SEDAT ŞENERMEN

MUSTAFA KEMAL’İN 19 MAYIS 1919’DA SAMSUN’A ÇIKIŞININ ANLAMI VE ÖNEMİ / Sedat Şenermen

 

Ben milletin vicdanında ve geleceğinde hissettiğim büyük gelişme kabiliyetini, bir milli sır gibi vicdanımda taşıyarak, yavaş yavaş bütün bir topluma uygulatmak zorunda idim.[1] Mustafa Kemal

 

  1. Türk’ün Vicdanındaki Milli Sır, Emperyalizme Karşı Çıkmaktır ve Bu, Hem Rahmani’dir Hem Kur’ani’dir

 

Allah’ın sözü olan Kur’an, emperyalizmiküresel şer ve şeytanlık, düşmanlık” anlamında tâğût olarak tanımlamaktadır. Kur’an, düşmanı şeytan olarak niteliyor. Bireysel ve küresel düşmanlık kadın-erkek her kişinin şirkten, şerden, şeytanlıktan kurtulması, uzaklaşması için reddedilmesi, karşı çıkılması dinin ilk buyruğu olarak birçok ayette vurgulanmaktadır (Örneğin, bkz. Yâ-Sîn/60-62). Sıratı müstakim üzere olmak isteyen için, doğru yolu “şeytana, şeytanlığa karşı çıkmak, ona boyun eğmemek” olarak belirleyen Kur’an, Allah’a imanın önündeki en büyük engel ve mutlaka aşılması farz ibadetin aklı selimleştirerek yapılması gereken ilkesi, aynı zamanda da İslam’a girişin kelimeyi şehadet şartı olarak açıklamaktadır. Bunu yapamayanlara ise şu soru sorulmaktadır:

Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” (Yâ-Sîn/62)

Nutuk’ta milletin vicdanında ve geleceğinde hissettiği büyük gelişme kabiliyetini “milli sır” olarak belirleyen Atatürk, onun “milli egemenliğe dayanan kayıtsız şartsız bağımsız bir Türk devleti kurabilmek” olduğunu da şöyle ifade etmiştir:

Efendiler bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da milli hâkimiyete dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak!

İşte, daha İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamasına başladığımız karar, bu karar olmuştur.”[2]

Bu kararın dayandığı en güçlü muhakeme ve mantığı da Atatürk açıklamaktadır:

Temel ilke, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ilke, ancak tam istiklâle sahip olmakla gerçekleştirilebilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun,  istiklâlden yoksun bir milleti, medeni insanlık dünyası karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık görülemez.

Yabancı bir devletin koruyup kollayıcılığını kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu, güçsüzlük ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten de bu seviyesizliğe düşmemiş olanların, isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.

Hâlbuki, Türk’ün haysiyeti, gururu ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yol olsun daha iyidir!…

O halde ya istiklâl ya ölüm!

İşte gerçek kurtuluş isteyenlerin parolası bu olacaktır.[3]

 

  1. Hürriyet ve İstiklâl Savaşı’nı Gerçekleştirmek ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni Kurmak İçin Mustafa Kemal’in Samsun’a Çıkması Gerekiyordu

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihindeki önemli olaylardan biri Atatürk’ün Samsun’a ayak basışıdır. Türk Milleti Birinci Dünya Savaşı sonrasında kötüleşen koşullar içinde kurtuluş çareleri ararken büyük bir lider Mustafa Kemal ortaya çıktı ve Samsun’a ayak basarakKurtuluşyolunu açtı. Dolayısıyla Mustafa Kemal’in 16-19 Mayıs 1919 İstanbul’dan başlayan yolculuğu bir kurtuluş dönemini simgeler. Samsun’a ayak basışının taşıdığı önem, Atatürk’ün Büyük Nutku’nu 19 Mayıs 1919 Samsun’a çıkışı ile başlatmasından anlaşılmaktadır ki şimdi bu yolculuğu kısaca anlatmaya çalışalım.

Samsun işgal kuvvetleri için önemli noktalardan biriydi. Stratejik bakımdan büyük öneme sahipti ve Karadeniz’den Orta Anadolu’ya açılan en rahat ve güvenilir bir kapıydı. İngilizler 9 Mart 1919 tarihinde Samsun’a askerî birlik çıkarmışlardı. Buna tepki olarak Türk Makinalı Tüfek birliğinden Hamdi adındaki bir teğmenin askerlerini alarak dağa çıkması[4] dikkatleri bu bölgeye çekti ve İngiliz Yüksek Komiserliği’nin de Türk halkının silâhlandığı konusundaki şikâyetleri üzerine bu bölgeye güvenilir bir kumandanın olağanüstü yetkilerle gönderilmesine karar verildi. Bu kumandan Mustafa Kemal idi ve O, uzun zamandan beri ülkenin içinde bulunduğu bu umutsuz duruma üzülüyor ve birşeyler yapmak için Anadolu’ya geçmek istiyordu. Bu O’nun için bulunmaz fırsattır. İstanbul-Samsun yolculuğu öncesinde Mustafa Kemal ile Padişah Vahdettin arasında geçen konuşmayı Atatürk şöyle anlatır:[5]

Paşa, Paşa!… Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin! Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir (bu bir tarih kitabıdır)! Bunları unutun, dedi, asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden daha önemli olabilir…Paşa, Paşa…Devleti kurtarabilirsin!…”

Bu sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle içtenlikle mi konuşuyor?… O Vahdettin ki… bütün yaptıklarından pişman mı olmuştur? Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat, böyle bir yorum ile başka konulara girişmeyi ürkütücü saydım, kendine karşılık verdim:

Kişiliğe güveninize ve bana bunca yüz verişinize teşekkür ederim… Elimden gelen hizmeti esirgemeyeceğime lütfen güveniniz…”

Mustafa Kemal bu konuşmada plânlarının sezilmiş olabileceği duygusuna kapılmıştı ama, O’nu bekleyen ve O’na güvenen bir “Türk Milleti” vardı.[6]

 

  1. Mustafa Kemal Atatürk Anadolu’ya Çıkış Hazırlıklarını Anlatıyor

 

Padişah Vahdettin kabinelerinde Mustafa Kemal için iki zıt görüş vardı:

[Biri beni, lehlerinde kazanmağa çalışanlar,

Diğeri hiçbir suretle itimat edilmemek lâzım olduğunu iddia edenler!

Aylarca münaka­şalardan sonra hangi fikir hak kazanmış, bilir misiniz: Mustafa Kemal’e emniyet edilemez.

Mustafa Kemal İstanbul’da birtakım olumsuz telkinler, belki hazırlıklar yapıyor. Bu adamı İstanbul’dan uzaklaştırmak lâzımdır. Mustafa Kemal’i Anadolu dağlarına atmalı ve orada çürütmeli! Nihayet bu karar üzerinde mutabık kalmışlar. Bunu işiten yakın arkadaşlarım beni tebrik ettiler.] [Beni İstanbul’dan çıkarmakla ağır bir yükten kurtulacaklarını zan­nedenler, makul bir neden aramakla meşgul idiler. Nihayet bu sebep, işgal kuvvetleri zabitlerinin raporları ile dolu bir dosya halinde ellerine geldi.] [Bir gün Harbiye Nazırı rahmetli Şakir Paşa beni makamına davet etti. Bürosunun karşısına oturdum. Bir tek kelime söylemeksizin bana dosyayı uzattı:

“— Bunu okur musunuz?” dedi.

Dosyayı baştan sona kadar gözden geçirdim. Özeti şu idi: “Samsun ve havalisinde birçok Rum köyleri Türkler tarafından her gün tecavüze uğramaktadır. Osman­Hükümeti bu vahşi tecavüzlerin önüne geçememektedir. Bu havalinin emniyet ve huzurunu sağlamak insaniyet namına borcumuzdur.”

Raporlar İstanbul Hükümetine verilirken bir de protesto ilave edilmişti: “Bu tecavüzleri menetmek lâzımdır. Eğer siz âciz iseniz, görevi biz üs­tümüze alacağız!”

Dosyayı okuduktan sonra Harbiye Nazırının yüzüne baktım:

“— Emriniz Paşam”, dedim.

“— Bu böyle midir, zannedersiniz?”

“— Zannetmiyorum, fakat bir şeyler olmak ihtimali vardır.”

Bunun üze­rine asıl konuya geçti:

“— İşte, dedi, böyle midir, değil midir, önce bu­nu ortaya çıkarmak için oralara bir kişinin gidip incelemelerde bulunması lâzımdır. Ben Sadrazam Paşa ile (Damat Ferit Paşa) görüştüm. Sizi uygun gördük. Oraya gidesiniz ve meselenin mahiyetini anlayasınız.”

“— Memnuniyetle giderim. Ancak ben oraya Türkler Rumlara zulmedi­yor mu, etmiyor mu, yalnız bunu anlamak için mi gideceğim, memuriye­tim bu mu olmak lâzımdır?”

“— Evet, dedi, konuştuğumuz budur!”

“— Pekâlâ, yalnız müsaade buyurursanız, memuriyetime bir şekil ver­mek lâzım! Sizi üzmiyeyim, arzu ederseniz Erkânıharbiye Reisinizle gö­rüşerek bunu tespit edelim!”

“— Hay hay!” dedi.] [Nazırlık makamından çıkarak, Erkânıharbiye-i Umumiye Reisi Fevzi Paşa’yı aradım. Yerinde yoktu. Yirmi gündenberi hasta olduğu için gelmemekte olduğunu söylediler. Merak ettim. Acaba yeni bir rahatsızlı­ğı mı vardı? Çok sonra anladığıma göre mesele şu idi: Suriye Fatihi General Allenbi İstanbul’a geleceği zaman, Harbiye Nazırı, Fevzi Paşa’yı çağırmış ve karşılamağa gitmesini istemiş. Fevzi Paşa: “— Ben bunu yapamam!” demiş. Yapmak lâzımdır!” cevabını alınca da: “— Has­tayım, evime gidiyorum!” demiş; o gündenberi de çıkmamış.] [Dairede İkinci Reis Diyarbekirli Kâzım Paşa ile karşılaştım. Ken­disine Nazır Paşa’nın bana verdiği görevden söz ettim:

“— Biginiz var mı?”

“— Hayır!” dedi.

“— İşte ben sana haber veriyorum!” dedikten sonra,

“— Kapıları kapattırır mısın?” dedim.

Kâzım Paşa gülerek yüzüme baktı: “— Ne oluyoruz?”

Kâzım Paşa ile açık konuşarak bütün düşündüklerimi anlattım:

“— Her ne sebep ve amaçla, beni İstanbul’dan uzaklaştırmak için bir vesile aramışlar ve bu görevi bulmuşlar. Hemen kabul ettim. Ben zaten bu veya şu şekilde Anadolu’ya geçmek fırsatı arıyordum. Madem ki onlar önerdiler, fırsattan mümkün olduğu kadar yararlanmalıyız!”

Kâzım Paşa: “Nasıl?” dedi. Cevabımı beklemeksizin ekledi:

“— Ha… zaten Ordu Müfettişlikleri konusu var. Sen o taraflara Ordu Müfettişi unvanı ile gidebilirsin!”

“— Unvanın önemi yok, dedim, yalnız şimdi Harbiye Nazırı ile konuş, benden ne istiyorlar, tespit et, üst tarafını kendimiz yaparız.”] [Kâzım Paşa Harbiye Nazırını gördü, kendi­sinden aldığı direktif şu idi:

* Maksat Samsun havalisinde Rumlara tecavüz eden Türkleri tedibetmek,

* Sonra Anadolu’da birtakım millî teşekküller beliriyormuş, onları da ortadan kaldırmak!

Mustafa Kemal’i bunun için yolluyoruz. Kendisine Sadrazam Paşa ile beraber bir salâhiyetname vereceğiz!”

[Kâzım Paşa bürosuna dönerek bana bunları açıkladı:

“— Çok güzel”, dedim ve kapıların iyice kapalı olup olmadığına baktım:

“— Yalnızız!” dedi.

“— Onlar ne istiyorlarsa azamisini ekleyerek bir talimatname kaleme alınız, yalnız bir iki noktayı ben not ettireyim!”

“— Peki!” dedi.

Benim önem verdiğim, yetki konusu idi. Müm­kün olduğu kadar Anadolu’nun her tarafına emirler verebilmeli idim. İstediğim bir madde, Samsun’dan başlıyarak bütün doğu illerinde bu­lunan kuvvetlerin kumandanı olmaklığım ve bu kuvvetlerin bulunduğu illerin valilerine doğrudan doğruya emir verebilmekliğimdi. Bir baş­ka madde, bu mıntaka ile herhangi bir temasta bulunan askerî ve idarî makamlara işarlarda bulunabilmekliğimdi. Kâzım Paşa’ya dedim ki:

“— Onların arzularını bir araya topla, fakat sonuna bu iki maddeyi ilâve et!” Kâzım Paşa yüzüme baktı:

“— Bir şey mi yapacaksın?”

“— Kulağı­nı bana doğru uzat, dedim… Evet. Bir şey yapacağım. Bu maddeler olsa da olmasa da yapacağım?”

Kâzım Paşa güldü: “— Vazifemizdir, çalışa­cağız!”] [Dediğim gibi yazdığı talimatnameyi okudu. Sonra beni bırakarak, müsveddeyi Harbiye Nazırına göstermek üzere odadan çıktı. Bilmem ne geçti, bu kadar az zamanda ne geçebilir, fakat Kâzım Paşa’nın söylediği­ne göre Sadrazam Paşa talimatnameyi imzalamıyacakmış. Şakir Paşa da imza koymaktan çekinmiş, ancak, bu rahmetlide vicdanî bir seziş olmak lâzımdı, ki kaydını da ilâve edelim.”

“— İmza edemem!” sözünden sonra:

“— Mühürümü basarım!” demiş.

“— Mührünü basıyor mu?” dedim.

“— Evet, hattâ bana mührünü verdi ve bas dedi!”

“— O halde talimatnameye Mustafa Kemal Pa­şa lüzum gördükçe doğrudan doğruya Sadrazam Paşa ile haberleşebilir, kaydını ekleyelim.

“— Çok iyi ama, Şakir Paşa’ya okuduğum müs­veddede bu kayıt yoktu.” Bununla beraber Kâzım Paşa böyle bir madde de ekleyerek talimatname[7] beyaza çekildi, Şakir Paşa’nın makam mührü basıldı, iki nüsha idi, birini cebime koydum. Ötekini de Kâzım Pa­şa’ya vererek:

“— Sen de bunu dosyanda saklarsın!” dedim.

Lâtifeli bir gülüşle:

“— Paşam, beni torbaya mı sokuyorsun?” dedi.

“— Hayır, ha­yır, sana şimdi yalnız teşekkür ediyorum. Bir gün bunu hatırlarız!”][8]

Anadolu’ya çıkış için gerekli hazırlıkları tamamlayan ve Başbakanlık’tan yetki belgesini de alan Mustafa Kemal, İstanbul’daki zorlu geçen bu 6 aylık yaşamında bir “siyaset ustası” olduğunu gösterdi. İstanbul’daki 6 aylık dönem, Mustafa Kemal’in liderliğini, askeri planlama dehâsını, öngörüsünü, arkadaşları arasındaki önderliğini bir kez daha kanıtlamıştır.

Salimen Samsun’a çıkan Mustafa Kemal şu durum değerlendirmesini yapıyor:

Milli vicdanın yüksek iradesine bağlı olarak, milletimizi bağımsız, vatanımızı dokunulmaz görünceye kadar çalışmak andıyla İstanbul’dan 16 Mayıs 1919 günü ayrıldım. Samsun’da görevime 19 Mayıs’ta başladım. Yayınladığım bir genelge ile millete kesin sözümü verdim. Genelgenin son cümleleri şöyle idi:

Yaşadığımız şu ölüm kalım günlerinde bütün milletçe her taraftaki emeller ve gösterilerle elde edilmeye azmedilen milli bağımsızlığımız uğrunda, bütün varlığımla çalıştığıma inanmanızı isterim.’ Ve şunu ekledim:

Bu kutsal emel uğrunda milletle beraber sonuna kadar çalışacağıma mukaddesatım üzerine söz veririm.

Vatanı kurtarmaya dayanan kararımı, askerlikten istifa ettikten sonra da milletin sinesinde bir millet bireyi olarak takip etmek, benim için yüce bir görev ve en kesin bir emel oldu.[9]

İstanbul’dan ayrılmadan önce Sadrazam’la yapılan görüşmeden Cevat Paşa ile çıktıktan sonra “Vatanı kurtarmaya dayanan kararını, uygulamak üzere Anadolu’ya, Samsun’a doğru yola çıkarken Mustafa Kemal’i kendisinden dinleyelim:

Sadrazamın konağından çıktıktan sonra, Cevat Paşa ile kolkola, karanlıkta, Nişantaşı caddesinden Teşvikiye’ye doğru sık adımlarla ilerliyorduk. Cevat Paşa samimi bir dille bana sordu:

– ‘Bir şey mi yapacaksın Kemal?

* ‘Evet Paşam, bir şey yapacağım!’

– ‘Allah muvaffak etsin!

* ‘MUTLAKA BAŞARACAĞIZ!’

Birbirimizden ayrıldık.”[10]

Şerri, şeytanlığı yüceltmek isteyenlere karşı, yani mazlum milletin “Haklarını savunmak /Müdafaayı Hukuk” yolunda olanlara Allah’ın söylemi var:

Şeytan, onları istilâ etmişti de onlara Allah’ı anmayı terk ettirmişti. Onlar, şeytanın grubudur. Gözünüzü açın! Şeytanın grubu kesinlikle kaybedenlerin ta kendisidir.

Allah’a ve Elçisi’ne sınırı aşmaya uğraşanlar; onlar, en aşağılık kişiler arasındadırlar.”

Allah: Elbette, Ben ve elçilerim galip geleceğiz diye yazmıştır. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan /mutlak galip olandır.” (Mücadele/ 19-21)

Bir milletin gençleri, o milletin cevheridir.

TÜRK GENÇLİĞİ, bu vatanın temelidir, taşıdır, harcıdır, her şeyidir. Bu vatanın tek ve gerçek sahibi Türk Gençliğidir.[11]

Atatürk’ün, Cumhuriyeti emanet ettiği tüm Türk Gençleri’nin ve kendini genç hisseden kadın erkek her Türk’ün 19 Mayıs’ı Gençlik ve Spor Bayramı kutlu olsun.

 

Kaynakça

[1] Kemal ATATÜRK, NUTUK, (Hazırlayan: Zeynep KORKMAZ), Ankara, 2007, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, s.11.

[2], [3] Kemal ATATÜRK, NUTUK, s.9, 10.

[4] Sabahattin SELEK, Anadolu İhtilâli, İstanbul, 1981, s.206.

[5] Falih Rıfkı ATAY ve Mahmut SOYDAN, Atatürk’ün Anıları, İstanbul, 1982, s.153.

[6]https://dhgm.meb.gov.tr/yayimlar/dergiler/milli_egitim_dergisi/medergi/11.htm#:~:text=T%C3%BCrkMilleti%20Birinci%20D%C3%BCnya%20Sava%C5%9F%C4%B1%20sonras%C4%B1nda,yolculugu

[7] Bu talimatın, “Tarih Vesikaları” Dergisinde çıkan sureti şudur: “Dokuzuncu Ordu Kıt’aları Müfettişliğine ait görevler yalnız askerî olmayıp, müfettişliğin içer­diği mıntaka dâhilinde aynı zamanda da mülkîdir (idaridir).

Bu Talimatname’nin tam metni için bkz. F.R. ATAY, 19 Mayıs, s.21/dipnot:1; Alev COŞKUN, Samsundan Önce Bilinmeyen 6 AY, s.359.

[8] Falih Rıfkı ATAY, 19 Mayıs, s.18-21.

[9] Cihan DURA, Ataname, s.721.

[10] Falih Rıfkı ATAY, 19 Mayıs, s.25.

[11] Ali KAYA, Siyasi ve Ekonomik Teslimiyetten Türkiye Nasıl Kurtulur? Kalpaklı Mucize, Ankara, 2008, Işık Eğitim Kültür Yayını, s.11.

 

Arkadaşlarınızla paylaşın

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu
error: Uyarı: Korumalı içerik !!

Reklam Engelleyici Algılandı

Sitemizden en iyi şekilde yararlanmak için lütfen reklam engelleyicinizi kapatınız.