki /akıldaki bu hastalığın belirtisi, ağızdan dökülen sözcüklerdir. Bu sözcüklerin sesteki tonu, kalpteki /akıldaki kini ele verir.

 

(e) “Beyinlerinde /sudûruhüm/içlerinde) gizledikleri (kin) ise çok daha büyüktür.

Yani, kâfir veya münafıkların içlerindeki kin o kadar büyüktür ki, bunu gösterecek sözcük bulamamaktadırlar. Ağızlarından dökülen kin dolu kelimeler, kalplerindeki kinin büyüklüğünü göstermekten âcizdir. Kalplerindeki/akıllarındaki kin, ağızlarından dökülenden çok daha büyüktür.

 

(f) “Eğer aklınızı kullanacak olursanız (in küntüm ta’kılûne), (ibret alasınız diye) ayetleri/işaretleri size açıkladık.

Burada “âyât” sözcüğü “işaretler” anlamına alınmalıdır. Çünkü Âl-i İmrân/118’de can dostu /sırdaş edinilebilecek kimselerin işaretleri ve sıfatları bildirilmektedir. Kâfir ve münafıkların, Müslümanlara zarar verme konusunda ellerinden gelen her fırsatı değerlendirmeleri, Müslümanların sıkıntıya düşmelerini istemeleri, Müslümanlara karşı ağızlarından kin saçmaları, Müslümanlara karşı kalplerinde besledikleri kinin ağızlarından dökülenden daha büyük olması birer ayet, yani işarettir.

Ama Yüce Allah, bu ayetlere/işaretlere akıl ile yaklaşılmasını istemekte, aklın ve düşüncenin harekete geçirilmesini önermektedir. Eğitim açısından bu, şu anlama gelir:

Kötülüğe kötülükle, entrikaya entrikayla ve kine kinle karşılık vermek yerine, AKILLA KARŞILIK VERMEK en iyi yoldur.

Bu işaretlere akılla yaklaşmanın iki türlü yararı vardır:

Birincisi, akılla yaklaşıldığında, kâfir veya münafıkların sözlerinden kinlerini anlamak, plan ve amaçlarının farkına varmak mümkün olur.

İkincisi, akılla yaklaşmak, onların kötülüklerinden sakınma imkâ verir.

Kin kokan söz ve davranış sahibine, akılcı bir tavırla karşılık vermek bir erdemdir, hem de erdemlerin en büyüğüdür. Karşıdaki kişinin kin duyduğunu anlamak, aldanmayı önleyeceğinden bir ferasettir/basirettir.

İşte Yüce Allah, “Aklınızı kullanırsınız” ifadesiyle, düşünce ve bilincin oluşturduğu bu ferasete/basirete dikkat çekmektedir. Hz. Muhammed de, feraset hakkında mealen şöyle buyurmuştur: “Müminin ferasetinden sakının; çünkü o, Allah’ın nuruyla bakar.

Diğer taraftan Yüce Allah, din eğitiminin eskimeyen ve değişmeyen evrensel bir ilkesini de uygulamakta ve hatırlatmaktadır.

Bu ayette “beyyennâ /açıkladık” ifadesiyle, Müslümanlara, kimlerin dost olamayacağı, veli edinilmeyeceği bildirilmiştir. Din eğitimcilerinin de Müslümanlara dostlarını ve düşmanlarını öğretmeyi bir amaç edinmeleri gerekir.[10]

 

  1. Düşüncesiz Hareket Eden Müslümanların Kınanması

 

Odaların arkasından sana bağıranları çoğu düşüncesiz kimselerdir (ekseruhüm lâ ya’kılûne).

“Onlar, sen, kendilerinin yanına çıkıncaya kadar bekleselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Allah Bağışlayandır (Gafûr), Esirgeyendir (Rahîm).”(Hucurât/4-5)

 

Peygamberi odalarının dışından çağıranların çoğunun düşüncesiz insanlar olduğu belirtilerek, onlar anlayışsızlıkla kınanmaktadır.

Akıl, “ilâhi hitabı anlamaya yarayan, insandaki idrak gücü” diye tanımlanır.

Aklın en önemli işlevi, realiteden (günün gerçeğinden) malzeme olarak bilgi üretmektir.

Elmalı M. Hamdi Yazır (merhum, ö. 1942) ruhî bir güç kabul ettiği aklı,duyulardan hareketle duyular ötesini idrak eden veya duyularla elde edilemeyen bilgiyi bizzat keşfeden idrak aleti” şeklinde tanımlar.[11]

Akıl için yol birdir. O da doğru yoldur.

Her insanda doğuştan var olan akıl, dinen sorumlu olmanın ilk şartıdır.

(a) Doğrudan doğruya yaratılışta Allah vergisi olan bu melekeye tabii akıl denir.

(b) İşlerlik kazandırılan akla, ayrıca sezgi, deney, düşünme ve öğrenim yoluyla da yeni işlev alanları kazandırılmalıdır.

Allah’ın iki türlü ayeti vardır:

(1) İcat ve yaratılış kitabındaki fiili ayetler,

(2) İndirdiği Kitap’taki (Kur’an) sözlü ayetler.

 

Kur’an’daki ayetler, insanları, anlayıp delil bulmak için mucizelerden çok tamamen aklını işleterek anlaşılabilecek /ulaşılabilecek gerçeklere, buluşlara yönlendirir. Bu yönüyle aklı işletmek dini, insani, ahlaki, toplumsal, evrensel bir görevdir.

Duyular âleminin sırlarını öğrenmek, yaratıcının varlığını bilmek ve nasları anlamak için aklın kullanılması gerekir. Hatta Allah’a iman etmek naklen değil, aklen vaciptir. Ancak akıl, naklin önüne geçemez. Çünkü bütün dini gerçekleri idrak etmekte yeterli değildir.

Beş duyu nasıl sınırlı ise, aklın da idrak gücü ve alanı da sınırlıdır.

Ayrıca akıl, duyguların, eğitim /öğretim ve kültürün etkisinde kalabildiği için güzelin çirkin, iyinin kötü, doğrunun yanlış olduğuna hükmedebilir. Bütün bunlar aklın vahye muhtaç olduğunu gösterir.

Duygu ve tecrübe dünyasında yanılan aklın, gaip âlemiyle ilgili hükümlerde de yanılabileceği ve bu âleme ait bilgileri idrak etmekten âciz kalabileceği için vahye ihtiyacı vardır.

İslâm düşünce tarihinde aklı, hevânın (nefsanȋ arzuların) karşıtı olarak görmek egemen bir anlayıştır. Onlara göre,

Akıl hidayet, hevâ dalâlet;

Akıl ziynet, hevâ leke;

Akıl mutluluk, hevâ kutsuzluktur (şekavettir).[12]

 

Tarih 13 Ocak 1921, yer Büyük Millet Meclisi Kürsüsü.

Mustafa Kemal Paşa, Meclis Başkanı olarak 1. İnönü Zaferi’ni anlatırken sözlerini şöyle biririr:

Milletimiz bugün, bütün geçmişinde olduğundan daha çok ümitlidir. Bunu ifade etmek için şunu arz ediyorum. Kendilerinin tabiriyle, cennetten vatanımıza koruyucu olan merhum Keman demiştir ki:

Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini

 Yok mudur kurtaracak bahtı kara mâderini”.

İşte bu kürsüden bu Meclisi âlinin reisi sıfatıyla heyeti âliyenizi oluışturan bütün bu azanın her biri namına ve bütün millet namına diyorum ki:

Vatanım bağrına düşman dayasın hançerini

Bulunur kurtaracak bahtı kara mâderini.”[13]

Günümüzdeki BOP dayatmasına yirminci yüzyılda karşı çıkan Mustafa Kemal ATATÜRK, günümüzde hâlâ örnek olma durumuyla önümüzde duruyor. O’nun söylemini tekrar edecek Önder bekleniyor. BOP kader değildir.

 

Sedat Şenermen

 

Kaynakça

[1] Hâkimiyet-i Milliye, 20 Temmuz 1920.

[2] Atatürk’ün Bütün Eserleri, İstanbul, 2003, Kaynak Yayınları, Cilt:12, s.121.

[3] Bkz. Sedat ŞENERMEN, ŞEYTAN İÇİMİZDEKİ… DIŞIMIZDAKİ bireysel… küresel, İstanbul, 2019, Ulak Yayıncılık.

[4] Ebu’l-A’la MEVDUDİ, Tefhimu’l-Kur’an, İstanbul, 1996, 2.Baskı, İnsan Yayınları, cilt:1, s.288.

[5] Prof.Dr. Süleyman ATEŞ, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul, 1989, Yeni Ufuklar Neşriyat, cilt:2, s.99-100.

[6] Prof.Dr. Bayraktar BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, İstanbul, 2008, 3.Basım, cilt:4, s.337.

[7] Prof.Dr. Talat KOÇYİĞİT, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Ankara, 1990, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, cilt:2, s.193.

[8] Prof.Dr. Bayraktar  BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, cilt:4, s.337-338.

[9] Prof.Dr. Bayraktar BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, cilt:4, s.339-340.

[10] Prof.Dr. Bayraktar BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, cilt:4, s.340-341.

[11] M. Hamdi YAZIR, Hak Dini Kur’an Dili, cilt:1, s.566.

[12] Bu konuda Yüce Kur’an’da doğrudan AKIL ile ilgi ve bağlantıları gereği şu kavramlarla ilgili tüm ayetlere bakılmalıdır:

SADR, KALB, FUÂD, NEFS (Emmâre, Levvâme, Mülhime, Mutmeinne, Sâfiye /Zekiye);

HICR, MÜTEVESSİM, Ûlû’n-NÜHÂ, Ûlû’l- EBSÂR, Ûlû’l-ELBÂB;

RE’Y, NAZAR, BASAR, HİLM, MİRRE, RÜŞD;

TA’AKKUL, TEFAKKUH, TEFEKKÜR, TEZEKKÜR, TEDEBBÜR;

EZKÂ, ZEKÂ, tezekki;

HEVÂ, CİN, İBLİS, ŞEYTAN, TÂĞÛT, SEFEH… (Bkz. Sedat ŞENERMEN,

KALB /AKIL, İstanbul, 2014, Togan Yayınları;

Aklın Kaynağı İslam’da Beyin, İstanbul, 2014, Nergiz Yayınları;

Kur’an’da Bellek Fuâd; Kur’an’ı Kur’an’dan Kur’anca Anlamak, İstanbul, 2023, Nergiz yayınları.

[13] https://onedio.com/haber/vatanin-bagrina-dusman-dayasin-hancerini-ataturk-bu-misralari-ilk-ne-zaman-nerede-soyledi-1104186

Arkadaşlarınızla paylaşın

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu
error: Uyarı: Korumalı içerik !!

Reklam Engelleyici Algılandı

Sitemizden en iyi şekilde yararlanmak için lütfen reklam engelleyicinizi kapatınız.