KÜLTÜR SANAT

Demet Duyuler ile Sanat Söyleşileri’nin konuğu yazar Öner Yağcı

 

 Bir dilin zenginliği toplumun da zenginliğidir, aynı biçimde bir dilin aydınlığı toplumun da aydınlığı, temizliği toplumun da temizliğidir.”

Öner Yağcı.

 

Demet Duyuler: Yaşamını aydınlanma mücadelesine adamış değerli yazarlarımızdansınız. Söz gazetesi okurları için yaşam yolculuğunuzdan bahsedebilir misiniz ya da başka bir deyişle özgeçmişiyle Öner Yağcı kimdir?

 

Öner Yağcı: 1951, Tokat-Zile doğumluyum. Annem ev kadını babam oto tamircisiydi. İlköğrenimimi Yozgat-Yerköy’de tamamladım. Parasız yatılı olarak Tokat İlköğretmen Okulu’nu bitirdim ve Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümü’ne girdim (1969). 12 Mart döneminde yargılandığım DEV-GENÇ davasında iki yıl kadar tutuklu kaldım, 1974 affından sonra okulumu bitirerek (1975) Ağrı-Taşlıçay’da öğretmenlik, Kars-Sarıkamış’ta askerlik yaptım. 12 Eylül döneminde merkez yönetim kurulunda görev aldığım TÖB-DER hakkında açılan davada yargılandım ve beş yıl hapis yattım. 1986-2013 arasında İstanbul’da Cem Yayınevi’nde başlayan yayıncılıkla yaşamımı sürdürdüm, birçok kültür kurumunda yöneticilik yaptım ve artık Burhaniye’de yaşıyorum. 2018’den beri Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarıyım.

1974’ten beri birçok dergide şiirlerim, yazılarım yayımlandı. İlk kitabım Kardelen’in yayımlanmasından sonra, sayısı 70’i geçen kitaba imza attım, onlarca kitabı yayına hazırladım.

Söz ettiğim romanlarım dışındaki yapıtlarımdan bazıları şunlardır: Nazi Kampları, Savaş ve Edebiyat, Sivas’ı Unutmak, Aydınlık Aşkıyla, Anadolu’nun Umudu Aydınlık, 68 Kuşağı, Kırk Kuşağı Şairleri, Hayyam, Yunus Emre, Köroğlu, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Dadaloğlu, Namık Kemal, Tevfik Fikret, Nâzım Hikmet, Vedat Günyol, Aziz Nesin, Şükran Kurdakul, Server Tanilli

Kardelen’le 1986 Akademi Kitabevi Roman Başarı, Turnalar’la 1988 Madaralı Roman, 1994 Sabahattin Ali Kültür Günleri, 1995 Troya Edebiyat, 2011 Türk Dili Onur, 2013 Mavi Ada Emek, 2014 MEF Fark Yaratanlar, 2015 BİKEV-Şükran Kurdakul, Anadolu’nun Umudu Aydınlık’la 2016 Vedat Günyol Deneme, Türkiye Sanatçılar Platformu 2020 Emek, Büyük Oğul Efsanesi/ Tonguç’un Romanı ile 2023 İsmail Mahir Efendi Köy Enstitüleri Onur, 2024 Bursa Dergiler Platformu (BUDEP) Deneme, 2025 Cumhuriyet Onur ödüllerine layık görüldüm.

 

D.D: Şiirle başladığınız yolculuğunuzun düzyazı ile devam etme nedeni nelerdir?

Ö.Y: Özellikle ağabeyim ve dostum Metin Demirtaş’ın, Gazi’den sınıf arkadaşım Ahmet Telli’nin önermeleriyle sayısı yüzü geçen şiirimin dergilerde yayımlanmasından sonra romana, denemeye, incelemeye yöneldim.

 

D.D: Üniversite öğrencisiyken Fakülte kütüphanesinden ödünç aldığım,  12 Eylül ve öncesi dönemini anlattığınız “Turnalar” romanını okurken gözyaşlarımı tutamamıştım. O kadar etkilenmiştim ki sınıf arkadaşlarıma da önermiştim.  Ardından “Gökyüzüne Akan Irmak”ı okuyup her iki romanı da ülkemiz siyasi tarihinin edebiyatımıza yansıması açısından değerlendirmiştik. Romanlarınızla henüz tanışmamış okurlarımız için romanlarınızın içeriğinden söz eder misiniz?

Ö.Y: Bir kız çocuğunun, kendi kızımın gözünden 12 Eylül dönemini anlatan Kardelen romanımdan sonraki Turnalar ve Gökyüzüne Akan Irmak ve yıllar sonra kavuştuğum Yaşasın Yenilenler romanlarımda toplumsal yaşamımızın dönüm noktalarından olan, öğrenci ve öğretmen olarak içinde, merkezinde yaşadığım 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde yaşananları; bunlardan sonraki Yediveren romanımda 1990’lu yıllarda ülkemizde yaşananları aktardım.

Yaşamöyküsel izlerin yoğunlukta olduğu Kaptan’da 1950’lerden 2000’lere ülkemizden siyasal kültürel kesitler sundum. Kir’de 20. yüzyıl başlarından 1920’lere kadar yurdumuzun özgürlük arayışını aktardıktan sonra Köy Enstitülerinin mimarı İsmail Hakkı Tonguç’un yaşamını romanlaştırdığım Büyük Oğul Efsanesi/Tonguç’un Romanı’nda yüzyılımızın başından 1960’lara kadar toplumsal siyasal yaşamımızı anlatarak Anadolu’nun, Anadolu insanının 100 yıllık panoramasını çıkarmış oldum.

 

D.D: Toplumcu-gerçekçi edebiyat anlayışıyla eserlerini veren başarılı ve üretken yazarlarımızdansınız. Sizi bu kadar üretken ve toplumsal sorunlara karşı duyarlı kılan unsurlar nelerdir?

Ö.Y: Cumhuriyet’te yaşamak ve yaşadıklarımız diyebilirim.

Çok şanslıydım. Cumhuriyetçi bir ailenin çocuğu ve Cumhuriyet’in ilk kuşak aydınlıkçı öğretmenlerinin öğrencisi oldum. Hepsini minnetle anıyorum.

Öğrenci olduğum dönemde ülkemde yaşanan olağanüstü dönemler, özgürlük arayan insanların mücadeleleriyle geçiyordu. Bize armağan edilen ve emanet bırakılan Cumhuriyet’in değerliliğini kavradıktan sonra bunun gereğini yapmak zorunluydu. Bu kavrayışla okumak, bilgilenmek, aklını kullanmak ve öğrendiklerin doğrultusunda eyleme girişmek gerekliliğini de öğrenmiştim ve okudukça okudum.

Okuyan insan, insanlığın ve kendi toplumunun özgürlük savaşımını kavrıyor ve bu uğurda ben ne yapabilirim diye soruyor kendine. Yanıtını yaşamıyla veriyor. Bunun için öğrenciyken DEV-GENÇ’li devrimci bir öğrenci, öğretmenken TÖB-DER’li bir devrimci öğretmendim ve yazar olunca da devrimci bir yazar olmanın gereklerini yapmaya çalışarak yaşadım.

Devrimci bir yazar, bir geleneğin üzerinde oturduğu bilincindedir. Kimse gökten zembille inmez. Bir birikimin ürünüdür ve o birikime bir taş daha koymaktır görevidir devrimci yazar.

Birincisi bu birikim yol açıcı oldu hep. Yeni okumalar, yeni bilinçlenmeler yolumu aydınlattı ve bizden öncekilerin gittiği yoldan gitmeye çalıştım. Bu yolda Nâzım Hikmet’in iki sözü hiç aklımdan çıkmadı ve yazarlığımda kılavuzum oldu benim: “Biliyorsunuz,/ verdim ömrümü,/ en güzel/ en olacak/ en olması lazım şey için./ Fakat çoktur/ -sayılmayacak kadar-/ aynı işi benden evvel/ belki de benimkinden büyük bir inatla yapanlar”… ve “Ne ah edin dostlar/ ne ağlayın/ Dünü bugüne/ bugünü yarına bağlayın.”

İkincisi, yazarlığa adım attıktan sonra da şansım devam etti. İlk kitabımla birlikte çalıştığım Cem Yayınevi çevresinde başlayıp yazarlık serüvenim boyunca Aziz Nesin, Vedat Günyol, Şükran Kurdakul, Mehmet Başaran, Bekir Yıldız, Demirtaş Ceyhun, Oktay Akbal gibi yazar büyüklerimle sürdürdüğüm dostluk, bana örnek olan, yol gösteren ışık oldu.

 

D.D: Türkiye’de sanat denildiği zaman ne düşünüyorsunuz?  Sanatın Türkiye’nin sosyal yapısı içindeki işlevi ile ilgili düşünceleriniz neler?

Ö.Y: Sanat yaratıcılıktır. Sanat zamana direnmek, zamanı aşmaktır. Sanat bir insanlık sevdasıdır ve özgürlük ve ölümsüzlük arayışının, çağların geleceğe taşınmasının en önemli aracıdır.

Sanat gücünü insandan alır. İnsan da gücünü bin yıllardır insanın yarattığı ilk destanlardan, ilk mağara resimlerinden, ilk iş türkülerinden beri gelen sanattan alır. Sanat, bu birikimin kıvancı, onuru, güveniyle düzenlerin insana yönelik dayatmalarına karşı direnir; direnmek zorundadır. Sanata direnmek yakışır; başlangıcından beri en zorba düzenlere, en koyu karanlıklara direndiği için var olmuştur sanat.

Düşünen ve düşündükleri doğrultusunda sanatsal yaratıda bulunan kişidir sanatçı.

Düşüncenin çeşitli yollarla aktarımında, eğer içinde bulunulan dünyanın ve bu dünyada yaşayan insanların sorunlarından yola çıkılırsa, bu sorunları yaratanların sanatçının karşısına çeşitli engeller çıkarması da doğaldır. İnsanlık tarihi bu bakımdan sanat ve sanatçılarla, daha darlaştırarak söylersek; aynı zamanda toplumunun ve dünyasının dertlerini dert edinen sanatçılarla, toplumlara ve dünyaya dert olanlar arasındaki bir savaşımın da tarihidir. İç içe bir sorun vardır burada. Sanatçı, içinde yaşadığı toplumun ürünüdür, bu bir gerçekliktir. Sanatçıyı ve sanatı yaratan koşullar toplumun koşullarıdır ve toplumdaki değişim istekleri ya da değişimler, sanatçıyı da değişime zorlar. İşin bir yanı budur. Öte yandan toplumları değişime zorlayan da sanatçılardır. Sanatçılar öncülükleriyle politikacıların toplumlarını anlamaları için ipuçları vererek toplumsal dönüşümlerin habercisi olurlar. Toplumsal ilerlemenin önündeki her çeşit engelin aşılması savaşımında sanatçılara ve sanata büyük görevler düşer.

Yaşadığı dünyanın ve toplumunun uğradığı haksızlıklara, adaletsizliklere, yoksunluklara, eşitsizliklere karşı çığlık olmak sanatçıların has görevidir. Bu has görev, “toplumun vicdanının çığlığı” olma sorumluluğunu yükler sanatçılara.

 

D.D: Öz Türkçenin savunucularındansınız. Dil konusundaki titizliğinizi, dilin kendine özel dokusunun korunması için gösterdiğiniz çabayı biliyoruz. Türk dilinin neden korunması gerektiği konusundaki düşüncelerinizi okurlarımızla paylaşabilir misiniz?

Ö.Y: Bir dilin zenginliği toplumun da zenginliğidir, aynı biçimde bir dilin aydınlığı toplumun da aydınlığı, temizliği toplumun da temizliğidir.

Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla doğan yeni Cumhuriyet, bunun için yapay bir dil olan Osmanlıcanın yerine duru bir Türkçenin getirilmesini ve Dil devrimini bir zorunluluk olarak benimsemiştir. Ulusal uyanışın getirdiği ulusal kurtuluş, ulusal kimliğin temeli olan dilde köklü değişimi zorunlu kılmış ve bu değişimin öncüleri de yazın emekçileri olmuştur.

Yazınımızın büyük ustası Nâzım Hikmet, dil devriminin ilk yıllarında şöyle der: “Türkçe bir dönüm yerindedir. Er geç bu dönümü dönecektir. Dilimizin temizliğe, güneşli su gibi ışıklığa doğru akışının önüne geçilemez. Dönüm yerleri köpüklü olur, bulanık olur… Dönüm yerinde su dalgalıdır… Dilimiz de dönümünü dönerken köpüklenecek, bulanacak, dalgalanacak… Bu köpüklenmeden, bu bulanmadan tiksinenler, korkanlar olacaktır… Onlar ağır kokulu, durgun, ışıksız sularda yüzmeye alışmışlardır…” (Orhan Selim imzasıyla, Akşam gazetesi, 12-13 Kasım 1934)

Nâzım Hikmet’in dediği gibi olmuş, Türkçe dönüm noktasını aşmıştır. Osmanlı İmparatorluğu gibi Osmanlı dili de tarihe karışırken, kalıntıları üzerinde yeni bir Cumhuriyet’le birlikte yeni bir dil de ışıl ışıl parlayarak doğmuştur. Duru, temiz, ışıldayan bir dil olmaya başlayan Türkçe ile yaratılan yazın ürünleri dilimizin yüz akı yazıncılarını yaratmış, büyümesini, gelişmesini sürdürmüştür.

Dildeki bu temizlenmeden korkanlar, ürkenlerse dünün karanlığında yok olmuştur. “Her yazıcı elinden geleni yapsa taşlı tarla ayıklanırdı. O ayıklandı mı, ondan sonra dil toprağımızın verimliliği artardı… İyice ayıklanmış, sürülmüş, nadas edilmiş tarlaya dilediğimizi daha kolaylıkla ekebilirdik,” diyen Nâzım Hikmet, döneminin ve kendisinden sonra gelen dönemlerin yazıncılarının yollarını aydınlatmıştır.

Bu aydınlanan yol dilin, Türkçenin aydınlığı, duruluğu, temizliğidir. Ancak aydınlık ve duru bir Türkçeyle kültürün taşları yerli yerine oturtulabilir, insana, gerçeğe ve sanata ulaşılabilir düşüncesi yazın insanlarımızca benimsenmiş, bu düşüncenin yol göstericiliğinde usta yazarlar yetişmiş, kalıcı, gerçek sanat yapıtları ülkemizin kültür toprağında ışıldamaya ve ülkemizi ışıtmaya devam etmiştir.

Yazın dili olmadan bir dil gelişemez. “Kılıçların, topların yalazları değil/ Arınmış diller yaratır toplum düşüncesini/ Toplum mutluluğunu” diyen Dağlarca, dil savaşımının ulusal kültür savaşımının temeli olduğunu söyler.

Bu bilinçtir benim yazarlığımın dil devrimcisi olarak sürmesinin nedeni.

 

D.D: Sizce yazar duyarlılığı nedir? Bu duyarlılığın içinde neler olması gerekir? Yazarın sorumlulukları üzerine neler söylemek istersiniz?

Ö.Y: Yazmak; gerçekliği, gerçeklikle ilgili düşünceleri sözcüklerle yeniden yaratarak söylemektir. Gerçeğin anlaşılması için yaşam, yazarın kalemiyle yeniden yaratılır.

Yazar esinler insanları, yaşamı savunur ve umut taşır. Yazar insanlara yol gösterir, atalarının aydınlık arayışına bir damla katmayı düşleyen insanlara.

Her yazar bir yol göstericidir ama her yazarın da bir yol göstericisi, yolunu aydınlatıcısı vardır. Yazara yol gösteren, yazarın yolunu aydınlatan yaşamdır, insanlığın dişiyle tırnağıyla kazandığı yaşam.

Dünyanın ve insanlığın vicdanına seslenmek zorundadır günümüzün yazarı; Şçedrin’in “Vicdan Kayboldu” çığlığını kulağından ve yüreğinden çıkarmadan üstelik.

İnsanın bulduğu, gerçeği kavratan güçlü bir makinedir yazarın elindeki; bu makine paslanmak üzere bir köşeye bırakılabilir, oyuncak haline de getirilebilir istenirse ama doğrusu, yakışanı, insanın bu makineyi bulma nedenine, işlevine göre kullanmasıdır.

Yaşam değişmektedir. Yazardan bu değişimin nasıl olduğunu açıklamasını ister yaşam.

Yazarın yapacağı şey kalmadı demek, yaşamın ve insanın yadsınması demektir.

Durumu saptamak, değişimi anlatmak yazarın; değişimin yasasını anlamak okuyanın gereksinimidir.

Sanatın gücünü bildiğimiz içindir ki, sorumluluğumuz bu denli büyük” diyor Anna Seghers.

Günümüzde yazarın sorumluluğu?.. Tüketimin pompalandığı bir düzen uygun görülüyor insanlığa; bunu onaylamak ahlaksızlığını yakıştırır mı kendisine bir yazar? Tüketmek için değil, üretmek, çoğaltmak, yaratmak için var olmamış mıdır yazar?

Dünyanın değişmesine yardım eden bir gerçeklik ama Aragon’un dediği gibi, “Yüreğimize su serpmeyip tersine, bizi uyandıran ve kimi zaman, sırf bu yüzden, insanı tedirgin eden bir gerçeklik” günümüz yazarının silahı olmalı. Yazarın kalemi, yaşatılan gerçekliği sanatıyla yoğurarak insanların bilinçleriyle algılamalarına hizmet etmezse neye yarar?

Yazar, gerçek yazarsa ve gücünün bilincindeyse yaşamın aydınlığını çoğaltabilir; yeter ki, buna inansın; bu bilinçle öğretsin, umut versin, aydınlatsın.

Yazarların iki temel konusu olduğunu hepimiz biliyoruz: İnsanların “doğayla ve birbirleriyle savaşımları” ve “sevgi, aşk”. Aşkın da her şey gibi kirletildiği, tüketildiği koşullarda demek ki, aşk arayışının savaşımı kalıyor yazarların elinde. Öyleyse aşkı savunmak, kazanmak için yazmalı yazarlar; aşkla güzelleşen bir dünyanın özlemini, umudunu.

Çağcıl bir toplumun değerleri, bir yazarın da toplumuna aktarması gereken değerlerdir.

Dünyayı ödünç aldığımız çocuklarımız” bizi dinliyor. Bir yazar ne söyleyecek onlara? Gerçeği söyleyecek elbette.

Yazar, insanlık değerlerini yazacak; politikacıların medyayla, mafyayla, baskı güçleriyle, yasayla yok ettiği insanlık değerlerini. Bizim yazarımız bizim gerçeğimizi yazacak. Bizim gerçeğimiz? Ustamız, soluğumuz Nâzım Hikmet yazmış: “İnsanlarım, ah benim insanlarım, yalanla besliyorlar seni…

Yalana karşı gerçek. İşte yazar.

Onurumuz Aziz Nesin’le bitirelim: “Yazar, başta kendi olmak üzere okurlarını, kendilerini ve koşullarını değiştirmeye özendirmelidir yapıtlarıyla… Kötülüklerden sorumluyuz. Kötü bir şeyi değiştirmek zorundayız. Yazar değiştiremez, ama insanlara değiştirme isteği ve özlemi verir. Ve yazarın sorumluluğu bu…

Evet, yazarın sorumlulukları bunlar olmalı günümüzde.

 

D.D: Dünle bugünün edebiyatını yazınsal anlamda karşılaştırdığınızda nasıl bir değerlendirme yapıyorsunuz?

Ö.Y: Edebiyatın durumu toplumsal düzenle örtüşür. Toplumsal uyanışların yaşandığı dönemde o toplumun edebiyatı da yükselir. Toplumumuzun Cumhuriyet’te taçlanmasıyla birlikte büyüyen ve gelişen edebiyatımız 1960’lı yıllarda doruk noktasına ulaşmıştı. Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Orhan Kemal, Yaşar Kemal gibi büyük ustalarımız o dönemlerde yaratmıştı başyapıtlarını.

Toplum daha önceki kırılmalarda önüne çıkarılan engelleri aşmayı başarırken edebiyatın da bu alanda önemli katkıları olmuştu. Ama özellikle 1980’lerden sonraki toplumsal kırılmalarla toplumda her bakımdan gerileme yaşandı. Çağdaş yurttaşlık değerleri yerine ırkçı ve dinci bağnazlıkların yerleştirildiği düzenler, dünya planındaki küreselleşme politikalarının dayatmalarının da eklenmesiyle Cumhuriyet değerlerini yok etmeye başladı. Laiklik ve kadınların eşitliği başta olmak üzere çağ dışı dayatmaların egemen olduğu bir toplumda doğal olarak edebiyat da geriledi.

Şiir, öyküsü, romanı, denemesiyle edebiyatımız ne yazık ki büyük güç kaybetti ve küresel ideolojik dayatmalar büyük ölüde edebiyat alanını da teslim aldı.

Ama edebiyat direngendir ve her baskıya karşın inatla çıkardıkları dergilerle, kitaplarıyla, ayakta tutmaya çalıştıkları yayınevleriyle, değerlere sahip çıkan kurumların desteğiyle direnen edebiyatçılarımızın toplumla birlikte karanlığın perdelerini yırtıp yeniden edebiyatımızı yükseltecekleri umudumu hiç kaybetmiyorum.

D.D: Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Son olarak eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?

Ö.Y: Ben teşekkür ediyorum. İnsana ve edebiyata, insanımıza ve edebiyatımıza güveniyorum.

*

Kısa öykü hiç yazmadım. Şiir yazmayı da 40 yıldır bıraktığım için 68 Kuşağı/ Doğuş Arayış’ın giriş bölümünden bir kesiti göndermeyi uygun buldum (Bilgi Yayınevi, s.25-27):

“…

68 ne mi?

1960’lı yılların dünyasında Avrupa, Amerika, Afrika, Güneydoğu Asya, Latin Amerika kaynıyordu. ABD’de ve birçok kapitalist Batı ülkesinde de özgürlük istemiyle, sistem ve savaş karşıtı akımlar çıkmaya başladı. 1965 yılında ABD’nin Vietnam’a asker göndermesini protesto eden dünya gençlerinin sesi büyüdükçe büyüdü. Dünyanın her yerinde ABD’nin Vietnam’a müdahalesi büyük gösterilerle protesto edildi. Fransa’daki Sorbonne Üniversitesinde öğrenci isyanı başladı. Che Guavera’nın 9 Ekim 1967’de öldürülmesi protestoları bir dalgaya dönüştürdü. ABD’de Vietnam Savaşını kınayan, askere gitmeyeceğini söyleyenler çığ gibi büyüdü. Gençliğin bir “aydınlanma” ve “aydın” hareketi olan 68, dünyanın dört bir yanında devlet otoritelerini zor durumlara düşürdü.

Batı Avrupa ve ABD’de farklı, Latin Amerika, Ortadoğu, Güneydoğu Asya ve Afrika’nın “Üçüncü Dünya” ülkelerinde farklı olmak üzere 68’ler yaşanırken Doğu Avrupa’da Polonya’daki işçi ayaklanması, Çekoslovakya’daki “Prag Baharı” ve Çin’deki “Kültür Devrimi” ile “Sosyalist Dünya”da da eski sola karşı da bir isyan olan 68 yaşandı.

68, ABD’de Hippilerin “savaşma seviş” şarkılarıyla dünyanın birçok ülkesinde sömürgeci güçlere karşı sürdürülen mücadelelerdeki “silahlı devrim” şarkıları ve özgürlük çığlıklarının iç içe, yan yana duyulduğu, dünyayı sallayan bir başkaldırıydı. Türkiye’de, II. Dünya Savaşı sonrasının başkaldıran kuşağının, sömürüye ve adaletsizliğe karşı estirdiği bir rüzgâr olan 68, bütün ülkelerde olduğu gibi, öğrenci aydınların öncülüğünde yükseldi.

Türkiye’de devrimci öğrenci aydın hareketi, 1970’lere dünyadaki oluşumlar ve ülkedeki gerçeklikler ışığında kendi içinde yoğunlaşan “devrim stratejisi” tartışmaları ile girerken, giderek daha organize ve saldırgan olan “karşıdevrim” militanlarıyla şiddetlenen bir mücadele vermekteydi.

68, olanaksızı isteyen bir kuşağın olanaksıza ulaşma düşlerinin devam etmesiydi. Gençliğe duyulan bir özlem ya da abartılmış bir efsane değildi; gençliğin dünyayı değiştirme ruhuyla sürdürdüğü bir uzun yürüyüşüydü. “Bir gün mutlaka” özgürlüğe ulaşılacağı düşünün devam etmesiydi.

68, bir yürek yangınıydı; bağımsızlık ve özgürlük sevdasıydı; tıpkı Cumhuriyet devrimleri, köy enstitüleri, 40 kuşağı, halkevleri gibi Cumhuriyet’in ve bağımsızlığın simgesiydi.

68, “Filipin tipi”, “cici demokrasi”ye karşı, en geniş özgürlüklerden yana olan bir demokrasi arayışıydı. 68, bir isyan hareketinden önce bir halka gitme, halkla bütünleşme arayışıydı. 68i, kendisini gerçek kılan kararlı bir halk sevgisi ve özveri ruhuydu. İnsan sevgisi, hümanizm dolu, antiemperyalist, demokratik, otoriteye karşı bir başkaldırı olan ve soğuk savaş yıllarından sonra “yarım kalmış devrim” denilen 68, insanlığın bir arayışı, bir deneyim kaynağı olarak gibi efsaneleşmişti.

Enver Gökçe, o dönemin devrimci dergisi Türk Solu’nda (28 Ocak 1969) “İkinci Milli Kurtuluş Türküsü” şiiriyle selamladı 68 kuşağını:

Zalım/ Hemi de kötü dinli gâvur/ Nasıl da bağdaş kurmuş toprağıma/ Gülümü harmanımı savurur!/ Kara gözlerini sevdiğim oğlan,/ Bize oldu olan/ Topla Antep’i Çukurova’yı/ İzmir’i, Urfa’yı, Konya’yı/ Haydi ha!/ Ne durursun Munzur!/ Engini de deli gönül engini/ Kutlayalım şol kurtuluş cengini/ Hayını, kompradoru, pezevengini/ Vur kara yeğenim vur!

 

 

 

 

 

 

Arkadaşlarınızla paylaşın

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Sitemizden en iyi şekilde yararlanmak için lütfen reklam engelleyicinizi kapatınız.