KÜLTÜR SANAT

Demet Duyuler ile Sanat Söyleşileri’nin konuğu yazar Nazmi Bayrı

Sevgili okur, Demet Duyuler ile Sanat Söyleşileri köşemizin konuğu yazar Nazmi Bayrı

“Günümüzde yazarlar tekelleşmiş yayınevlerine mahkum edilmiş durumdadırlar. Bırakın hakları olan telif ücretlerini almayı, bir de apaçık sömürülüyorlar.  Yayın dünyası, yazar örgütleri yazarların haklarını korumaktan çok uzaklar.  Böyle bir toplum sonunda çökmez de ne olur? Artık ilenmek yerine, ayağa kalkıp haykırmanın zamanıdır. “Nazmi  Bayrı

Demet Duyuler: Sevgili Nazmi Bayrı, Söz gazetesi okurları için yaşam yolculuğunuzdan bahsedebilir misiniz ya da başka bir deyişle özgeçmişiyle Nazmi Bayrı kimdir?

Nazmi Bayrı: Öncelikle sanata, dolayısıyla edebiyata değer veren Söz gazetesi emekçilerine ve size çok teşekkür ederim. Değerlerin çürüdüğü, neredeyse yok edildiği bir ortamda tek kurtarıcı sanattır elbette. Edebiyat da sanat dallarının içinde başat yer tutan bir daldır. Sanat; ekonomik, sosyal, siyasal çöküşler yaşayan toplumları ayağa kaldıran, yeni bir ruh kazandıran tek kurtarıcıdır. Bu gözle bakmayan, bakamayan toplumlar dağılmaya, yok olmaya mahkumdurlar. İktidardakiler, yerel yöneticiler de baş sorumludurlar haliyle. Sözgelimi, Almanya ikinci Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğrayıp yerle bir olmuşken, savaş sonlandığında yaptıkları ilk iş tiyatroları, opera binalarını, sanat merkezlerini onararak, sanata destek vererek yenilginin ruhsal çöküntüsünü üstlerinden atabilmişlerdir. Öte yandan Rus edebiyatına baktığımızda köklerinin yüz yıllar öncesine dayandığını görürüz. İngiliz, Fransız, Alman edebiyatı, sanatı da benzeridir. Gelişmiş ülkeler sanata, sanatçıya gereken değeri veriyorlar. Bir başka deyişle gelişmişlik sanatla bağlantılıdır. Bu açılımı yapma gereği duymam, Söz gazetesinin edebiyata, sanata verdiği katkıyı dile getirmek içindi.

Gelelim sorunuza. Anadolu’nun yazları kavrulan, kışları kardan yolları kapanan bir köyünde doğmuşum. İlkokul dördüncü sınıfa kadar bu köyde okudum. Cumhuriyetimizin yoksul Anadolu köylerine yaydığı ışık olmasaydı milyonlarca Anadolu çocuğu gibi belki ben de okul yüzü görmeyecek, okuyamayacaktım. “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir,” sözüne yürekten inanıyorum. Onun sayesindedir ki nice yazar, sançtı, bilim insanı yetişmiş, bu ülkeyi ayakta tutmuştur. Cumhuriyete ve onun kurucusuna ihanet edenleri tarih affetmeyecektir, dedikten sonra devam edeyim. Ardından şehre göç etti ailem. Bu göç bir anlamda ekonomik göçtü. Diğer yandan benim okuyabilmem için yapılmıştı. İlkokulun son iki yılını, ortaokulu aynı şehirde okudum.  Lisedeyken Türkiye’de başlayan siyasi çalkantıların okullara da yansıması beni eğitim gördüğüm şehirden kopardı. Ben de soluğu Adana’da aldım. Makine Teknik Lisesi’ni Adana’da bitirdim.- İstiklal Mahallesi’nin, Adana’nın yüreğimdeki yeri hep başkadır bunun için.- Ardından Diyarbakır Eğitim Enstitüsü Almanca Bölümünü bitirip öğretmen olarak atandım. K. Maraş, Kocaeli, Mersin’de görev yaptım. Son görev yerim Mersin’de öğretmenlik mesleğim dahil otuz yıl yaşadıktan sonra orayı da terk edip daha özgür bir yaşam biçimi seçtim. Bir yönümü doğduğum köyün doğasına çevirirken diğer yönden adressiz bir yaşamı seçtim. Bavullarda yaşam diyebileceğim bu döngü beni oradan oraya sürüklüyor. Dostların, arkadaşların, sevdiğim yerlerin aşkına orda burada sürdürüyorum yaşamımı. Ama daha çok kırsalda hayvanlarla, doğayla iç içeyim. Okumayı, yazmayı her an her yerde sürdürüyorum.

Belki merak eden olur diye açıklayayım. Doğduğum köyün adı Koruk. Elazığ il merkezine bağlı. Dolayısıyla ilk ve orta öğrenimimin bir bölümü Elazığ’da geçti.

D.D: Edebiyatın sizin için anlamı ve hayat-edebiyat ilişkisi hakkında neler söylemek istersiniz?

N.B: Edebiyatın, benim için ne anlam ifade ettiğini hiç düşünmedim desem yeridir. Ancak şunu söyleyebilirim, edebiyat benim yaşam bağım. Yaşamla ilişkimi, bağlantımı edebiyat sağlıyor diye düşünüyorum. Yoksa çekilmez olurdu yaşam. Tatsız tuzsuz yaşar giderdim. Zevk almazdım hiçbir şeyden. Mücadele gücüm olmazdı. En ufak bir engele karşı direnemez, yenilgiyi baştan kabul ederdim. Edebiyat dünyası aydınlık bir dünya… İnsanı canlı, coşkulu tutuyor. Kimsenin göremediği ayrıntıları gösteriyor. Karşınızdaki bir insanın ruh hallerinin derinliklerine inebiliyor; doğanın bambaşka durumlarını sezebiliyorsunuz. Çiçeğin, toprağın kokusunu daha bir güzel çekiyorsunuz ciğerlerinize. Yaşamın hiçliğini, metaya tapanların acizliğini anlıyorsunuz. Zorluklar karşısında gülümsemeyi, üstesinden gelemeyeceğin işlerle kendini yormamayı, sevdiklerinle birlikte olmayı öğreniyorsun. Edebiyatın dışında olan ya da okumayan bir kişi yaşamı doğru algılayamaz, doğru kararlar veremez, yanlışlar sarmalında boğulur gider. Edebiyat benim için soluk almak, güneşli, dingin bir havada bin bir çiçekli bir bahçede dolaşmak gibidir. Yaralanmış ruhumun tez elden sağalmasıdır. Aşktır, yaşamın ta kendisidir. Edebiyatın anlamına kısaca dokunduktan sonra, hayat-edebiyat ilişkisi üzerine de benzeri içerikte düşünüyorum diyebilirim.

Gelişmiş ülkelerdeki okuma oranlarıyla, ülkemizdeki okuma oranlarını karşılaştırdığımızda derin bir uçurumun olduğunu görürüz. Bu büyük fark, algısı olan herkesi düşündürmelidir. Kaliteli yaşamlar gelişmiş ülkelerde yaşanıyor. Eğitimde, sağlıkta, adalette, bilimde iyi durumda olmayı okuma, bir başka deyişle edebiyat sağlıyor. Okumayan toplumlar ne bilim üretebilir ne başka alanlarda gelişme gösterebilirler. Edebiyatsız bir hayat, çölde yaşam mücadelesi vermeye benzer desem abartı olmaz.

D.D: Öykü yazmaya başlamanız nasıl oldu?

N.B: Yazma eylemi, okumayla, etkilenmeyle başlasa da, bana göre, bir derdi olmalı yazan kişinin. Sorunu demiyorum, içini burkan, ezen, yaralayan bir derdi olmalı. Yoksa neden yazsın ki? Toplumla, çevreyle de olabilir derdi. Derdi olmayanın yazdıkları tıpkı yürekten söylenmeyen şarkıya, türküye benzer. Yavan olur, yapay kalır. Derdini anlatırsın anlamazlar, dinlemezler ya da dinler gibi görünürler ve sen bunun ayrımına varırsın, yeniden dertlenirsin. Yazmak, seni kırıp incitenlerden kendince intikamını almak, kendini rahatlatmaktır bir noktada. Seni yok sayan, ezen sisteme baş kaldırmadan da kaynaklı olabilir bu.

Okudukça, biriktirdikçe yazdım. Ortaokul yıllarımda okuduğum dünya klasiklerinden ve edebiyatımızdaki önemli yazarlardan etkilenerek kalem oynatmaya başladım. Evet, ortaokulda başlayan yazma serüvenim lise ve üniversite yıllarımda devam etti. Ancak herhangi bir dergiye ürün göndermedim. Kâğıtlarda, defterlerde kaldı yazdıklarım. Okumayı hep sürdürdüm. Sanatın daha çok edebiyat, tiyatro, sinema, fotoğraf, müzik disiplinleriyle ilgimi sürdürdüm. Kitaplar taşıdım yanımda. Kitaplar satın aldım durmadan. Kitaplığımı oluşturdum. Okudum, okudum. Altını çizdim satırların, dizelerin. Notlar aldım. Okumanın verdiği güçle ayrıksı insan dramlarını, hallerini kısa kısa notlamaya, ardından üstlerinde çalışmaya başladım. Yine bir yerlere göndermedim. Sabırla bekledim. Kafamdaki, bilinçaltımdaki yazma isteğini durmadan harladım.  Zamanı geldiğinde ortaya çıktım. Rahmetli Adnan Yücel’e Mersin’de bulunduğu bir gün şöyle demiştim, “Yazar, şair olmak kolay. Yazarım, şairim diye ortaya çıkanlar parasını verip bir matbaada veya bir yayınevinde kitaplarını bastırıyor, ondan sonra da kendi kendilerini yazar, şair ilan ediyorlar.”

Bu sözüme alınmışçasına, “Ben o yola başvurmadım. Önce dergilerde yayımladım şiirlerimi. Ardından ustaların görüşünü aldım. Hasan Hüseyin Korkmazgil’in, ‘Adnan artık görücüye çıkma zamanın geldi,’ demesiyle yayımlanmış şiirlerimi bir kitap haline getirdim,” demişti.

Bunu şunun için anlattım.  Evet, ben de öykülerimi önce dergilere gönderdim, ardından da ustalardan onay aldım. Yani ben de görücüye çıktım önceden. Kimdi bu ustalar? Bir kaçını sayayım. Osman Şahin, Muzaffer İzgü, Hidayet Karakuş, Öner Yağcı, Nihat Ziyalan,  Gültekin Emre yine Adana’dan Çetin Yiğenoğlu, Zafer Doruk, Mustafa Emre, Mustafa Günay… şu anda ismi aklıma gelmeyen pek usta yazar, şair.

Belirttiğim gibi içime dokunan, kendime dert edindiğim, beni dürten durumları yazmaya çalıştım.

Özetle, yazma serüvenim ortaokul, lise yıllarımda başladı diyebilirim. Okuduğum Rus klasikleri, bizde köy enstitülü yazarlar ve ille de Orhan Kemal. Evet, Orhan Kemal’in öyküleri beni çarpmıştı. Daha birçok yazardan etkilenerek yazmaya başladım.

D.D: Öykülerinizde hangi sosyal konuları işliyorsunuz?

N.B: Sıradan insanların acılarını, sevinçlerini, hüzünlerini yazıyorum diye düşünüyorum. Onların hayatlarında bana dokunan yanlar var. Sokaktaki boyacı, simitçi, seyyar satıcı, pazarcı, çöp toplayıcı, dilenci… esnaf, fabrikada ve başka alanlardaki işçi, küçük memur… yarı aydın tipler, köylüler… ezilen kadınlar, çocuklar…

Tabii bu soruyu, öykülerimi okuyan okurlar, özellikle de eleştirmenler ya da edebiyat üzerine kafa yoran kişiler daha iyi yanıtlarlar diye düşünüyorum. Ben haddimi aşarak kendimi yüceltebilir veya eksik değerlendirebilirim.

D.D: Öykü yazmanın en çok sevdiğiniz yanı nedir?

N.B: Sorunuz derinlik içeren bir soru. Yazmak, kolay bir eylem değil bana göre. Yazar hangi dalda yazarsa yazsın, zorlanır diye düşünüyorum. Plan yapan, yazacağını kafasında kurgulayan üstatları biliyoruz. Ben plan yapmam, ancak yazacağım konu ne ise kafamda dolaştırır dururum. Aniden aklıma düşen bir şeyler olunca unutmayayım diye not alırım. İnsanları iyi gözlemlerim, onların konuşmalarına kulak veririm. Bir cümleden çok şey çıkartırım. Arkadaşıyla sohbet eden birisi, “Ben dipten vuruldum Abi,” dediğinde dikkat kesilirim. Tekdüze yaşayan birinden de tekdüze yazılar çıkar diye düşünüyorum. Sınıfsallığı önemsemeyen, gerçeklikten uzak, süslü cümlelerle yazanlara da değer vermem. Bu söylediklerimi sorunuza yanıt verebilmek adına giriş sayalım.

Kafamda biriken, görüş alanıma giren, yaşamımda beni rahatsız eden olayları, durumları bir şekilde ifade etmem gerekiyor. Etmezsem, ruhum daralır, bunaltı yaşarım. Çeşitli üsluplar deneyerek yazar, rahatlarım. Bunu da yapaylaştırmadan, kalemime aktığı gibi yazarım. Öykü yazmamın en sevdiğim yanı bu olmalı diyebilirim.

D.D: Bir eğitimci olarak, eğitim ve sanat konusundaki düşünceleriniz neler?

N.B: Benim düşüncelerim belki ütopik gelebilir okura. Ama olması gereken de bu bence. Dünyadaki eğitim modellerini yeteri kadar incelemedim, okuduklarıma dayanıyor bilgilerim. Gelişmiş ülkelerdeki eğitim modelleri birbirlerinden az da olsa farklılık gösterse de özleri aynıdır. Yoksa bilimde, sanatta bu kadar ileri düzeyde olamazlardı. Zorlama, zorla öğretme eğitimde iyi bir yöntem değil, olamaz da. Çocuğun ilgisine, algısına göre yöntemler baz alınabilir. En önemlisi de çocuğun yeteneğini, ilgi alanını keşfedip ona göre bir eğitim uygulanmasıdır. Çocuk yerine, genç kavramını da kullanabiliriz. Bilinen bir gerçektir, her çocuğun veya gencin sosyal ve pozitif bilimlere, spora, sanatsal faaliyetlere olan yeteneği farklıdır. Eğitimin önemi burada öne çıkıyor.  Onun yeteneğini keşfederek önünü açmak. Ama eğitim sistemimizde bu uygulamayı göremiyoruz. Halbuki cumhuriyetimizin kuruluşundan sonra benimsenen eğitim modeli, aşağı yukarı bu yöndeydi. Köy enstitüleri aşağı yukarı bu modeli temsil ediyorlardı. Onun için nice usta yazar, şair, sporcu, müzisyen bu eğitim modelinde yetişmişlerdir. Bilinçli olarak ortadan kaldırılan bu eğitim sisteminin ardında çöküş başlamıştır. Geldiğimiz durum ortadadır.

Sanatsız eğitim olmaz diyebilirim. Eğitim sanattan uzaklaştığı zaman eksik kalır, başarıya ulaşamaz.

D.D:Eğer iyi bir okur değilseniz iyi bir yazar olmanız çok zor. Bu konudaki görüşleriniz neler?

N.B: Sanırım bu sorunun yanıtını önceki soruları yanıtlarken verdim. Bardak dolmayınca taşmaz. Her gün düzenli olarak okurum. Tabii okumanın da farklı yöntemleri var. Hızlı okuyanlar, eleştirel okuyanlar, durup düşünerek okuyanlar, satırların altını çizenler vb.

Üstat Emin Özdemir’in okuma üzerine bir yapıtının olduğunu biliyorum. İncelemedim, ama farklı okuma tekniklerinden söz ediyor, diye biliyorum. Bazıları bir romanı veya başka yapıtı bir günde, iki günde okuduklarını söylerler. Ben de onların söylediğini on gün içinde ancak okurum. Demem o ki okumadan okumaya fark var. Ayrıca okunan yapıtın edebi, sanatsal derinliği de okuma süresini belirlemede önemli bir etken. Ben daha çok edebi türleri okuyorum. Roman, öykü, şiir ağırlık kazanıyor. Bunların yanında deneme, eleştiri, araştırma, inceleme kitaplarını da göz ardı etmiyorum. Dura dura, düşünerek, bazen önemli bulduğum satırların, dizelerin altlarını çizerek, kitap sayfalarının yan taraflarına notlar alarak okurum. Anlatım fazlalıklarını görünce o sözcüklerin üstlerini çizer, yazarın yazdığı cümleyi ben yeniden yazarım o sayfaya. Böyle okuyunca da haliyle fazla ilerleyemiyorum. Günde en az yirmi sayfa okurum. Okumadığım zaman rahatsız olurum. Evet, çok doğru, iyi bir okur olmayan hiçbir zaman iyi bir yazar da olamaz.

 D.D. Yaratıcı yazarlık kursları, öykü atölyeleri hakkında düşüncelerinizi açıklayabilir misiniz?

N.B: Bana göre tamamen ticari bir eylem. Edebiyatımızda ve dünya edebiyatındaki üstatlar kurslarda, atölyelerde mi yetiştiler? Sözgelimi, Tolstoy, Gorki… Orhan Kemal, Yaşar Kemal… daha niceleri. Tamamen saçmalık. Ne yazık ki ülkemizde -özellikle büyük şehirlerde- bu iş sürdürülüyor. Biz Anadolu’dan onlara baktığımızda nasıl komik durumlara düştüklerini görüyoruz.  Kurslara, öykü atölyelerine katılanlara sertifika verenler de var sanırım. O yazar adayları da ilk kitaplarını çıkardıklarında öz yaşam veya edebiyat geçmişleriyle ilgili olarak falan yazarlık kursuna, falan öykü atölyesine katıldım diye yazıyorlar.  Ayrıca imza günlerinde isimlerinin altına öykü yazarı ibaresini ekliyorlar. Böylesine komik durumlara düşürüyorlar kendilerini. Şiir kursları, atölyeleri açan şairler de var. Trajikomik işler diyorum ben. Bu kursları açan yazarların, şairlerin çıkardıkları bir edebiyat dergisi de oluyor genelde. Kursa katılanların öykülerini, şiirlerini o dergilerde yayımlıyorlar kötü de olsa. Belki de kendileri onlara editörlük yapıyordur, perde arkasını bilmiyoruz çünkü.  Daha da ileri gidenler de çıkıyor; o kurslara katılanlardan bazılarının ödüllendirildiklerini görüyoruz. Ödül almayı hak etmiyorlar, ancak bir şekilde ödül veriliyor. Bunları niçin diyorum, çünkü az da olsa örnekleri ortada.

Şöyle bir yol seçilmiş olsa ben de saygı duyar, desteklerim. Bu da kurs ile atölye ile olmamalı tabii. Yazın dünyasına yeni adım atmış yazarlar, üstatların deneyimlerinden yararlanabilirler. Usta yazar, yazmaya soyunmuş olanlara kendi birikimlerini, deneyimlerini aktarabilir. Bu aktarımlardan yazar adayı kendince paylar çıkartarak yoluna devam eder. Usta çırak ilişkisini de göz ardı etmeden tabii ki. Yazan kişi üstatların yazdıklarını iyice özümseyip kendi yolunu yine kendisi çizmelidir. Önce kendisi el vermeli ki el alabilsin. Ustalardan el alarak yol kat etmek daha anlamlı olsa gerek. Son olarak diyeceğim şu ki sanatla, zanaat karıştırılmamalı. Zanaat öğrenmek için atölyeler zorunluluktur. Sanat ise öğretilmez, büyük emekler verilerek kendi kendine bir yol çizilir ve o yolda düşe kalka hedefe ulaşılmaya çalışılır.

D.D: Sosyal medya, dijital platformlar ve okuma alışkanlıklarındaki değişimler üzerine ne düşünüyorsunuz? Bu değişimler sizin yazma biçiminizi ya da edebiyata yaklaşımınızı etkiledi mi?

N.B. Sorunuzun ikinci kısmını yanıtlayayım önce. Sosyal medya, dijital teknoloji benim edebiyata yaklaşımımı etkilemedi. Hiç etkilemedi diyemiyorum,  kıyısından köşesinden bir iz bırakmıştır belki de. Bunun ayrımına da yazdıklarımı okuyan dikkatli okurlar varabilir ancak. Yazma biçimim okudukça, biriktirdikçe kendi kendine değişim göstermiş olabilir. Bu da olağandır. Şunu açıkça söyleyebilirim. Beni etkileyen, kendini yazdıran konuları kaleme aldım. Birikimim, bilincim beni yönlendirdi. Kendimi zorlamadım. Yapay bir dille yazmadım. Kalemimin ucuna akıp gelenleri yazmaya çalıştım.

Sorunuzun ilk kısmına gelelim. Üzerinde çok konuşulan, tartışılan bir konu elbette… Sosyal medya veya sanal ortam diye adlandırdığımız dünya, kişinin sosyal yaşamını alt üst etti diyebilirim. Özellikle sıradan okur dijital teknolojiye tümden bağımlı hale geldi. Ortalama okuru da etkiledi. Neredeyse herkes sosyal medyada ipe sapa gelmez, içeriği bomboş yazılara göz atıp, görsel olan her şeyi izliyor. Bir başka deyişle sıradan ve ortalama okur veya bu bilinç düzeyinde olanlar zamanlarının büyük bölümünü bu platformlarda harcıyorlar. Bu da bireyin geleceği açısından oldukça tehlikeli… Buna televizyonları da ekleyebiliriz. Eğitim düzeyi düşük ev kadınları da dizi bağımlısı olduklarına göre durup düşünmemiz gerekiyor. Bir toplum böyle çöker, yozlaşır, çürür, yok olur gider. Yarını olmaz böyle toplumların. Kadın, çocuk cinayetleri, kavgalar, uyuşturucu kullanımı, tecavüzler, parçalanan aileler, kandırılan, dolandırılan bireyler, her yeri sarmalamış çeteler… Bir avuç üst okur, aydın, bilinçli insan da köşeye sıkıştırılmış. Seslerini duyuramıyorlar.

Gelişmiş ülkelerdeki bireylerin okumaya ayırdıkları zaman bizdekinin kat kat fazlası. Kitaba ayırdıkları bütçe yine öyle… Onların eğitim sistemleri de okumayı, bilimselliği desteklerken, biz de ise bilimden, bilimsellikten, okumadan hızla uzaklaşılıyor. Bunu sanal medya, dijital teknoloji de tetikledikçe tetikliyor.

Bütün bunlara yapay zeka eklendi ki o da apayrı bir konu. Yapayzekanın da insanı, sanatı nerelere sürükleyeceğini henüz tam olarak kestiremiyoruz.

D.D: Türkiye’de sanat denildiği zaman ne görüyorsunuz?

N.B: Gelişmiş ülkelerde sanatın, sanatçının bir değeri var. Onlarda sanata, sanatçıya tüm yönleriyle değer verilip hakları korunuyor.  Çünkü sanat olmadan toplum, hatta bilim, siyaset gelişemez. Sözgelimi siyasetçiler sanatın süzgecinden geçmiş olsalar bu kadar iki yüzlülük, yalan, ötekileştirme içinde olmazlar, olamazlar. Şiir okuyan veya edebiyatla ilintili bir siyasetçide estetik yan ağır basar, duyguları öne çıkar, kolay kolay yanlışa düşmez. Ayrıca beğenilir, sevilip sayılır. Bizde sanatla ilintili siyasetçilerin sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az. Neden? Çünkü parti içi demokrasi, neredeyse hiçbir partide olamadığından, halkın istediği siyasetçiler değil, liderlerin istediği kişiler seçilebiliyor. O kişiler de liderine sadık, biat eden kul oluyor. Halkı temsil özelliğine, yeteneğine sahip olamıyor. Her ne kadar rahmetli Aziz Nesin, “Böyle gelmiş böyle gitmez,” demişse de ne yazık ki böyle gelmiş, böyle gidiyor. Halk direniyor, direnmez değil, ama kolu kanadı acımazsızca kırılıyor.

Ülkemizde sanatçı da direniyor. Sanatçılar, özellikle yazarlar yargılanıyor, hapishanelere tıkılıyor, çok kötü muamelelere tabii tutuluyorlar. Sabahattin Ali’yi getirelim usumuza. Öldürülüşü önce gizlenmiş, faili meçhul bir cinayetle üstü kapatılmıştır. Yıllar sonra katili ortaya çıkarılabilmiştir. O da hak ettiği cezayı almamıştır.

Nazım Hikmet, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin, Orhan Kemal, Yaşar Kemal… daha yakın tarihlere gelir isek Sevgi Soysal, Öner Yağcı, Osman Şahin, Fakir Baykurt… Yazarlarımızdan yargılamayan, hapis cezası almayan yok gibi. Diğer sanat dallarında da sanatçılar yargılanmış, hapishaneleri boylamışlardır. Halen daha sürüyor bu baskı. Bu nedenle yurt dışına çıkmak zorunda kalan veya zorunlu göç eden sanatçı sayımız o kadar fazla ki. Bunların çoğunluğu Avrupa ülkelerine dağılmışlardır. Oralardan üretimlerini sürdürüyorlar.

Günümüzde tiyatro oyunları, konserler, sınıfsal içerikli filmler yasaklanıyor, şairler, yazarlar tutuklanıyor; sanatçılar ötekileştiriliyor; yandaş sanatçılar yaratılıp destekleniyor. Bir türkünün sözlerinde olduğu gibi, “Nesini söyleyim- söyleyeyim- canım efendim…”

Bir noktaya daha dikkat çekeyim. Günümüzde yazarlar tekelleşmiş yayınevlerine mahkum edilmiş durumdadırlar. Bırakın hakları olan telif ücretlerini almayı, bir de apaçık sömürülüyorlar.  Yayın dünyası, yazar örgütleri yazarların haklarını korumaktan çok uzaklar.  Böyle bir toplum sonunda çökmez de ne olur? Artık ilenmek yerine, ayağa kalkıp haykırmanın zamanıdır.

D.D: Ödüller hakkında ne düşünüyorsunuz? Aldığınız ödüllerden kısaca söz eder misiniz?

N.B:  Bir dosya konusu olabilir ödüller. Nitekim bunu bir araştırma, bir dosya konusu yapan dergiler olmuştu geçmişte. Ödül alan arkadaşları hedefe koymak, seçici kurulları zan altında bırakmak istemem. Her yazar, şair, denemeci, araştırmacı ucundan kıyısından bilir ödüllerin içeriğini diyebilirim. Benim kitaplarımda özgeçmişimin altında ödüllere katılmadığım yazar. Karşı değilim, anacak bireysel başvuruyu pek benimsemediğimi, yapmadığımı bildirirken, şunu eklemişimdir. Yayınevi bu konuda serbesttir. Yani, yayınevim kendisi isterse kitabımı, yayımlanmış bir öykümü ödül yarışmalarına gönderebilir. Buna edebiyat dostu arkadaşlarım da eklenebilir. Dostlarım beni haberdar ederek, kendileri, istedikleri bir yarışmaya benim bir öykümü gönderebilirler. Göndermişlerdir de. Onlara yazdığım öyküleri, öykü dosyalarımı hep gönderirim zaten. Nedeni de değerlendirip, görüşlerini bildirsinler diyedir. Yarışmalardan haberdar olan bu arkadaşlarım, “Senin şu öykünü şu yarışmaya değer buluyorum ve göndereceğim”, derse, karşı çıkmıyorum. Onun onayına bırakıyorum bunu. Ödüllerden bir beklentim yok benim. İyi bir öykü, iyi bir şiir ya da sıkı bir öykü kitabı, sıkı bir şiir kitabı kendini zaman içinde kabul ettirir. Ödül alması onun yaşamasına katkı sunmaz. O kitap gerçek içeriğiyle kendi kendini yaşatır. İyi okur, gerçek okur onu bulur; değerlendirir, yaşamasını sağlar. Edebiyatımıza ve dünya edebiyatına baktığımızda bunun örneklerini görebiliriz. Bana verilen emek ödüllerine ben başvurmadım. Edebiyatı izleyenler değer görmüşler. Bunlardan bazıları: Bursa Yazın ve Sanat Derneği 2025 Dünya Öykü Günü Onur Ödülü,  Aratos Kültür Sanat Ödülü, Eskişehir Perspektif Kültür Edebiyat – Sevgi Ödülü,  Anadolu Halk Bilimleri ve Kültür Derneği Yaşar Kemal Öykü Ödülü, Ümit Kaftancıoğlu Öykü Ödülü, İzmir Menemen Seyrek Belediyesi Öykü Ödülü; İzmir, Bursa, Aydıncık Belediyeleri’nin düzenledikleri Öykü Günleri’ne ve Uluslararası Çukurova Sanat Günleri’ne katkı onurlandırmaları..

D.D: Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Son olarak bizlere ve okuyucularımıza neler söylemek istersiniz?

N.B: Söz gazetesi olarak bana sanat sayfanızda yer verdiğiniz için ben çok teşekkür ederim. Son olarak şunu söyleyebilirim. Çukurovalı yazarlar, sançtılar benim gerçek dostlarımdır. Bu vesileyle onları ve sizi bir kez daha yürekten selamlıyorum. Sağ olun.

KANADI KIRIKLAR
Gencecik bir kadın yatıyordu yerde. Çenesi kilitlenmiş, yüzü solmuş, bakışları kaymıştı.
Başındaki beyaz tülbendin altındaki siyah saçları dağılmış, bluzunun yakası hafiften
açılmıştı. Desenli şalvarı, gri ince kazağı toza batmıştı. Beyaz ayak bilekleri şalvarından
dışarı fırlamış, incecik kaşları, yüzü umarsızlığın girdabında yitmişti…
Bir ağaç gölgesindeydi kalabalık. Kalabalık ki işçi kızlar, gencecik kadınlar. Yüzleri
güneş yanığı, gözleri keskin bakışlı, yüz hatları gergin, telaşlı…
Gün bitimine yakın bir zamanda devrilmiş yere gencecik, buğday tenli kadın.
Başlarındaki çavuş da çekip gitmiş şehre. Ve kadının sarası varmış, bayılmış aniden.
Konar göçerlermiş hasat zamanı… iş neredeyse oradan oraya. Güneşin alnında akşama
değin ot ayıklamada, çapa yapmadalar. Bel mi dayanır bu işlere demeyin sakın?
Dayanır ekmek parası uğruna.
Gözleri çakır on beşlik kız, “Kocası hapiste. Sarası varmış. Tarlaya çalışmaya gelmiş
yine de. Kocasına para gönderiyormuş. Tam iş bittiğinde, düştü bayıldı,” diyor sesini
yükselterek.
Kadın işçiler yerlere çömelmiş, elleri dizlerinde, gözyaşları yanaklarında, umarsız,
bekliyorlardı uçsuz bucaksız bozkırın kıyısında, gelecek olan cankurtaranı.

 

 

 

 

 

Arkadaşlarınızla paylaşın

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Sitemizden en iyi şekilde yararlanmak için lütfen reklam engelleyicinizi kapatınız.