Göbeklitepe’nin taşlarına baktığında insan, binlerce yıl öncesine ait bir sessizliğin içinde konuşan dilleri duyar gibi oluyor. Bu diller, kelimelerle değil, sembollerle kurulmuştu. Yılanlar, tilkiler, akbabalar, yaban domuzları, spiral çizgiler… Hepsi bir araya geldiğinde yalnızca bir avcı-toplayıcı topluluğun yaşamından izler değil, insan bilincinin evrenle kurduğu en eski iletişimi anlatıyor. Göbeklitepe’yi anlamak aslında insanın kendi bilinçaltını anlamaya çalışmak gibi çünkü orada taşlara kazınan her figür, bir düşüncenin, bir duygunun ya da bir ritüelin yankısı gibi.
Son yıllarda yapılan araştırmalar Göbeklitepe’nin yalnızca bir tapınak değil, aynı zamanda gökyüzüyle bağlantılı bir gözlem alanı olabileceğini ortaya koyuyor. 2024 yılında yapılan bir çalışmada, bazı sütunlardaki “V” biçimli çizimlerin, güneşin yıllık döngüsünü takip eden bir takvime işaret edebileceği öne sürüldü. Her kazı, buradaki taşların sadece dini ya da toplumsal anlamlar taşımadığını, aynı zamanda evreni gözlemleme çabasıyla şekillendiğini düşündürüyor. Bu da Göbeklitepe insanının gökyüzünü, yıldızları ve zamanı bir ritüel diliyle çözmeye çalıştığını gösteriyor.
En sık görülen sembollerden biri yılandır. Yılan, hem tehlikeyi hem de bilgeliği anlatan çift yönlü bir figürdür. Derisini yenileyen bir canlı olarak yaşam-ölüm-yeniden doğuş döngüsünü temsil eder. Bu yüzden bazı araştırmacılar, Göbeklitepe’deki yılanların “toprak altından doğan ruhun yeniden yükselişini” anlatıyor olabileceğini düşünüyor. Tilki figürleri ise farklı bir anlam taşır. Tilki, hızlı, sezgisel ve zeki bir hayvandır; bazı sütunlarda insan figürlerinin kemerinde yer alması, onun kişisel bir koruyucu ya da ruh rehberi olarak görüldüğünü düşündürür. Bu da Göbeklitepe insanının sadece doğayı değil, doğanın ruhunu da anlamaya çalıştığını gösteriyor.
Bazı taşlarda akbaba veya büyük kuşlar başsız insan figürleriyle birlikte betimlenmiş. Bu sahne, birçok araştırmacıya göre bir tür ölüm ritüelini temsil ediyor. Belki de ölen kişinin ruhu, kuşun kanatlarıyla gökyüzüne taşınıyordu. Mezopotamya’daki benzer inançlarda kuş, ruhun taşıyıcısı sayılırdı; Göbeklitepe’de bu anlayışın erken izleri olabilir. Yaban domuzu ise gücün, direncin, topluluk enerjisinin sembolü gibi duruyor. Onu betimleyen taşlar, avcıların değil, toplumun ortak iradesini anlatan bir anıt gibi.
Spiral ve dalgalı çizgiler de zaman zaman karşımıza çıkıyor. Bu semboller, yalnızca süsleme değildir; evrendeki döngülerin, zamanın, yaşamın kendi içindeki ritmin ifadesidir. Modern araştırmalarda spiral, hem kozmosun hem de insanın iç dünyasının ortak dili olarak görülür. DNA’nın yapısından galaksilerin formuna kadar her şeyin spiral bir yapıda olması, bu sembolün derin bir anlam taşıdığını gösterir. Göbeklitepe insanı, belki farkında olmadan bu evrensel formu taşlara kazıyarak evrenle içsel bir uyum kurmuştu.
Tüm bu sembolleri bir araya getirdiğimizde, Göbeklitepe’de yalnızca taşlara değil, insanın bilincine kazınmış bir hikaye ortaya çıkıyor. Bu insanlar, doğayı gözlemliyor, hayvanları anlamlandırıyor, gökyüzünü takip ediyor ve tüm bunları sessiz bir dil haline getiriyorlardı. Belki dua ediyorlardı, belki teşekkür ediyorlardı, belki de yaşamla ölüm arasındaki o gizemli bağı çözmeye çalışıyorlardı. Her taş, bir cümle gibi. Her hayvan, bir düşünce gibi. Her sembol, bir ruh hali gibi.
Bugün o taşların önünde durduğumuzda aslında kendi kök bilincimizin yankısını duyuyoruz. Çünkü Göbeklitepe yalnızca insanlık tarihinin başlangıcı değil; bilincin gökyüzüne bakmaya başladığı ilk andır. Taşlara kazınan bu figürler, bize insanın evrenle konuşmayı ne kadar erken öğrendiğini fısıldıyor. Gökyüzüne konuşan dillerin sırrı da işte tam burada gizli: Kelimelerden önce, insan taşla ve yıldızla konuşmayı biliyordu..
Yazan Hazal Merisana
#anunnakisümertanrıları

