
Merhaba sevgili okur,
Bu haftanın şair konuğu sevgili Aylin Özer 3 Mart 1975 tarihinde Çanakkale ‘de doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Mersin’in Silifke ilçesinde tamamladı.
Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji bölümünde lisansını yapan Aylin Özer gazeteci bir öğrencisinin ısrarı ile bir internet gazetesinde bir yıl boyunca köşe yazarlığı yaptı.
Toplumsal, siyasal, felsefi, kadın ve çocuk hakları konuları ile ilgili yazılarının beğenilmesi üzerine şiirlerini çeşitli dergilerde yayımlamaya başladı.
Şiirleri ve denemeleri;
Berfin Bahar, Nif Sanat, Aksi Sanat, Habere Değer, Son Gemi, Kirpi, Kadın Hareketi gibi dergilerde yayınlandı. Şiirleri hiç yayınlanamayan şair bir babanın kızıydı ve şiirle büyüdü.
Babasına ölürken verdiği sözü tuttu ve kendi doğum gününde Serçe Telaşı isimli ilk şiir kitabını yayınladı. İkinci kitabı Serçe Baladı da 2020 yılında Klaros Yayınları’ndan çıktı.
Bir kız çocuğu sahibi olan Aylin Özer Beyoğlu Tersane-İ Amire Anadolu Lisesi’ nde felsefe grubu öğretmeni ve müdür yardımcısı olarak çalışmakta ve bir felsefe kitabı hazırlığındadır.
Aylin Özer’in şiir üzerine düşünceleri;
Yazmak benim tek özgürlüğüm. “ diyerek başladım yazmaya ve şiire. Kendimi anlatabildiğim ve var edebildiğim tek ses, şiirdi belki de . “Şiir, edebiyatın havai fişeğidir ve bir patlama ile tüm yıldızları ruhunuza indirir.” Bir zamanlar böyle karalamışım defterime. Hala tıpatıp böyle düşünüyorum. Yazarken içimde bir fişek alev alıyor, varabileceği en üst noktaya varıyor ve büyük bir gürültüyle yıldızlarını kağıda bırakıyor.
Yazı yazmaya başladığım zamanlarda deneme de yazdım, makale de, öykü de. Ama hem şiirden aldığım hazzı onlardan alamadım, hem de özellikle öykü ve denemelerimde şiir dilini kullandığımı fark ettim. Bu her okurun hoşuna gitmeyebilir ama şiir de herkesin hoşuna gitsin diye yazılmaz ki zaten! Herkesin hoşuna gitmeyen bu şey, benim yaşam sebebim oldu.
Şimdi gördüğüm her çocuk, işittiğim her kuş sesi, aldığım her nefes an geldiğinde şiirde uyanıyor. Ve ben hep şiirde uyanmak için yatağa giriyorum.
İmgenin kendini en iyi gösterdiği yapıtlardan biri şiir, biri de resim sanatıdır. Aynı şeyi roman ya da öyküde bulamayız. Çünkü onlar bazen daha gerçekçi, bazen daha masalsı, bazen daha sürrealist, bazen de toplumcudur… Ama şiir her zaman imgesel ve duygusaldır.
Resimler iyi şiirdir ve şiirler iyi resim. Bir sanat eserinin iyi’liğini toplum, bohem sanatçılar ya da ödüller belirlemez.
İyi’liği ancak zaman ve ölüm belirler. Çünkü estetik süje zamanda ölemeyendir. İyi şair tüm bunların dışında hissettiğini zeka ve imgelem gücüyle birleştirebilendir de aynı zamanda. Yaratıcı zekası, düş gücü, sezgileri, birikimi, gözlem yeteneği ama en önemlisi de duygusu yerli yerinde olandır.
Yanlış anlaşılmasın! Yerli yerinde derken; kuralcı olmasını kesinlikle kastetmiyorum. Bilakis kuralı kendi koyandır. Şiirin yasama organı şairin kendisidir.
Şiire ruhumu teslim ettiğimden ve elime sözcükleri, imgeleri aldığımdan beri çok şiir okudum ve çok şairin hayatını inceleme fırsatı yakaladım. Rilke’den Ahmet Şamlu’ya, Plath’den Bilitis’e, doğudan kuzeye, kuzeyden batıya. Ve tüm bu okumalarım sonunda şunu fark ettim ki; şiir, şairin hayatıyla örtüşmedikçe bende kalıcı bir iz bırakmıyor ve içimde beni sürekli acıtan bir yara olmuyor.
Nilgün’ün, Furuğ’un, Didem’in verdiği acı ve haz diyalektiği üzerine eklemeler elbette ki yaptım. Ama sırf şiir yazmak için yazılmış, kurallara ve imge üretme tekniklerine sıkı sıkıya bağlanmış (çoğuna göre mükemmel ve ödüllü, bana göre duygusuz ve pragmatik) şiirlerde şiire sunduğum ruhumu yine şiirle besledim. İşte bu yüzden iyi şiir, şairinin tümörünü bize yansıtan şiirdir (!)

GALİLEO YANILIYOR
şiirin karanlık çağındayız
ruhlar vebalı..
bir şair kadının elleri giyotinle kesiliyor cadı diye.
yakılıyor imgeleri
ortaçağın tanrısızlığında.
kelimeleri öldürülüyor
cellat; zaman..
şiirin karanlık çağındayız
imgeler; yobaz
dinler; din üstü
şiire uzanan eller kafir,
dogmalara tutsak bir dil,
masumiyet iki sözcük arasında:
sevişmek günah!
tanrı terk ediyor meryem’i
meryem isa’yı
isa musa’ya küs
musa adem’e
nuh ardına bakmadan gemiye biniyor
zürafalar şaşkın
şiirin karanlık çağındayız
aşure gibi her şey karmakarışık!
matbaa bulundu oysa
tüm coğrafi keşifler de sömürüldü
burjuva, zenginliği ile kitapçı raflarında
reform yarı uykulu
rönesans korkak
şairler; nostradamus’un kehanetleri
şiirin karanlık çağındayız
galileo yanılıyor
şiir parlak ve pürüzsüz!
Papa soytarı!
**
MUTLU NOELLER
bir bardak karanlık koydum yıldızların altına
karanlığı tek yudumda içti yalnızlık
salyaları boşalırken ağzından.
küf kokuyor,
adresli bir kimsesizlikte boğuluyordu nefesi..
daktiloya çektim marmara’nın ürpermiş kalbinden acıyı.
bağdaş kurup oturdu içime hem acı, hem nilgün.
önceleri kötü bir ev arkadaşı olduk onunla.
zamanla derviş belledim hiç’liği.
döndüm semasında ölümün.
sarhoş sözcükler debelendi dilimde.
bitkin adımlar attım,
ölgün yüzlerde ölümü aradım.
bir tinercinin yüzünde cenneti gördüm
bir çocuğun ağlamasında öldüm.
imgeler soydum bir narı açar gibi.
noel ağacı yaptım yırttığım kırmızı kağıtlardan..
kibritçi kız son kibritiyle onu yaksın
dünya şiirle ısınsın istedim.
kar yağıyor !
üşüyorum nilgün!
**
UZAM
sonra taşlar da uyudu
ve gece bir kayaya dönüştü
melekler çekildi evlerine
ölüm; erkenci kuş
sabaha kadar tünedi
yalnızlığın sahiline
sesler çarptı balıklara
sırtüstü yüzmeyi öğrendi kelebek.
çanlar çaldı uzak mezarlıklardan
önce kelebek gömüldü
sonra balıklar
ağaçlar izledi olup biteni
şaşkındı tanrıça minerva
‘’ öl ‘’ dememişti henüz
ve ölüm onu dinlememişti
sonra taşlar uyandı
gece kırıldı
melekler gürültü ile uçtu
sahil balıklara, balıklar sahile karıştı
etrafta ne kelebek ne de ağaç !
yer tanrıdan tanrı yerden ayrıldı.
sonra her şey bir uzamda kayboldu.