KÜLTÜR SANAT

Demet Duyuler ile Sanat’ın konuğu Gazeteci-Yazar Rezzak ORAL

Sevgili okur, Demet Duyuler ile Sanat Söyleşileri köşemizin konuğu Gazeteci-Yazar Rezzak ORAL

“Söz okuyucularına ve oradan da genel olarak genç kardeşlerime söyleyeceğim şudur: Hayata, siyasete, topluma karşı “soru soran, itiraz eden, sorgulayan” bir tavır sergilesinler. Ortaya, muhataba veya kendi kendine bile soru sormak çok şeyi değiştirebilir…”Rezzak ORAL

Demet DUYULER: Söz gazetesi okurları için yaşam yolculuğunuzdan bahsedebilir misiniz ya da başka bir deyişle özgeçmişiyle Rezzak Oral kimdir?

Rezzak ORAL: 1965’te Diyarbakır’ın Ergani ilçesine bağlı Gisgis Köyü’nde (Kesentaş Köyü) doğdum. Gisgis, bölge şartlarında “merkez köy” konumunda olan bir yerleşim yeri. Birçok köyde olmayan şeyler Gisgis’te mevcut. Dolayısıyla civardaki birçok köy de özellikle kamusal işleri için Gisgis’e geliyor. Ancak 1960’ların yoksunluğu ve yoksulluğu dikkate alındığında yine de oldukça güç zamanlar…
Gisgis’de biri bizim işlettiğimiz bakkal dükkanları, ilkokul, karakol, sağlık ocağı, cami, kahvehaneler ve köy sakinlerinin irili ufaklı tarla ve bahçeleri var. Bazı evlerde ve kahvehanelerde radyo var, ki o dönem için radyo hem en temel iletişim aracı hem de bulunduğu yerin öğretmeni ve neşesi… Elektrik yok. Dolayısıyla elektrikle çalışan televizyon, buzdolabı gibi aletler de yok. Devlet kurumları dışında telefon da yok. Ütü var ama kömürle çalışıyor; rahmetli ninem dayılarımın pantolonlarını ütülerken pür dikkat bu teknoloji harikası(!) alete dakikalarca bakar, kablosuz ütü pantolonların üzerinde sağa sola bir kuğu misali kayarken ben de kafamla ona eşlik ederdim… Özellikle rahmetli babamın kerpiçten borularını Ergani’den alıp bizzat döşeyerek dağın yamacından su getirip orta büyüklükte bir havuz yaptığı Badina Bahçesi çocukluk anılarımda çok önemli ve unutulmaz bir yer tutar. Tüm ihtişamıyla havuzun kenarında yükselen; tadı ve kokusu hafızamda saklı beyaz dut ağacı unutulmazlar arasındadır. Bu dut ağacı o denli güzel dut verirdi ki, küçük dayım ismini, “Baklava Dükkânı” olarak telaffuz ederdi. Köyde iki katlı evimiz, bakkal dükkanımız, bahçemiz, küçük ölçekli ekin tarlalarımız (buğday, arpa, mercimek) vardı. Birkac çeşit üzüm veren asmalarımız meşhurdu. Köydeki o dönemimde benden üç yaş büyük Cumhuriyet Ablam (Nüfustaki ismi Hatice) ve benden sonra üçer yaş arayla doğan kız kardeşim Asiye, erkek kardeşim Zeki ailemizin diğer üyeleriydi. Bir tesadüf sonucu ilkokula da başlamıştım. Niye tesadüf anlatayım: Bir yaz günü evden babamın dükkanına doğru öyle bir hızlı koşuyorum ki, Şener Şen ve Kemal Sunal’ın bir filmde hapisten kurtulduktan sonra topukları kaba etlerine değercesine yaptıkları koşuya ilham olmuştur dersiniz. Bu koşu sanıyorum kahve önündeki küçük bir masada okula yeni kayıt yapan bir öğretmenin veya tam hatırlamıyorum belki de müdürün dikkatini çekti. Beni biraz da tatlı sert yanına çağırıp, “sen okula gidiyor musun?” diye sordu. Ben “hayır” yanıtını verince, “Olmaz, artık bu sene okula başlayacaksın” dedi ve ben bir şey diyemeden kaydımı da orada yapıverdi. Meğerse ilkokula başlama yaşım bir yıl da geçmiş, çünkü ben 1965 doğumlu olduğum halde arkadaşlarım çoğunlukla 1966 doğumluydu. Baslarken bir yıl kaybetmiştim ama zararı yok. İşte o “şipşak kayıtla” üç ilde tamamlanan ve toplam 15 yıl sürecek “öğrencilik hayatım” da başlamış oldu. Bu köy düzeni mutlu/mesut on yaşıma kadar devam etti.

D.D: Sonra bir şey mi oldu, bu düzen bozuldu mu?

R.O: Evet bir şey oldu. 1975 yılı Şubat’ının kara kışında bir gece o bakkal dükkanımız soyuldu. Ve tüm hayatımız bir daha geri dönülemez şekilde farklılaştı, alt üst oldu, değişti… Babamın hesabına göre dönemin parasıyla 25 bin liralık mal çalınmıştı. O yılların ölçüsünde 25 bin lira ile çok rahat iki ev alınabilirdi dersem miktarın büyüklüğü konusunda bir fikir de oluşabilir. Köy dükkanlarında bilirsiniz hem yiyecek hem de kumaş satılır. O soygunda özellikle pahada kıymetli olan top top kumaşların olduğu bölüm adeta bom boş hale getirilmişti. Öyle ki bir köylümüzün haber vermesiyle annemle birlikte dükkâna varan rahmetli babam ilk tepkisini, “Esma dükkânın içi bomboş, kapkara” cümlesiyle ifade etmişti. Hırsızlar dükkânın darabalarının (kepenklerinin) çelik asma kilitlerini o yıllarda çok da bilinmeyen demir makasla kırmışlardı. Bu olay hem benim için hem de o zaman beş kişilik olan tüm aile için gerçek bir milat oldu. Çok etkileyici ve çok belirleyici sonuçlara yol açtı. O kadar etkilendim ki, yıllar sonra bu olayı “Demir Makas” ismiyle öyküleştirerek anlattım. Bu çalışmaya “Cinayeti Gördünüz Mü?” kitabımda da yer verdim.

D.D: Ne oldu sonrasında hayatınızın akışı nasıl değişti?

R.O: Deyim yerindeyse hayatımın akışı, belki de kaderim 180 derece değişti. Ben on yaşında bir çocuktum ve olayları ancak hüzün ve endişe ile takip ediyordum, o kadar, yani bir müdahale şansım yoktu. Babam ise elbette yerinde duramıyordu. Babamın hem bizim köyden hem civar köylerden birilerinden “şüphe” duyması ilerleyen günlerde köyü tamamen terk etme düşüncesi ve kararını da beraberinde getirdi. Artık Gisgis’te barınamazdı. Eğer kalırsa olası bir “kan davasına” sürüklenmeyi ve tüm ailesini riske etmeyi de göze alması gerekiyordu. Bunu göze alamadı ve 41 yaşında doğduğu köyünü terk ederek Tarsus’a göç etti. Tarsus’u tercih etmesinin sebebi bazı yakın akrabalar da dahil köyden çok sayıda ailenin daha önceden çeşitli sebeplerle Çukurova’nın bu büyük ilçesine göç etmiş olmasıydı. Adeta geri kalan ömrümüzü bir demir makas ölçüp biçmiş; gurbette, sıcak, zorlu ve belirsiz bir maceraya sürüklemişti.

D.D: Bundan sonrasında bir demir makas devrede diyebilir miyiz?

R.O: Evet gerçekten de öyle. Köyde iki katlı evi olan, dükkânı, bağı-bahçesi-tarlası olan babam Tarsus’ta kiralık bir ev, dört tekerli seyyar bir araba ve Gisgis’e göre korkunç bir sıcağa mahkûm oldu. Seyyar arabasının sarı renkli, pirinçten kocaman bir zili vardı ama köyde saygın bir konumu ve 40 yaşını geçmiş olan Yasin Oral o zili sallamaktan adeta utanıyor, kesik kesik çalabiliyordu. Babamın bu hali bana hep Züğürt Ağa’da Şener Şen’in külüstür bir pikapla utangaç ve kısık sesle mahalle aralarında “domates, domates” diye seslenmesini hatırlatır. Babamın bu durumunu da Yüreğindeki Darlık isimli şiir kitabımda yer alan sekiz bölümlü “Bir hüzünden bin özleme” isimli şiirimde betimlemiştim.

D.D: Sizin hayatınızı nasıl biçti o demir makas?

R.O: Benim ki de epey karmaşık. Olay olduğunda köyde ilkokulun üçüncü sınıfında okuyan ve köy koşullarında başarılı bir öğrenciydim. Ama Tarsus’ta bu konumum bir anda tersyüz oldu. Sömestr tatili bitmiş ve biz taşınana kadar da 2. dönem başlamıştı bile. Doğru dürüst dil (Türkçe) bilmiyordum, çocuk gözüyle bana kocaman görünen karpuz lambalı Fevzi Çakmak ilkokulu üzerime üzerime geliyordu. Ve en korkuncu da hiç arkadaşım yoktu. Teneffüs zili çaldığında okul bahçesinin çimlerine sığınıyor ve içten içe ağlıyordum. Sınavlar ise berbat geçiyordu. Aslında soruları da doğru dürüst anlamıyordum. Örneğin öğretmen sınavda, “Köyün tanımını yapınız?” gibi klasik ve basit bir soru sorduğunda ben, “Küçük yerlere köy denir” gibi düz mantık bir cevap veriyordum; oysa öğretmen doğal olarak, “Nüfusu bilmem kaç ile kaç arasında olan, muhtarın yönettiği yerleşim birimi” tarzı teknik bir cevap istiyordu. Bana sorulan bir soruya olumlu yanıt vereceksem “Heye” diyordum ki, bu diğer çocukların gülmesine hatta alay etmesine neden oluyordu. Çünkü bende “evet”in karşılığı “heye” idi… Fakat çok modern, çok genç ve çok güzel bir öğretmenim vardı, Tezcan Ataizi. Adeta kanatsız bir melekti. Bendeki cevheri ve içinden geçtiğim sosyolojik koşulları gördü ve ötesinde görmekle kalmayıp anladı. Bu şartlar altında Tezcan öğretmenim ve okul yönetimi Gisgis’deki okulumun yönetimi ile irtibata geçerek onların da katkısı ile 3. sınıfı geçebilme karnemi bir nevi ortaklaşa düzenlediler. Ve 3. sınıfı ancak köyden gelen “bu katkı” ile geçebildim. Araya da dört aylık o yaşa göre çok uzun yaz tatili girdi. Eylül’de 4. sınıf başladığında artık Türkçe’yi sökmüş, mahalleden arkadaşlar edinmiş ve nemli/sıcak iklime de adapte olmuştum. Artık kim tutardı beni! 4. sınıfla birlikte sınıf birincisi oldum bir çok sözlü soruda doğru cevabı veren tek öğrenci olduğum için sınıf cezalandırılıyor ben ödül olarak teneffüse çıkabiliyordum. Ama yalnızlıktan ve garibanlıktan olsa gerek yine bahçenin çimlerinde ağladığım için bu ödüller de bir nevi “bana özel” cezaya dönüşüyordu. Bu demir makas-kader ilişkisini bağlayıp bir bakıma psikologların en popüler tedavi yöntemi olan “çocukluğunuza inelim, çocukluğunuza gidelim” girdabından çıkalım isterseniz. Şimdi şöyle bir algım var: Ben yıllarca o demir makasın benim ve tüm ailenin hayatını alt üst ettiğine, kurulu düzenimizi bozduğuna ve bize kötülük ettiğine inandım. Aradan yıllar yıllar geçti. Tarsus, derken Ankara, gazetecilik ve dünyada 30’a yakın ülke 30’u aşkın da çoğu Başkent önemli şehir gördüm… Bir gün fark ettim ki; bunların hepsi o demir makas sayesinde olmuş… Evet evet gerçekten o demir makas kesip biçmiş kaderimi. Ve o zaman içimden, o demir makas iyi ki o darabaların çelik kilitlerini kırmış , o hırsızlar da iyi ki “menfur eylemlerini”(!) başarıyla sonuçlandırmışlar diye düşündüm. Çünkü öyle olmasaydı Gisgis koşullarında ne kadar okuyabilirdim, bir çırpıda yanıt veremiyorum. Bölgenin 1980 sonrası öznel koşulları ve sonrasındaki şiddet ikliminin içinden yolum nerelere gider, hangi virajlar, kavşaklar, yokuşlar karşıma çıkardı gerçekten bilemiyorum. Öz duygum şu ki; okuyamazdım, gazeteci olamazdım, belki de halen Diyarbakır dışında bir yer görmeden yaşayan bir bakkal veya küçük bir çiftçi olurdum…

D.D: Peki hadi çocukluktan çıkalım o zaman… Milliyet ve Akşam’ın Ankara bürolarında 25 yılı bulan bir mesaiye sahip olduğunuzu biliyoruz. Gazeteciliğin zorlukları hakkında bilgi ve çarpıcı anılarınızdan örnekler verir misiniz?

R.O: Bir iki geçiş cümlesiyle mesleğe doğru gelelim o zaman. 12 Eyül darbesine Tarsus’ta 15 yaşında ve liseye kayıt olma sürecinde yakalandım. Sanıyorum ki darbe olmasa o günkü Tarsus konjonktüründe rahmetli babam beni korumak amaçlı liseye göndermezdi. Yani aslında o darbe de benim açımdan bir başka demir makas, bir milat. Darbe sonrasındaki “ılıman” havada Cumhuriyet Lisesi’ne kayıt oldum ve 1983’te de Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulunu kazandım. BYYO üniversite sınavındaki 6. tercihimdi, ama okulumu da, Ankara’yı da, sonrasında güçlüklerle dolu mesleğimi de sevdim. Biraz klasik bir yanıt olacak belki ama, gazetecilik bir meslek olmanın ötesinde bir yaşam biçimi. Aslında profesyonel anlamda mesleğe başlamak da hiç kolay olmadı. Okulda kendi bölümümü birincilikle bitirdiğim halde meslek kuruluşlarında bir işe girebilmek oldukça güçtü. O dönemlerde de belirli bir torpil mekanizması vardı. Kısa süreli bir Zaman gazetesi deneyimi, Yapı Dergisi, Türkiye Klinikleri Yayınevi ve askerlik derken neredeyse okuldan sonra üç yıl geçiverdi. 1989 Kasım ayında Milliyet’in ilan servisine girdim. İlan servisine de yine gazetenin kendi sayfasında verdiği bir ilana başvurarak girdim, torpil falan yoktu. Küçük ilanlar sayfasına girecek ilan ve reklamların sayfa düzenini yapıyordum. Öğleden sonra Milliyet’in merkez bürosundaki ilan servisine gidiyor ardından belirli bir saatte sayfa sekreterleriyle birlikte matbaaya gidiyordum. Bir süre sonra ilan dışındaki sayfa sekreterliğine geçebilirsem basın kartı alabileceğimi hesaplayarak kendi sayfam bitince diğer sayfalara da bakmaya ve öğrenmeye çalıştım. Bir süre sonra matbaadaki personel profili ve gece 05.00’i bulan çalışma ortamı beni zorlamaya başladı. Bir yolunu bulup yazı işlerine muhabir olarak girmek istiyordum. İlan birinci katta, istihbarat servisi ise üçüncü kattaydı. Doğal olarak muhabirlerle ve istihbarat şefiyle diyaloğumuz oluyordu. Zaten şef yardımcısı Fikret Bila ile tanışıyordum; çünkü yıllar önce bir tanıdık aracılığıyla çalışmak için kendisiyle bir görüşme yapmıştım. Zaman içinde Milliyet’in gece nöbetçi muhabiri gündüze geçmek isteyince bana da aradığım fırsat doğmuş oldu. Bu işin peşini bırakmadım, sürekli takip edip gececi olmak isteğimi ilettim. İletmekle kalmayıp Fikret Bila ve diğer yöneticileri adeta bunalttım. Sonunda da dönemin gece muhabiri Tolga Şardan’ın gündüz muhabirliğine geçmesiyle ben de ilan-matbaadan kurtulup gece muhabirliğine kapağı attım! Kadrosuz da olsa üç yıla yakın bir süre gece muhabirliği yaptım. Ama yine güç koşullarda… Lakin artık gerçek manada gazetecilik yapabildiğim için geçmişe göre daha mutluydum. Dönemin istihbarat şefi Derya Sazak’ın köşesini okuyor, düzeltiyor, gece kıdemli muhabirlere alanlarıyla ilgili gelişmeleri bildiriyor, AA, ANKA gibi ajansların haberlerini ve polis telsizini dikkatle takip ediyor; zamanım kalırsa gündeme ilişkin bir haber kaynağını arayıp özel haber hazırlıyor, zaman zaman dönemin bakanlarını ve önemli bürokratlarını arıyordum. Dönemin Milliyet’i güçlü, saygın ve etkin bir gazete idi. Eğer imzalı bir haberim çıkarsa tüm güçlükleri unutuyor, imzamın çıktığı haber kupürlerini gururla ve özenle arşivliyordum. Zaman zaman yapılan yönetim toplantılarında gerek siyasi ortama gerek mesleki gidişata ve Milliyet’in performansına yönelik yorum ve analizler yaparak dikkat çekiyordum. Bu süreçte alanının en iyi okulunu dereceyle bitirmiş olmanın yanı sıra genel okumaya yönelik birikimim bana itici güç veriyordu. Artık etkin siyasiler, güçlü bürokratlar ve gündemdeki kişiler hedefimdeydi, Henüz bir gece muhabiri olsam da en önemli bakanları aramaktan geri kalmıyordum. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Köksal Toptan, İçişleri Bakanı İsmet Sezgin rahatlıkla ulaşıp soru sorduğum bakanlar arasındaydı. Hatta İsmet Sezgin’le büronun diline düşmeme sebep olan, çok komik bir anım da vardır. DYP-SHP koalisyon hükümeti işe hızlı başlamış; Diyarbakır-Eskişehir cezaevlerini kapatmış, demokratikleşme adımlarını da peş peşe atma çabası içindeydi. Bu süreçte meşhur Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nda değişiklik yapılması da hükümetin ve Meclis’in gündemindeydi. Bir akşam bu sıcak ve güncel tasarı konusunda İçişleri Bakanı İsmet Sezgin’i aradım. Epey soru sordum, Sezgin cevap veriyor ama çok deneyimli bir politikacı olarak büyüyecek bir başlık veya yorumdan ustaca kaçınıyordu. Manşet yakalayabilmek için ben de ayrıntı veya bir gizli niyeti ortaya çıkaracak bir soru sorma çabasındaydım. Böyle olduğunu düşündüğüm bir soruya karşılık Bakan Sezgin’in verdiği yanıt beni afallattı: Benim heyecanlanarak manşet yanıt beklediğim soruma Bakan Sezgin biraz da üslubunu sertleştirerek, “Kızım anlatıyorum ya, sen hiçbir şey anlamamışsın galiba” deyince hem afalladım hem tüm heyecanım bir anda kayboldu. Meğer o soruma kadar Bakan Sezgin benimle “kız muhabir” sanısıyla konuşuyormuş. Durumu geçiştirecek bir iki cümleden sonra telefonu kapattım. Doktorların deyimi ile “ergenlikte takılı kalmış” sesimin inceliği telefonda olağandan da inceye dönüşünce böyle bir anekdota konu olmuştu. Hem manşet çıkmamış hem canım sıkılmıştı. Ama ben kendisiyle barışık bir insanım. Dalga geçeceklerini bildiğim halde çekinmeden bu olayı büro ile paylaşınca acayip makaraya alındım. Yıllardır hala Milliyet bürosu buluşmalarında konu yine döner dolaşır Bakan Sezgin’in bana “kızım” demesine gelir ve yine gırgıra, gülmeye yol açar.

D.D: Yazdığınız ve büyük etki yaratan, çok ilgi gören bir habere örnek verebilir misiniz?

R.O: Elbette siyasi parti veya Meclis zemininde önemli haberlere imza attım. Ancak sanıyorum henüz Milliyet’in gececisiyken yaptığım bir haber etkisi bakımından unutulmazlar arasındadır. 1990 yıllarda dört yıllık Teknik Öğretmenlik okuyan üniversite öğrencileri belirli mühendislik bölümleriyle aynı müfredatı görmelerine karşın mühendis olma hakkına sahip değillerdi. Bu konudaki birçok girişimleri mevzuat, bürokrasi gibi engellere takılmıştı. Yıllar içerisinde mağduriyet yaşayan teknik öğretmenlerin sayısı on binleri aşmış durumdaydı. Halen teknik öğretmenlik okuyan Gazi Üniversitesi öğrencileri benimle temasa geçip sorunlarını anlatınca ben de onların sesi olmanın gerektiğini düşünüp Milliyet’te bir haber yazdım. İç sayfada “Mühendislik hakkımızı istiyoruz” içeriğinde yayınlanan sayfa manşeti haber inanılmaz ilgi gördü. Ben gececi olduğum için akşama doğru ancak gazeteye geliyordum. Geldiğimde santral görevlisi, “Ne yaptın sen Rezzak Abi, telefonlar susmak bilmiyor, santral kitlenmiş durumda sabahtan beri” deyince; ne yalan söyleyeyim önce korktum ters bir şey mi yaptım diye. Sonra işin rengi anlaşılınca ve gelen telefonların tebrik, teşekkür telefonu olduğu ortaya çıkınca sevindim. Başta diğer gececi arkadaşım Aydın Hasan olmak üzere bürodaki arkadaşlar da tebrik edince doğrusu çok mutlu oldum. Kitlesel bir doğru haber yazmanın olumlu sonucu ilk o zaman fark etmiştim. Zaman içinde sanıyorum o branşlardaki öğrenciler mühendislik haklarını elde ettiler…
Güneydoğu’daki göç dalgasına yönelik foto muhabiri arkadaşım Burhan Eliş’le yaptığımız “Dönmek mi zor, kalmak mı zor?” yazı dizisi de epey yankı yapmış, ÇGD’den röportaj 1.’lik ödülü almıştı. Cezaevine giren DEP milletvekilleriyle Ankara Ulucanlar Cezaevi’nde yaptığım ve milletvekillerinin gündelik cezaevi hayatlarını manşete taşıyan “Hapiste 4.5 yıl” haberim de oldukça ses getirmişti. Akşam Gazetesi’nde herkesin Ecevit’in sağ kolu bildiği Hüsamettin Özkan’ın CHP Lideri Deniz Baykal’ı desteklediğine yönelik “O artık Baykalcı”; Kemal Derviş’in CHP’ye girişini oyalaması üzerine partinin 2. adamı Eşref Erdem’in “Artık gelmese de olur!” demeci ve kaybolan AB çerçeve belgesinin CHP’nin gece bekçisine verilmesine yönelik, “O belge bekçiye” manşetleri çok konuşulanlar arasındadır.

D.D: Gazetecilik mesleğinin toplumsal rolü ve medya özgürlüğü konusunda neler söyleyebilirsiniz?

R.O: Gazetecilik öncelikle kamu yararı çerçevesinde yapılan önemli bir iştir. Çağdaş tüm demokrasilerde devlet güçleri yapısı içinde yasama, yargı ve yürütmenin ardından “Dördüncü Güç” olarak yer alır. Sadece Türkiye’de değil, dünyada da böyledir. Hatta bazı meslektaşlarımız ve yorumcular ultra bir değerlendirmeyle, “Basın-medya en büyük güçtür” derler. Bu tartışmalı bir konudur, ancak sağlıklı bir siyasi yapı içinde medyanın bağımsız ve etkin bir güç olduğu muhakkaktır. Fakat bugün maalesef medyamız bağımsız bir güç olmayı bir yana bırakalım en istenmeyecek şekilde bazı ekonomik ve siyasi güç yapılarının elindeki bir “tetikçi güç” konumuna sürüklenmiştir. Buna bir de siyasi kamplaşma/kutuplaşma eklendiği için her siyasi kutup kendi medyasının çizdiği çerçevedeki haberlere ulaşmakta ve onları “doğru” kabul etmektedir. Oysa haber bir siyasi kutba göre değil tüm kesimlere göre objektif ve doğru olmalıdır. Evrensel olan ölçüt budur.

D.D: Gazeteciler stres ve zaman kısıtlaması altında çalışıyorlar. Dikkat çeken veya hassas bir hikâye üzerinde çalışırken stres veya baskıyla nasıl başa çıkıyorsunuz?

R.O: Çağımız artık pür uzmanlaşmanın geçerli olduğu bir konumdadır. Bu hayatın, yönetimin, tıbbın, eğitimin, medyanın olduğu her zeminde geçerlidir. Bugün bir KBB uzmanına gidip “Hocam göğsüm sıkışıyor, kalp ritmim bozuk” derseniz, “Ben anlamam, siz bir kardiyoloğa gitmelisiniz” der. Evet ikisi de doktordur ama uzmanlıkları farklıdır. Gazetecilikte de de artık katı uzmanlaşma devrededir. Ekonomi, siyasi partiler, parlamento, cumhurbaşkanlığı, dış politika, eğitim, çalışma hayatı, spor, kültür-sanat, magazin gibi onlarca uzmanlık alanı vardır. Eğer alanında yetkinleşmiş bir muhabir veya yazar iseniz baskıyı aşmanız kolay olur. Ancak bilmediğiniz bir alanda göreve gönderilmişseniz bocalarsınız ve stres katsayınız artar. Örneğin ben Türkiye’de son 35 yılda en çok siyasi parti kongre-kurultayı izlemiş bir gazeteciyim. Bugün bile bir gazetenin muhabiri olarak bir kongre veya kurultaya gitsem, orayı derhal öne çıkması gereken doneler çerçevesinde derler toparlar, liderlik, liste yarışı, salon kulislerini bir çırpıda derler toparlarım, ama acemi bir muhabir o salonda bocalar ve hengame içinde kaybolup gidebilir. Uzmanlaşmak ise yıllara ve sabıra ihtiyaç duyar. Bugün bir gazetecinin parlamento muhabiri olabilmesi asgari 10-12 yıllık bir deneyim gerektirir. Bu süre bir doktorun uzmanlaşması süresinden bile fazladır.

D.D: Sol siyasi yelpazede Ankara gazeteciliğinin en deneyimli isimlerindensiniz. Gazeteci-siyasetçi ilişkisinde geçmiş yılları ve bugünü karşılaştırdığınızda aradaki en göze çarpan farklar neler?

R.O: SHP döneminden başlayarak merkez sol siyasi parti merkezleri ve parlamento zemininde izledim. Parlamento bürolarında şeflik, haber müdür yardımcılığı gibi yönetimsel görevler de üstlendim. 1980’lerin sonundan bugünlere gazeteci-siyasetçi ilişkisine şöyle kabaca baktığımda zaman içinde gazetecilerin bağımsızlığını yitirdiğini, siyasetçilerin daha çok etki ve yönlendirme alanına girdiğini ve kutuplaşmış siyasi yapıda “doğru habere” ulaşmanın daha güçleştiğini söyleyebilirim. İğneyi biraz kendimize batırırsak bu yapıya gazete yöneticisi ve köşe yazarlarının “muhabirleri ekarte etme” arzularının da katkı yaptığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bu tabloda mesleğin özü olan muhabirliğin artık etkinliğini yitirdiğini, haberinin veya demecinin daha büyük kullanılması amacıyla birçok siyasi lider ve yöneticinin de bugün alan muhabirlerini dışlayarak direk gazete yöneticisi veya köşe yazarlarına ulaşmaya çalıştıklarını maalesef üzülerek tespit ediyoruz. Bu çarkın bozulup yine eski rayına oturması elzemdir.

D.D: Türkiye’de gazetecilik denildiği zaman ne görüyorsunuz?

R.O: Bundan 50 yıl önceki medya-basın patronaj yapısına baktığımız zaman ana uğraşısı, esas işi gazetecilik olan isimler/aileler vardı. İşte Karacanlar, Ilıcaklar, Simaviler, Nadirler, Örenler vb… gibi patronaj ailelerin asli işi gazetecilik yapmaktı. Sonra bu yapı 1980 ihtilali sonrasındaki Turgut Özal-ANAP döneminde yavaş yavaş bozulmaya başladı. Özellikle benim de uzun süre çalıştığım Doğan Grubu’nun medya sektörüne girip; enerji, bankacılık, telekomünükasyon, madencilik gibi basın dışı işlere girmesiyle ve bu işlerin ihalelerine yönelik siyasi yapı ile temas etmesi gazetecilik mesleğinin bütün insicamını, masumiyetini ve giderek de tarafsızlığını bozdu. Hiç lafı eğip bükmeğe gerek yok. Bugün ülkemizin karşı karşı olduğu en önemli sorunlardan birisi de bu bozulmuş olan medya patronajı-siyaset erki ilişkisidir. Bu yapı sağlıklı bir zemine ulaşırsa bir kar topu misali birçok alandaki sıkıntıların da giderilmesine yol açar.

D.D: Peki yazarlık serüveniniz nasıl başladı? “Yüreğimdeki Darlık” ve “Cinayeti Gördünüz mü” adlı kitaplarınızı ilk kez elinize aldığınızda neler hissettiniz? Kitaplarınızın içeriğinden söz eder misiniz?

R.O: Kurgusal metinlere dayalı, örneğin roman-öykü gibi edebi bir yazarlık serüvenim olduğu söylenemez. Sonuçta ben bir gazeteciyim. Daha çok gençlik-öğrencilik dönemlerime ait şiirlerimi bir araya getirip “Yüreğindeki Darlık” ismiyle yayınladım…
Siyasi analiz, gözlem ve anılarımı ise 2023 Ağustos ayında “Cinayeti Gördünüz Mü?” kitabımda topladım. Bu kitabımdaki ana çerçeve her gün karşılaştığımız ve günlük hayatımızı cendereye sokan sosyal cinayetlere bir projeksiyon yapmaktı. Bu sosyal cinayetler CAHİLLİK+YOKSULLUK+DİN üçgeni olarak adlandıracağım bir toplumsal mayada şekilleniyor. Bugün bir lira, iki lira tasarruf edebilmek için belediyelerin halk ekmek büfelerinin önündeki kuyruklarda saatlerce bekleyen amcalara, teyzelere yanaşıp şöyle bir hayat-ekonomi-enflasyon çerçevesinde bir sohbet açarsanız ağırlıklı olarak, “Allah yönetimimizden razı olsun, çok şükür bugünümüze, Allahım bugünleri aratmasın” yollu yanıtlar alırsınız. Siyasetimiz de maalesef bu sosyolojik yapıyı değiştirmek yerine yönetmeyi yeğliyor: İşte seçim dönemi kampanyaları, sosyal yardımlar, doğalgaz-kömür destekleri vs… Oysa sorgulamayan ve sadece “şükür eden” bu yapının değiştirilmesi için çaba gösteren bir siyasi anlayışa ihtiyacımız var. Hesap veren bir siyasi zemine ihtiyacımız var. Senin hırsızın, benim hırsızım yaklaşımı yerine, “Yahu ben neden soyuluyorum?” ya da “Neden yoksullaşıyorum?” sorularının sorulduğu bir sosyolojik yapı için mücadele etmeliyiz. Bakın eğer bir gün vatandaşlarımız, “Neden bizim milli gelirimiz de refah toplumlarındaki gibi 30, 40, 50 bin dolar seviyesinde değil, bizim neyimiz eksik?” sorusunu siyasilere yöneltirse işte o gün sağlıklı bir sosyo-ekonomik yapıya kavuşma yürüyüşüne de start vermiş oluruz…
“Cinayeti Gördünüz Mü?” kitabımda doğduğum köye kadar uzanan ve bazı mesleki anılarım da yer alıyor. Yaşanmışlıklar bazan teorik bilgilerden de değerlidir, yol gösterici ve ders çıkartıcıdır. Küba’nın efsanevi devrimci lideri Fidel Castro’nun bir söyleşisinde, dünyadaki anı literatürünü takip ettiğini okumuş, çok etkilenmiştim. Castro gibi sol düşüncenin önde gelen bir teorisyeni bile yaşanmışlığa, deneyime büyük değer veriyordu.
Kitaplar insanın bir evladı, çocuğu gibi oluyor. “Yüreğindeki Darlık” üniversite yıllarından başlayıp anne-babamın rahmeti rahmana varmasına dek uzanan süreçte dizelere dökülmüş imgelerimi, hüzünlerimi, özlemlerimi içeriyor. Kitaba adını veren şiirin uzun adı, “Oğlu dönmeyecek bir annenin yüreğindeki darlık”tır. Şehit anneleri de, cumartesi anneleri de oğulları dağdan dönemeyen anneler de geniş kapsamı içindedir. İki kitabımı da iki evlat gibi görüyorum öz cümle…

D.D: Sizce yukarıda bahsettiğiniz refah yürüyüşüne startı vermek için neyimiz eksik?

R.O: Bence deprem jargonuyla bu soruya yanıt arar isek durum şudur: Depremde nasıl ki binaların sağlam taşıyıcı kolonlara ihtiyacı varsa toplumların da sağlam kolonlara ihtiyacı vardır. Herkes farklı bir açıdan bakabilir ama ben toplumun dört temel kolona oturduğunu söylüyorum. Nedir bunlar: Ahlak, adalet, haklar ve özgürlükler. Bugün bizim toplumsal mayamıza baktığımızda bu dört temel kolon aşınmış, yıpranmış, malzemesi eksik veya denetimi sağlıksızdır. Bu kolonlar artık toplumu taşıyamıyor. O yüzden bizim işimiz gerçekten zordur. Ahlak ve adaletin yıprandığı bir toplumun önünü görememesi bir yana geleceğini şekillendirmesi de mümkün değildir. Bakın sosyolojik açıdan din kavramı sonuçta kişisel bir alandır. İnsanların dindarlığını ölçemezsiniz. Hergele sandiğınız biri sabahlara kadar namaz-ibadet ediyor olabilir. Ama ahlak toplumsal bir kavramdır ve ölçülebilir. Ahlaksız bir esnaf, doktor, mimar, gazeteci, sporcu veya siyasetçi aynı zamanda toplumun temeline de dinamit koyar. Sizin Adana Aladağlar’da yurt yangını oldu, gencecik kızlarımız cayır cayır yandı. Kimse sorumluluk üstlenmedi, kimse hesap vermedi, kimse istifa etmedi. Emin olun eğer o olay sağlıklı şekilde soruşturulabilseydi yıllar sonraki Kartalkaya yangını da yaşanmazdı. Benzeri çok alan ve olay var, deprem, sel, maden kazaları belirli periyotlarla tekrarlanıp duruyor… Vatandaşımızın, “Allah korusun”; siyasetçimizin “kader” dediği kısır döngü dönmeye devam ediyor…

D.D: Rezzak Oral için, “İflah olmaz bir Trabzonspor taraftarı” diyorlar, neden?

R.O: Hah şöyle güzel konulara gelelim biraz. Evet iflah olmaz bir Trabzonsporluyum gerçekten. Genelde takım taraftarlığı aile-akraba-arkadaş etkisinde çocuk yaşlarda şekillenen bir konudur. Ama benimki öyle değil. Ben takımımı bilinçli seçtim diyebilirim. Benim ailemde Trabzonsporlu olan tek kişi bendim. Babam futbola uzaktı, kardeşlerim de yukarıda dediğim etkilerle Galatasaraylıdır. Benim ergenlik yaşlarımı yaşadığım Tarsus’ta da genellikle bugün üç büyükler olarak adlandırılan takımlar revaçtaydı. Ama o yıllarda Trabzonspor bu üç takımın hegemonyasını, tekelini RUH VE BAŞARI odaklı şekilde yıkan bir kadro oluşturdu. Adeta futbolda ezilmişlerin, Anadolu’nun, paranın karşısında amatör ruhun temsilcisi oldu. Ben de bu takımı tamamen devrimci duygularla tutmaya baladım ve hiç pişman değilim. Trabzonspor’un özünü oluşturan o kadronun ruhu bugün Türk futbolunun da ihtiyacı olan gerçek ruhtur. Milyon milyon dolarlar harcanan, saçılan yabancı futbolcu ve teknik yöneticilerin geçici başarıları yerine altyapı ve yerel olanaklarla kalıcı başarıların hedeflenmesi gerekir. Bunun için örnek yine Trabzonspor bünyesinde vardır. Trabzonspor U-19 takımı bu yıl ilk kez UEFA gençlik liginde yarı finale kalmıştır, halen şampiyonluk yolundadır. Trabzon’un iki köklü lisesi iki kez dünya şampiyonu olmuştur. Trabzonspor bu ruhu ile aynı zamanda kıt bütçeleri ile Anadolu’daki birçok şehir takımına da mücadele örneği olmaktadır. Bir kentin taraftarlık oranında Trabzonspor İtalya’nın Napoli takımı ile birlikte dünyada ilk iki sırayı almaktadır. Ancak Trabzonspor’u Napoli’den ayıran fark sudur: Napoli’yi sadece Napolililer tutarken; Trabzonspor bugün Sidney’dan Pekin’e, Newyork’tan Abudabi’ye dünyanın hemen hemen her kentinde özlemle/inatla takip edilen bir takımdır. Bunun nedeni de kuruluşundan gelen o devrimci ruhtur…

D.D: Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Son olarak bizlere ve okuyucularımıza neler söylemek istersiniz?

R.O: Öncelikle ben teşekkür ederim bu olanak için. Söz okuyucularına ve oradan da genel olarak genç kardeşlerime söyleyeceğim şudur: Hayata, siyasete ve topluma karşı “soru soran, itiraz eden, sorgulayan” bir tavır sergilesinler. Ortaya, muhataba veya kendi kendine bile soru sormak çok şeyi değiştirebilir…

RENGİNİ RENGİMDEN AYIR

Bir Eylül daha geçti,
Yaşanmadan.
Bir Eylül daha geçti,
Sararmadan…
Yaşanamamış özlemler,
Çokça yaşanmış yalnızlıklar,
Kurtarmaz artık bizi
Gökyüzünün maviliği,
Ve her anı secdeye değer anılar…
Nasıl geçecek son faslımız bilinmez,
Bilinmez mi ses vermeyen
Yıldızın rengi!
Ey yüzümü kızartan mahcubiyet,
Çık artık ruhumun renginden,
Rengini rengimden ayır,
Ben artık kendimi yaşamak istiyorum
Kendimi
Kendimi
Yani Sonbaharı.

Rezzak ORAL (Eylül 1995)

Arkadaşlarınızla paylaşın

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Sitemizden en iyi şekilde yararlanmak için lütfen reklam engelleyicinizi kapatınız.