SEDAT ŞENERMEN

FİRAVUN NİÇİN DENİZDE BOĞULDU? / Sedat Şenermen

 

Firavun ordularıyla hemen onları takip etti de bol sudan /nehirden kendilerini kaplayan şey kaplayıverdi.

Ve Firavun, toplumunu saptırdı ve doğru yolu göstermedi.” (Tâ-Hâ/78-79)

 

  1. Yüce Allah, Firavun’a Denizde Boğulma Cezasını Neden Uyguladı?

 

Tarihsel gerçeklik olarak bilinmektedir ki Allah’ın Elçisi Saygıdeğer Musa (a.s), İsrail oğullarını, dönemin Firavun’un zulüm yönetiminden kurtarıp, onları bağımsızlık ve özgürlüklerine, özgür bir vatan coğrafyasına kavuşturmak bağlamında bir gece denizden geçirerek kurtarmak için yola çıkmışlardı. Tam denizi geçmek üzere iken Firavun ve askerleri de onları durdurmak amacıyla engellemek istiyorlardı ki, hemen İsrail oğullarının peşinden denize daldılar. Ancak, Elçi Musa (a.s) ve İsrail oğulları denizi salimen geçerken, Firavun ve ordusu denizde boğuldular.

Firavun’un ve askerlerinin suda boğulması onlara azap;

Ama Elçi Musa (a.s) ve İsrail oğullarına da ilahi yardım, lütuf ve nimet olmuştur.

Demek ki Yüce Allah’ın bazen bir uygulaması birileri için azap, diğerleri için bir nimet olmaktadır. Şimdi şu soruyu sorabiliriz:

Firavun niçin denizde boğuldu?

Allah ona bu cezayı neden uyguladı?

Bu sorunun cevaplarını şu ayetlerle verebiliriz: Özellikle Tâ-Hâ/78’den sonra gelen Tâ-Hâ/79. ayetten başlayarak cevapları bulabiliriz:

Firavun, toplumunu saptırdı (edalle)

ve onlara doğru yolu göstermedi (mâ hedâ).”

 

Siyasal erki elinde bulunduran kişi veya kişilerin önde gelen görevlerinden biri, halkına erdemleri kazandırmaktır. Siyaset, halka erdemleri kazandırma sanatıdır (Fârâbî, Fusûsu’l-Medenî, s.161) ve bu iş de eğitim vasıtasıyla yapılacaktır. Siyaset, halka erdemin yollarını öğretecek, onları kötülüklerden uzak tutacaktır. Firavun, bunun tam aksini yapmış, halkını yola getirme yerine onları yoldan çıkarmıştır.

Tâ-Hâ/78. ayetten, devlet başkanının önde gelen görevlerinden birini öğreniyor ve bir toplumu helâke ve çöküşe götüren dinamiklerden birini tespit ediyoruz: “Balık baştan kokar” tekerlemesi gereği, toplumun çöküşünün, siyasal erki elinde bulunduranlardan başladığı ortaya çıkmakta­dır.

Bu durum ahrete kadar uzanacak bir olgu niteliğindedir:

Rabb’imiz! Biz, reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar, derler. Ey Rabb’imiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lanetle rahmetinden kov” (Ahzâb/67-68).

 

İşte halkını yoldan çıkaran insanlar, Mahşer’de böyle şikâyet edileceklerdir. Bu ayetler, halkı idare edenlere şunu sesleniyor: Mahşer’de Allah’a şikâyet edilmeyecek, erdemli bir siyaset uygulayın, halkı yoldan çıkarma yerine onları, doğru yola götürün. Aksi taktirde hem dünyada toplumunuzu helâke götürür hem de âhiretinizi yıkarsınız.[1]

 

  1. Firavun Toplumu Saptırmış Ve Onları Doğru Yola İletmemişti

 

Firavun’un toplumu saptırmasını, onları doğru yola iletmemesini açıklayan ve konuyu değişik açılardan ele alan başka ayetler de vardır:

(a) “Onların çoğunda sözünde durma bulmadık. Gerçek şu ki, onların çoğunu yoldan çıkmış bulduk” (A‘râf/102).

Ahde vefadenen ahlâkî değeri çiğnemeleri onların sonunu hazır­layan dinamiklerden biri olmuştur.

 

(b) “Musa dedi ki: Ey Rabb’imiz! Gerçekten Sen, Firavun ve kavmine dünya hayatında zinet ve nice mallar verdin. Ey Rabbimiz! İnsanları senin yo­lundan saptırsınlar diye mi verdin?” (Yûnus/88)

Demek ki Firavun ve yandaşları ekonomik güçlerini kullanarak in­sanları, Allah’ın yolundan saptırıyorlardı; ekonomik güçlerini kötülüğün hizmetine vermişlerdi.[2]

Yûnus/88. ayet aynı zamanda Firavun’un Mısır halkının erkeklerini kurbanlık koyunlar, kadınlarını da alınıp satılarak hayâsızca işlerde çalıştırılan orta malı olarak kullandığını da gösterir.[3]

 

(c) Firavun, ülkesinde gerçekten azmış, halkını çeşitli   bölmüştü. Onlardan bir zümreyi güçsüz kılıyor, bunların oğul­larını boğazlıyor, kızlarını da sağ bırakıyordu. Çünkü o bozgunculardan­dı.” (Kasas/4)

Fırkalara bölme: Firavun saltanatlarının egemenliği sürdürme araçlarından biri de karşılarına dikilme olasılığı bulunan kitleyi, türlü oyunlarla çeşitli fırkalara bölmek, başka bir deyişle toplumu fırkalaştırıp bölük pörçük hâle getirmektir. Çünkü fırkalaştırılan halk sürüye dönüşür. Öyle bir sürü ki, kendi kendini yiyip tüketir. Zalim yönetimler, kendilerine zarar verecek etkinlikte bir gücün vücut bulmasını bu sayede önlemektedirler. Kur’an bu noktaya harika bir dokunuşla ışık tutarken, aynı zamanda, firavun güçlerin “üstünlük ve başarı” nedenlerinden birini de Kasas/4. ayeti ile aydınlatmış oluyor.[4]

 

(d) Ben, sizin en yüce rabbinizim!’ dedi” (Nâzi‘ât/24)

İşte Firavun, bunları yaparak halkını yoldan çıkarmış, toplumunda bozgunculuk yapmış ve halka zulümde bulunmuştur.

Özet olarak diyebiliriz ki, eğitimin siyasete yardım edeceği alanlardan biri bu ayette gündeme getirilmekte, İlâhî irade ile helâk olacak olan toplumun çöküş nedenlerine dikkat çekilmektedir.

 

  1. Elçi Musa Kılavuzluğunda İsrailoğulları’nın Firavun Zulmünden Kurtuluşu

 

Ey İsrâiloğulları, sizi düşmanınızın elinden kurtardık. Sizinle Tûr’un sağ tarafında sözleştik. Size kudret helvası ile bıldırcın eti indirdik.” (Tâ-Hâ/80)

 

Yüce Allah, Firavun’un durumunu anlattıktan sonra, bu kez de İsrâiloğullarına yaptığı yardımı açıklamaktadır.

 

(a)Sizi düşmanınızın elinden kurtardık.”

Yüce Allah, Firavun’u, onların düşmanı olarak ilân etmektedir. Böylece Yüce Allah, düşman kavramına bir açılım getirmektedir.

İnsanları (zihinsel ve ekonomik açıdan) köleleştiren,

Onlara yaşam hakkı ve inanç özgürlüğü tanımayan,  

Durmadan sömürüp zulmeden kişi veya kişiler düşmandır

Ve bunlar yaptıklarının da düşmanı olmaktadırlar.

 

(b) Sizinle Tûr’un sağ tarafında sözleştik.”

Bu sözleşmenin metni ve bu metnin içerdiği maddelerin bir bölümü Bakara/83-84. ayetlerinde yer almaktadır. Bunları maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz:

* Allah’a şirk koşmamak;

* Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, fakirlere iyilik etmek;

* İnsanlara güzel söz söylemek;

* Salâtı ikame etmek;

* Zekâtı vermek;

* Birbirinin kanını akıtmamak;

* Birbirinizi ülkeden çıkarmamak.

Diğer taraftan Bakara/93’te de aynı sözleşmenin bir başka bölüm maddeleri yer almaktadır:

* Size verdiklerimizi kuvvetle tutun;

* Söylenenleri anlayın.

Ayrıca Nisâ/154’te de bu sözleşmenin diğer maddelerine buluyoruz:

* Baş eğerek kapıdan girin;

* Cumartesi günü sınırını aşmayın.

İşte Tûr dağının sağ tarafında yapılan sözleşmenin bazı maddeleri bunlardan ibarettir.

 

(c) Size kudret helvası ile bıldırcın eti indir­dik.”

Burada Yüce Allah, ekonomik ve beslenme açısından sağladığı nimetleri gündeme getirmektedir.

Şimdi Tâ/Hâ/80. ayette anlatılan üç şeyin genel yorumunu yapabiliriz.:

Yüce Allah’ın, buradaki sıralaması en önemliden daha az önemliye olan değerleri belirlemektedir.

Birinci değer, “düşmanından kurtulmak”tır. Yani hayat hakkına ve özgürlüklerine sahip olmaktır.

İkincisi, “verdiği sözde durmak”, başka bir ifade ile “ahde vefa denen ahlâkî değer”dir.

Üçüncüsü de “ekonomik değer”den oluşmaktadır.

 

Toplumu Ayakta Tutan Üç Temel Değer

Böylece Yüce Allah, bir toplumu ayakta tutan üç temel değerler grubunu anlatmaktadır:

Hak ve özgürlükler,

Ahlâkî değerler ve

Ekonomik değerler.[5]

Eğitimciler bu değerler grubunu devleti idare edenlerin ve halkın beynine kazımalıdır. Eğitimciler, bu değerler grubunu hayata geçirirken bilmelidir ki, topluma hem ışık hem de can vermektedir.

 

Sizi rızıklandırdığımız şeylerin temizlerinden yiyin ve bunda aşırı gitmeyin, sonra üzerinize hoşnutsuzluğum iner. Kimin üzerine de hoşnutsuzluğum inerse, kesinlikle o iner (düşer, mahvolur).” (Tâ-Hâ/81)

 

Sizi rızıklandırdığımız şeylerin temizlerinden yiyin

Bu ilke bütün Allah Elçileri için de geçerlidir. Allah’ın verdiği nimetlerin temiz olanından yemek ilk Allah Elçisi Âdem’den itibaren var olan ilahi bir ilkedir.

Ey Elçiler! Temiz olan şeylerden yiyin!”(Mü’minûn/51)

Peygamberlerin temiz olmayan şeylerden yeme ihtimali olmasaydı bu emre muhatap olmazlardı.

Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helal ve temiz olanlarından yi­yin. Şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan, sizin açık bir düşmanmızdır.” (Bakara/168).

Bu emir de bütün insanları kapsamına almaktadır.

 

  1. İlahlığını Bizzat İlan Eden Firavun, İblis Egemen Bir Kişilik Sahibi İdi

 

Musa’nın haberi sana geldi mi?”

Hani, Rabbi ona mukaddes Tuvâ vadisinde /iki kez temizlenmiş vadide seslenmişti: Firavun’a git! Şüphesiz o azdı.”

Sonra de ki: Arınmaya var mısın? Ve de seni Rabbine kılavuzlayayım da O’na saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyasın!”

Sonra da Musa, Firavun’a o en büyük alâmeti /göstergeyi gösterdi.

Sonra da Firavun, yalanladı ve karşı geldi. Sonra çabucak arka döndü. Sonra toplayıp seslendi de: Ben, sizin en yüce Rabbinizim!” dedi.

Allah da, dünya ve ahret azabıyla yakalayıverdi.” (Nâziât/15-25)

Yüce Allah, Nâziât/15-25. ayetleriyle  firavunluğun zirve yaptığı azgınlığı açıklamaktadır. Kur’an’da bu zirveye insan egosunun  yedi mertebesinden en düşüğü olan “emmâre /kötülük ve azmışlığı sınırsızca emreden benlik”(Yusuf/53) denmektedir. Esasen Şems/8’de her kişiye fücur’a ve takvâ’ya yetenek verildiği yer almaktadır ki, fücûr’a olan yetenek “emmâre /kötülük ve azmışlığı sınırsızca emreden) nefis olup, özel adıyla İblis’tir. Kişi selim aklını işletmiyor/kullanmıyorsa onun fikir ve davranışlarını yönlendiren İblis’i olur. Bu nedenle ona “İblis egemen kişi”, yani “insan şeytanı”(Nâs/6) denir. Tüm firavunlar da “İblis egemen bir kişiliğe” sahiptir.

Firavun mertebesinin ikincisi olan “levvâme /kendini kınayan, eleştiren nefis” aşamasına geçiş, tağutluktan insanlığa geçişin göstergesidir.

Levvâme;azarlayan, kınayan” demek. Nefsin bu sıfatı, Kur’an’da şu ayette geçmektedir:

“Hayır, mesele onların sandığı gibi değil! O levmeden nefse yemin ederim ki öyle değil!” (Kıyame/1-3)

Nefsin levvâme mertebesi, insanın tekâmül aşamalarında çok önemli bir devreyi karşılıyor. Emmâre nefsin bazı özellikleri bunda da vardır ama bu nefs hakkı hak, bâtılı  bâtıl olarak bilmektedir. (Muhammed bin Hasan, vr. 150) Necmuddîn Kübrâ (ölm. 618/1221) levvâme nefsi şöyle tanıtıyor: “Nefs-i Emmâre kötülükle emreden bir fıtrat üzere yaratılmıştır. Kendi haline bırakıldıkta şerden başka bir işe girişmez. Aydınlığın doğuşunu teneffüs edip, gönül seması ışıklanmaya başlayınca nefs-i levvâme adını alır.” (Kübra, Te’vîlât, ilgili bahis)

Bu devrede nefs, emmâre mertebesinden başlıca dört noktaya ayrılır. Birincisi: Emmâre nefsin sindiği bünye robot, vücut makine vücuttur. İrade, muhakeme, şuur felce uğramıştır. Hoşgörüsüzlük açık şekilde dikkat çeker. Hayvansal arzularına uymuştur; onların esiri, hatta kendileridir. Vücut sadece nefs parmağının bastığı düğ­meye göre hareket eder. Levvâme nefste de kötülüğe, şehvete eğilim mevcuttur. Ancak, burada vücut, makine değil, şuurlu, iradeli bir varlıktır. Düğmeyle çalışmaz.

İkincisi, emmâre nefs, kötülüğü yapar ve bunu, yapılması gereken şey bilir. Bu yüzden onun dünyasında pişmanlığın, özeleştirinin, tevbenin, başkalarına kulak vermenin yeri yoktur. Levvâme nefs ise ya önceden kullanabileceği seçme ile kötülüğe hiç girişmez ya da kötülüğü yapar, fakat ardından pişman olur.

Üçüncüsü, emmâre nefs, kendinin üstünde ilah tanımaz. Levvâme nefs ise kendi üstünde kudret olduğunu kabulden çekinmez. Büyük sûfî Ali el-Havvâs (ölm. 939/1532) diyor ki, “Hevâ ve hevesine hizmet eden nefs gerçekte kendi kendine tapmaktadır. Onun, sıfatları zatına ibadet ediyor.” (Şa’ranî, ed-Dürer el-Ğavvâs, 13)[6]

Emmâre nefsin bir numaralı özelliği, ilahlığını ilan etmesidir. Nâziât/24 bunu gösteriyor.

Firavun nefs olan emmâre’nin ilahlığını ilanı iki şekilde olmaktadır:

* Eski tağutlarda, özellikle Nemrut ve Firavun’da olduğu gibi, bizzat kendi ağızlarından ilan,

* Çağdaş firavun ve Nemrutlarda olduğu gibi, yandaş yalakalar aracılığıyla ilan.[7]

Firavun’un bizzat kendi dilinde ilahlık duyurusunu Kasas/38 ile Nâziât/24. ayette; Nemrut’un ise Allah’ın Elçisi İbrahim karşısında ilahlığını ilanını Bakara/258’de açıkça görebiliyoruz.

 

  1. Mustafa Kemal, Milletin Egemenliği Odağında Devlet Yönetimi Hakkında Ne Demiş Ve Uygulamıştı?

 

Hilafeti İslâm devleti, Cumhuriyet rejimini İslâm dışı bir rejim olarak savunanlara Atatürk, İslâm’ın bu konulardaki öğütlerini hatırlatıyor:

Dini hükümlere uygunluk noktasından düşünmek isterseniz, hatırlatayım ki, bizim dini hükümlerimizde belli bir hükümet şekli ifadesi yoktur. Cumhuriyet, mutlakiyet şekilleri gibi bir şekil saptanmamıştır ve din bilginleri zamana göre en despot hükümdarların hükümetlerine meşrû demişlerdir. Kur’an’ın değişmez hükümlerine ve Peygamber’in hadislerine göre, hükümetin yalnız esasları ifade edilmiştir. O esaslar şunlardır:

(1) Danışıp – konuşma (meşveret) (Âl-i İmrân/159; Şûra/38),

(2) Adalet (Nahl/90),  

(3) Devlet Başkanına itaat (Nisâ/59).

“(1) Devlet idaresinde danışma ve görüşme çok önemlidir. Yüce Peygamber’in kendisi de danışma ile iş yapmak gereğini söylemiştir ve kendisi bizzat öyle yapmıştır. Bundan başka (“ve şâvirhüm fi’l emri” / Âl-i İmrân/159) diye Allah’ın da peygambere hitabı vardır. Peygamberin şahsına verilen bu emrin, ondan sonra gelenler için de geçerli olacağından kuşku yoktur. Danışmasız hükümet meşru değildir(bkz. Âl-i İmrân/159; Şûrâ/38).”

“(2) Adaletin gereğinde birleşmek doğaldır(bkz. Nahl/90). Yasalara uymak ise toplumsaldır.

“(3) Devlet Başkanına itaat ise, toplumla ilgilidir. Tek bir ferde itaat etmek değildir. Her hangi bir işte, o işin ehil kişilerce çözüme bağlanması için seçkin ve üstün nitelikte insanlar gerekir. Bu nedenle milletin seçtiği ve güvenilir temsilcilerinden, vekillerinden oluşan manevi şahsiyet en büyük makamdır. Büyük kudret onda vücut bulur. Ona ve onun işleri yürütürken görevlendireceği ve vekil tayin edeceği kişilere itaat etmek lazımdır. İşte bu şura, (milletin işleri idarede görevlendirdiği meclis) adalet üzerine hareket ederse, işte Kur’an’ın ve Allah’ın istediği hükümet olur(bkz. Nisâ/59).”[8]

 

Evet, dini Atatürk gibi anlamak demek, Kur’an’ın özünü kavramak demektir. Zira Kur’an’ın insan yaşamında yaptığı en büyük devrimlerden biri, üstünlük ve otoriteyi kişilerden alıp bilgiye vermesidir. Kur’an’ın özünü çok iyi kavrayan Atatürk, dini, aklın ve bilimin rehberliğinde toplum yararına yorumlayıp uygulamıştır.

Araplar İslâm dinini Araplaştırmada bir araç olarak kullandılar. Kur’an’ı Arapça’yla, Arap gelenekleriyle özleştirdiler ve dine yeni bir şekil verdiler. Halifeliği dini bir inanış haline getirerek, siyasal bir araç olarak kullandılar.

Yöneten ve yönetilenlerin sorunlar içinde boğulmaması için tarihten örnek alınacak doğru örnekler vardır. Özellikle yönetimde sorun yaşamamak için İblis egemen kişiler değil; “bağımsızlık ve özgürlük  karakteri” olan, “hayatta en hakiki yol gösterici olarak bilimi” ve “çağdaş olmayı” seçen aklıselim egemen Mustafa Kemal Atatürk gibi dünya liderliği tartışılmaz müstesna kişi ve O’nun kurduğu Cumhuriyet, kurucu değerleriyle örnek alınmalıdır.

 

Kaynakça

[1] Prof.Dr. Bayraktar BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, İstanbul, 2008, 2.Basım, Cilt: 12, s.308.

[2] Prof. BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c. 12, s.310.

[3] R. İhsan ELİAÇIK, Yaşayan Kur’an, İstanbul, 2008, İnşa Yayını, s.363.

[4] Prof.Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK, Saltanat Dinciliğinin Öncüsü FİRAVUN, İstanbul, 2015, 2.Baskı, Yeni Boyut Yayınları, s.54-55.

[5] Prof. BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c. 12, s.311.

[6], [7] Prof.Dr. Yaşar N. ÖZTÜRK, Saltanat Dinciliğinin Öncüsü FİRAVUN, s.215-216; s.217; s.218.

[8] Mustafa Kemal (ATATÜRK), Eskişehir- İzmit Konuşmaları (1923), (İlk Kez Sansürsüz Tam Metin), İstanbul, 1999, 3.Basım, Kaynak Yayınları, s.66/67.

[9] Sedat ŞENERMEN, Gazi Mustafa Kemal’in İslam/Kur’an Kültürü, İstanbul, 2013, Togan Yayınları, s.35.

Arkadaşlarınızla paylaşın

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu
error: Uyarı: Korumalı içerik !!

Reklam Engelleyici Algılandı

Sitemizden en iyi şekilde yararlanmak için lütfen reklam engelleyicinizi kapatınız.