KÜLTÜR SANAT

Demet Duyuler ile Sanat Söyleşileri’nin konuğu Heykeltraş Dr. Mustafa Duyuler

Sevgili okur, Demet Duyuler ile Sanat Söyleşileri köşemizin konuğu Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi  Öğretim Üyesi Dr. Mustafa Duyuler

 

 

“Heykeltıraş kültür adamıdır. Sadece yontu yapan değildir. Dolayısıyla da kültürlü olması gerekir. Yani yaşadığı kentin kent kimliğini oluşturan, tarihine, mitologyasına, mimarisine, bütün yaşayış geleneklerine hâkim olması gerekir.” Mustafa DUYULER

 

Demet Duyuler: Kendi geçmişinizdeki bugünü belirleyen önemsediğiniz şeyler nelerdir, bu anlamda kendi geçmiş öykünüzden söz edebilir misiniz?

Mustafa Duyuler: Tam da Yaşar Kemal’in İnce Memed romanına “Toros dağlarının etekleri ta Akdeniz’den başlar” diyerek muhteşem bir Çukurova betimlemesi yaptığı yerlerde doğmuşum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım bu olağanüstü coğrafyada geçti. Kozan, Kadirli ve Ceyhan üçgenindeki düzlükte.  Çukurova’nın düzünde düş kuran romantik bir çocuktum.  Doğayla kurduğum bu yalın ilişkinin ruhumda derin etkiler bıraktığını sonradan fark ettim.  İnsanın kendini bulmasında doğayla kurduğu bu yalın ilişkinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Büyük ressam Delacroix’in “Biz romantik olduktan sonra dağlar güzelleşti” sözü sanki her şeyi açıklıyor gibi… Öte yandan Modern yontunun öncülerinden Brancusi “Çocuk olmaktan çıktığımız zaman, ölmüş sayılırız”  derken oyun oynayan ve düş kuran bir çocuğun dünya algısına işaret eder. Ben de köydeki evin bahçesinde mandalina ağacının altında çamurla oynayan bir çocuktum. Çamurdan adam, çamurdan traktör, çamurdan biçerdöver, en çokta çamurdan uçak yapmasını seviyordum. Bütün oyuncaklarımı kendim yapardım. Yaşadığım bu yerler ta çocukluk yıllarımdan beri beni olağanüstü etkilemiştir. Kozanlı ağabeyim değerli büyüğüm Çetin Yiğenoğlu’nun “Yüreğimin Kuytusundaki Cennet-Cehennem Kozan” kitabında anlattıkları gibidir yaşadıklarım. Kitapta adeta kendimi buldum. Toroslar üzerindeki salkım salkım bulutlar, yemyeşil pamuk tarlaları bana bir başka heyecan verir, halen de öyledir. Çocukluğum pamuk tarlalarında geçti. Beş ay süren pamuğun yetişmesi ne büyük çiledir… Tarlalarda çalıştım. Yaz sıcağında yandım. Sumbas’ta yüzdüm. Pamuk topladım, ırgatlık yaptım. Neyin ne olduğunu anlamaya başlamam ise resim öğretmeni olan Ağabeyim Gürsel Duyuler’in köydeki evde oluşturduğu entelektüel ortam sayesinde başladı. Gürsel bir Köy Enstitüsü Okulunun devamı olan Haruniye Düziçi Öğretmen Okulunda okumuştu.  Gürsel o zamanlar Ankara’da Gazi Üniversitesi Resim-iş Öğretmenliğinde öğrenciydi. Bu benim için bir tür aydınlanma idi. Çok değerli büyüğümüz Tufan Duyul dan bahsetmez isem her şey eksik kalır. O adeta ayaklı kütüphane idi. Edebiyat, sanat, felsefe, siyaset v.b. konularda sabahlara kadar sohbet ederlerdi. Bundan başka Adana Erkek Lisesinde okurken Hacı Ömer Sabancı İl Halk Kütüphanesinin bana katkıları azımsanmayacak türdendir. Sanat dünyasına buradan girdim. İlk gençlik yıllarımda bütün büyük sanatçılarla ya da sanat akımlarıyla tanışmam bu kütüphane sayesinde bu dönemde olmuştur.

Üniversiteye Adana’da Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim iş Öğretmenliği Bölümünde 1986 yılında başladım.1980 Darbesinin baskıcı ortamını üniversitede belirgin bir şekilde hissediyorduk. Heykelle burada tanıştım. Heykeli çok sevdim ve ben heykel yapmalıyım dedim. Ana dal seçiminde tercihimi heykel olarak yaptım. Hocalarımız çok gençti. Modelaj ve Figür eğitimini Suat Karaaslan hocadan aldım.  Merhum Mustafa Okan hocanın öğrencisi olmak ve onun dostluğunu kazandığım için kendimi şanslı hissediyorum. Ayrıca o zamanlar dört sene boyunca devam eden seçmeli dersler alınırdı. Kendimi şanslı hissettiğim konulardan biri de Yalçın Yüreğir hocadan almış olduğum “Müzik Edebiyatı” dersidir. Bunun benim için önemi çok büyüktür.  Bu ders sayesinde iyi bir Klasik Batı Müziği dinleyicisi oldum. Aynı zamanda Yalçın hocanın dostluğunu kazandım. Yalçın hoca beni bir müzik dostu olan Dr. Süha Demirtaş’la tanıştırdı. Süha Bey’in dostluğunu kazanmakta benim için çok önemlidir. Vaktiyle Süha Beye bir Beethoven büstü yapıp hediye ettim. O büstün şimdiki konservatuvarda olması gerekir. Çünkü Süha Bey’in bütün plaklarını ve heykellerini Konservatuvara bağışladığını biliyorum.  Bu arada Yalçın Yüreğir hocamın da 2022’de ölümünden sonra büstünü yaptım. Büstü Yalçın hocanın kızı Zeynep hanıma verdim. Sevdiğimiz insanların portrelerini, büstlerini çalışmak o zamanlar neredeyse hiç vazgeçmediğimiz bir alışkanlıktı. Çok sayıda büst yaptım. 1990 da mezun oldum. Gaziantep Oğuzeli Yatılı Bölge Okulunda üç yıl öğretmenlik yaptım. 1994’te Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim Öğretmenliği Bölümünde Araştırma Görevlisi olarak çalışmaya başladım. Sanat Eğitiminde Türkiye’deki en önemli bilim insanlarından biri olan Olcay Kırışoğlu’nun asistanı oldum. O adeta güneş gibiydi. Hepimizi aydınlatıyordu. Hem öğrenme hem de öğretme süreci akademik bir çerçeve kazandı. 20. yüzyılı, Modernizmi ve günümüz sanatını anlamak çağdaş olana ulaşmada çok önemliydi. Deneysel sayabileceğim birçok çalışmalar yaptım. Yüksek Lisans tez konum “Heykelde dramatik imgelerin figürde yansıması” idi. Bu konuyla ilgili 1996 da Antakya Parkında ilk kişisel sergimi açtım. Daha çok figüratif çalışmalardan oluşuydu ve malzeme olarak metal ağırlıklı çalıştım. 2000 yılına kadar yüksek Lisansımı ve askerliğimi yaptım. 2000 yılında Hacettepe Üniversitesine Sanatta Yeterlik için gittim. Orada Remzi Savaş hocayla tanışmamın büyük bir şans olduğunu düşünüyorum. Çalışmaların çağdaş ve özgün olanını tespit etmede onun gibisi yoktur. Kendisi çok bilge bir sanatçıdır. Ayrıca Türk Sanatının önemli mihenk taşı olan her konudaki yorum zenginliği ile hepimizi aydınlatan Zafer Gençaydın’ı tanımanın ve ondan ders almanın bir ayrıcalık olduğunu düşünüyorum. Sanatta Yeterlik araştırmalarında goğanın bir gereç olarak nasıl kullanıldığına baktım. Doğanın kendisinin heykel olabilmesi romantik bir düşünce idi. Land Art (Arazi Sanatı) ilgi alanım oldu. Bu romantik bir düşünce idi, çünkü: arazi üzerinde yapmış olduğumuz müdahaleler ne kalıcı idi ne de onları sunmanın imkânı vardı.  Nitekim arazi üzerinde yapmış olduğum “Çukurova düşleri” nin hepsi yok oldu. Sadece fotoğraf olarak kaldı. Dvd lere kayıtlı olanların önemli bir kısmı da depremde enkaz altında kaldı. Sanatta kalıcılığın sadece malzeme olarak değil, yaşadığımız kültüre işlemesi açısından ne kadar önemli olduğunu anladım.

D.D: Antakya Samandağ da yapmış olduğunuz Hızır-Musa Karşılaşması Anıt çalışmanız nasıl bir deneyimdi?

M.D: Burada yaşadığımız coğrafya üzerindeki söylenceler, mitologyalar çalışmamda konu oldu. Aslında Samandağ Belediyesinden mimar arkadaşların böyle bir çalışma talebiyle bana gelmelerinden çok önceleri bunun düşünü kurdum. Deniz dalgalarından çıkan soyutlaşmış iki ruhani figürün karşı karşıya gelmesini konu ediyordu. Söylencelere göre Hızır olağanüstü ölümsüz bir figürdür. Nereden gelip nereye gittiği belli olmayan değişik insan kılığına girerek zaman zaman aramızda dolaşan,  zor durumda olanlara yardım eden olağanüstü bir varlık. Yine söylencelere göre Musa kendinden daha bilge olan Hızır’la buluşmak için yıllarca dolaşır. Buluştukları yer Akarsuyun (Asi) ve denizin (Akdeniz) birleştiği yerdedir. Burası şimdiki Samandağ-Deniz’de Hz. Hızır Türbesinin bulunduğu yerdir. Bu söylence birçok metaforik anlamı içerir. Hızır-Musa karşılaşması adeta bir öğrenciyle hocasının anlamlı karşılaşması gibidir. Heykel yaklaşık 4 metre boyunda idi. 2016 da yapıldı. Geometrik-soyut elemanların ritmik birlikteliğine dayalı bir kompozisyondan oluşuyordu. Türbenin hemen yanında etrafında oturma sıraları bulunan yuvarlak bir alana yerleştirildi. Halkın tepkisi de olumsuz değildi. Daha çok anlamaya çalışıyorlardı. Ama heykelin sonu trajik oldu. Çünkü heykelin içinde bulunan çelik, tuzlu deniz suyunun nemine dayanamadı. Yaklaşık 6 yıl sonra heykelin yarısı yıkıldı. Diğer yarısı da 6 Şubat Depreminde yıkıldı ve heykel tamamen yok oldu. Konu dinsel bir mitologyaya ait olsa da kimse bunu yadırgamadı. Aydınlanmanın ve hoşgörünün genel yaşam biçimine dönüştüğü özel bir coğrafya üzerinde yaşadığımı anladım. Özellikle Samandağ halkı birçok yanıyla ilericidir.

“Karşılaşma” 2016 Samandağ Hz. Hızır Meydanı Antakya HATAY

 

D.D:  Sizce evrensel hizada duran bir Türk Heykelinden söz edebilir miyiz?

M.D: İşin gerçeği  biraz geri kaldığımızı düşünüyorum. Bildiğimiz gibi Orta Asya Türklerindeki heykel geleğeni saymaz isek heykel yok gibi bir şey… Türklerin İslamiyet’i kabul etmesiyle heykel put gibi görülmüş ve günah sayıldığı için yasaklanmıştır. Buna rağmen Selçuklu Mezar Taşlarındaki anıtsal heykelsel plastik unsurları yok sayamayız. Türklerde Yontu alandaki enerjinin başka bir tarafa evrildiğini de söyleyebiliriz. 1882 Sanâyi-i Nefîse Mektebinden beridir bildiğimiz anlamda heykel yapılıyor. Akademi de yetişmiş çok değerli Sanatçı-Hocalarımız var. Zühtü Müridoğlu, Ali Hadi Bara, Şadi Çalık gibi. Çağdaş yaratılarıyla etkili olmuş Kuzgun Acar’ı, yaşayan Mehmet Aksoy’u da anmak gerekir. Ama Herbert Read’in “A Concise History Modern Sculpture” kitabına aldığı tek Türk heykel sanatçısı İlhan Koman’dır.  En azından 1970’lere kadar böyledir. Evrensel hizada duran bir Türk Edebiyatından ya da Türk Şiirinden söz edilebiliriz. Bunun sebebi sadece bin yıllık şiir geleğene sahip olmamız değildir. Aragon, Breton gibi şairlerin yanında Nazım rahatlıkla durur. Ya da Yaşar Kemal gibi bir dev romancımız vardır. Burada dikkat çeken şey Türk şairlerinin ya da edebiyatçılarının kendi kültürel kaynaklarına yabancı olmayıp daha özgün yapıtlar vermeleridir. Sanatta özgünlük işin olmazsa olmazıdır. Orhan Veli Kanık İstanbul’da yaşar ve “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı” der. Ben Türkiye de yaşayıpta New York’ta yaşıyormuş gibi heykel yapan birçok deneysel işler üreten gençler tanıyorum. Olayın başkalarına kendimizi kabul ettirmek değil, “kendimiz olmak” sorunu olduğunu düşünüyorum.

 

 

“Bir gece düşü” Granit+ bazalt 2023

 

 

D.D:  Çağdaş Sanat hakkında neler söyleyeceksiniz?

M.D: Gombrich “Sanat diye bir şey yoktur aslında yalnızca sanatçılar vardır” derken sanatın yer ve zamana göre anlamının nasıl değiştiğine işaret eder. İçinde yaşadığımız 21.inci yüzyıl tabi ki Rönesanstan farklıdır. Sanatı da biraz farklı olacaktır.30 bin yıllık sanatın öyküsüne baktığımızda 19.yüzyıl sonu 20.yüzyıl başı olağanüstü değişimlerin yaşandığı bir dönemdir. Aslında bu zamana kadar gelenek ve yeniliğin hep birbirinin yerini aldığı görülür. Yani uzun bir süre gelenek halini almış biçimleme yöntemi yeni bir boyut kazanabilir. Böylece o getirilen yeniliğin kendisi de bir süre sonra geleneğe dönüşebilir. 20.yüzyıl değişik biçimleme yöntemlerinin sınandığı bir dönem olmuştur. Heykelde figüratif betimlemenin çok ötesine geçilmesiyle deneysel süreçler alabildiğine hız kazandı. Sanatın Öyküsü ’nün yazarı E.H. Gombrich 20. Yüzyılın tamamını “Deneysel Sanat” başlığı ile değerlendirir. Bir başka söyleşisinde ise yapılan işlerin birçoğunun “çöp” olduğunu söyler. Genel değerlendirmede şunu söyleyebiliriz; “Anlam” ve “estetik” sanatın iki vazgeçilmezi. Estetik bir kenara bırakılırsa orada sanattan değil başka şeylerden konuşuyoruz demektir.

D.D: Sanatçı ile sanatseverleri buluşturma noktasında önemli bir yeri olan, sergiler, fuarlar, müzayedeler, sanat galerileri, sanat organizasyonları ve müzeler hakkındaki görüşlerinizi eksileri ve artılarıyla değerlendirir misiniz?

M.D: Bienal veya trienal gibi büyük organizasyonların sanatın rotasını belirlediği kanaatinde değilim. Küratörlük de sorgulanması gereken bir yapı. Çünkü sanatının baş aktörü olan sanatçıyı geri plana itiyor. Fuarlara açılan sergilere hiçbir itirazım yok. Benim kaygım Türkiye’de Sanat Eleştirisinin eksikliği konusunda. Sanat eleştirisi yapılıp edilenlerin niteliklerinin sorgulandığı yazılı kültür haline gelmesini sağlayacak en önemli veridir. Bir sergi açıldığında o sergi hakkında “sergi haberi” dışında hiçbir şey yazılmıyorsa o serginin çok iyi bir sergi olsa da bir süre sonra unutulacağını düşünüyorum. En azından sergi kataloğunun olması gerekir. Bu olay batıda böyledir.  Yani çok bildiğimiz eserler hakkında en çok eleştiri, inceleme ya da makale yazılan eserlerdir. Bu yazılıp çizilenler sayesinde geleceğin tarihi belirlenmiş olur. Sanat Felsefesinin ya da Sanat Eleştirisinin önemi çok büyüktür. Büyük sponsorlar sayesinde kendini sunmada son derece başarılı olmanın göreceli bir yanı var. Çünkü kendi zamanında abartılan bir sanatçı gelecekte azımsanabiliyor. Ya da bunun tersi de olabiliyor. Kendi zamanında azımsanan bir sanatçı ya da çalışma gelecekte çok önemsenebiliyor.

 

D.D:  Sizce akademik eğitim bir sanatçının sanat hayatında ne derece önemlidir?

M.D: Akademiye sanatın bilimsel olarak araştırıldığı yer olarak bakmak gerekir. Sanatın doğrudan üretildiği yer olarak bakmamak gerekir. Spor akademilerini bitirenler sporcu olmadığı gibi, sanat akademilerini bitirenler sanatçı olmazlar. Öteden beri akademi-alaylı tartışması yapılır. Akademi bir yandan çok gerekli gibi görünürken öte yandan bir sanatçının önünde engel gibi de durabilir. Burada en çok beğendiğim örnek Fransız Heykel Sanatçısı Aristide Maillol’dur. Maillol 500 yıllık bir geleneği olan Paris Güzel Sanatlar Akademisine (Ecole des Beaux-Art) gider. Ama kendi sanatını belirlerken akademinin etkisinden uzaktır. Maillol 20.yüzyılın öncü sanatçıları arasındadır. Akademi bir anlamda geçmiş biçimleme yöntemlerinin öğrenildiği yerdir. Ünlü müzisyen Claude Debussy “ Kurallar sanat eserlerini yapmaz sanat eserleri kurallar yapar” derken sanat eseri biçimlemenin herhangi genelgeçer bir kuralının olmadığını aynı zamanda ona nasıl bakılması ya da okunması gerektiğinin ipuçlarını da sanat eserinin kendisi verir. Yani sanat eseri kendi kurallarını yapar.

D.D: Anıtlar ya da kamusal alan heykellerinin kent yaşamına kültürel katkı sağlamasında heykel sanatçısının ödevini ve sorumluluğunu nasıl görmek gerekir?

M.D: İngilizce Sculpture İspanyolcada Escultura Heykel demektir. Etimolojik kökenine baktığımızda culture yi yani kültürü görürüz. Heykel başka bir anlamda da kültür demektir. Buradan şunu söyleyebiliriz: Heykeltıraş kültür adamıdır. Sadece yontu yapan değildir. Dolayısıyla da kültürlü olması gerekir. Yani yaşadığı kentin kent kimliğini oluşturan, tarihine, mitologyasına, mimarisine, bütün yaşayış geleneklerine hâkim olması gerekir. Bu olmaz ise herkesin kendinden bir şey bulacağı bir imgeyi yakalaması pek mümkün değildir. Konu sadece açık alana yerleştirilecek olan heykelin hangi konuda olacağı ile sınırlı değildir. Form ve kompozisyon olarak “nasıl? ” olacağı en büyük problemdir. Sanatçının en büyük ödevi “çağdaş” ve “özgün” bir kompozisyon çıkarmasıdır. Anıtlar genel olarak bir şeyin anısını yaşatmak amacıyla yapılırken bir süre sonra anıtın kendisi kent belleği haline gelebilir. Dolayısıyla getirilen yeni estetik yaşantı o toplumu yükseltecektir. Natüralist bir anlayışla yapılıp da natüralist heykel gereklerini bile yerine getirmeyen heykeller (kanımca etrafta gördüklerimizin en yaygın olanları da bunlar) plastik değer yoksunu olanlar kent kültürüne olumlu bir katkı sunamazlar. Hatta bazılarının yokluğu varlığından daha iyi olacaktır.

 

D.D:  Heykel yaparken malzemeye nasıl yaklaşıyorsunuz?

M.D: Görünen her şeyin resim gibi algılanmasını anlatmak için ressam “doğaya fırçasının ucundan bakar” denir. Bir kemancı da doğaya kemanının f deliğinden bakar. Yani dinlediği kuş sesleri vs. kuş sesi değil kemancı  (besteci) için bir müzik eseridir. Bir heykel sanatçısı da doğayla benzer bir ilişki kurar: heykel sanatçısının gözünde gördüğü şeyler ya da gördüğü üzerinden düşündüğü şeyler artık heykele dönüşmüş olabilir. Ben de doğaya, deyimi yerindeyse murcumun ucundan bakarak düş kurmak istiyorum, Michelangelovari bir şekilde bazen fazlalıkları atmak istiyorum. Yaşanmışlığı ya da yaşamsallığı olan öyküler imbikten süzülürcesine imgeleşiyor. Yaratıcı süreçte form ve kompozisyon hesapları işin en çileli kısmı. Günlerce uğraştığım bir fikirden bir anda vazgeçebiliyorum. Estetik coşku Beni tetikleyen en önemli şeydir. Anlam ise sonra geliyor. Besteci Maurice Ravel bu konuda “First emotion second intellect” (ilkönce coşku -duygu sonra akıl) der. Benim için de bu böyledir. Beni coşku harekete geçirir.  Eğer yaratıcı sürecin içerisindeysem heykel saplantılı bir şekilde zihnimi işgal ediyor. Gece gündüz hep heykeli düşünüyorum. Eğer heykel imgeleşip soyutlaşmıyorsa bir türlü tamam diyemiyorum.  Özü ortaya koyan formları seviyorum.  Form eğer ki özü ortaya koyuyorsa soyut ya da figüratif olması çok önemli olmuyor. Walter Benjamin “Tarih geride imgeler bırakır” diyor. Benim için sanatçının geçmişi kendi tarihidir. Sanatçı da kendi tarihini yaparken kendi imgelerini bulması gerektiğini düşünüyorum.

D.D: Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Son olarak eklemek istediğiniz veya konuya dikkat çekmek istediğiniz bir şeyler var mı?

M.D. Akademilerde akademisyen kimliği ile duran akademisyen hoca sayısı oldukça fazla. Buna karşılık Akademilerde sanatçı-hoca kimliği ile duran hocaların sayısının çok azaldığını gözlemliyorum. Bunu sanat eğitimi açısından kaygı verici buluyorum. Bu gidişle Güzel Sanatlar Akademileri basit meslek okulu bile olamayacaklar. Ayrıca deneysel çağdaş sanat süreçlerinin sanat eğitimine etkisinin çok olumsuz olduğunu düşünüyorum. Bir diğer kaygı verici konu ise heykel piyasası açısından. Belki de dünya genelinde Neo klasik heykellerin ya da Neo Klasik anlayışın kitsh denilebilecek kopyalarının bir salgın gibi çoğalması. Belli bir estetiği olsa da  sanat olup olmadığını tartışmak niyetinde değilim. Çünkü zaten özgün ve çağdaş değiller. Konuyu sosyolojik açıdan ele almak gerektiğini düşünüyorum. En çok satılan heykellerin bu türden oluşundan olsa gerekir ki geçmiş yüzyılın ülküselleştirilen natüralist sanat anlayışı kopya ile olsa da hep karşımıza çıkıyor.

Teşekkür ederim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Arkadaşlarınızla paylaşın

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Sitemizden en iyi şekilde yararlanmak için lütfen reklam engelleyicinizi kapatınız.
error: <b>Uyarı:</b> Korumalı içerik !!