Merhaba sevgili okur,
Bu haftanın şair konuğu sevgili Sezai Sarıoğlu.
KÖZ GEÇMİŞİM
“evde şarkı bittiğinde annem komşuya şarkı almaya gönderirdi
evde komşu bittiğinde annem şarkılara komşu almaya gönderirdi”
Sezai Sarıoğlu. 1950 yılında Ordu/Ünye’de doğdu. 12 Eylül 1980 öncesinde Fatsa’da ve Sinop’ta öğretmenlik yaptı. 1979’da, devletle yaşadığı şiddetli geçimsizlik nedeniyle öğretmenlikten istifa etti. 12 Eylül Askeri Diktatörlüğü’nden sonra üç yıl gizli yaşadı. 1983’ten sonra değişik askeri (c)ezaevlerinde siyasi tutuklu ve hükümlü olarak yaşadı. Tahliyesinden sonra, 1990’larda dergiciliğe ve gazeteciliğe başladı.
Özgür Gündem’deki yazılarından oluşan denemelerini “Terspektifler” adıyla kitaplaştırdı. Söyleşilerden oluşan “Doğusu Batısı Olmayan Sözcükler” kitabıyla Musa Anter Gazetecilik Ödülü’nü ve ÇGD (Çağdaş Gazeteciler Derneği) ödülünü kazandı.
Birikim, Söz, Öküz, Sombahar, Ludingirra, Varlık, Pitoresk, Yaratım, Uç, V Özgürlük, Yasakmeyve, vs. gibi şiir dergilerinde şiirleri ve şiir incelemeleri yayımlandı.
Türkiye’de ve değişik ülkelerde, tek kişilik “Annemin Şarkı Sandığı” isimli şiir dinletileri gerçekleştirdi.
İletişim Yayınları’ndan “Nar Taneleri/Gayriresmi Portreler” isimli sözlü tarih kitabı 8. Baskı yaptı. İstanbul/Kadıköy’de, yedi yıl “Nehir Muhabbetler” başlıklı, konuklarıyla, edebiyat, mizah, şiir, sinema, tarih vs. üzerine etkinlik yaptı.
“aşk dediğin haram olur” isimli şiir kitabı bir yıl içinde 7. baskıyı yaptı. 5. baskı yapan “kurutma kâğıdı” kitabıyla TTB (Türk Tabipler Birliği’nin düzenlediği Behçet Aysan Şiir Ödülü’nü kazandı.
Edebiyatın yanı sıra değişik konularda (Kıbrıs, Tarihi Sinop Hapishanesi) sözlü tarih çalışmaları sürdürüyor.
15 yıldır yurt içi ve yurtdışında “Tanışmak ve Yeniden Tanışmak” başlıklı anlatı- dinletiler yapıyor… Corona öncesinde Kadıköy BOA SAHNE’de, aylık anlatı-dinleti ve hikaye anlatıcılığına başladı.
TYS (Türkiye Yazarlar Sendikası) üyesi…
NARistanbul’da yaşıyor…
NAR’ın dedesi…
“evde dil bittiğinde annem komşuya dil ve iyilik almaya gönderirdi
evde şiir bittiğinde annem dillere şiir ve iyilik almaya gönderirdi”
**
SEZAİ SARIOĞLU’NUN ŞİİR ÜZERİNE DÜŞÜNCELERİ;
SİYASET SANATTAN VE ŞİİRDEN ÖZÜR DİLEMELİDİR”
Her şeyin tanımlandığı ve tanımların mutlak hale geldiği dünyada, şiir ve aşk için bir tanım bulmak ne mümkün ne de gereklidir.
“Sabit kalem” icat olmadan önce dolmakalemle yazılan yazıların üstüne mürekkebi dağılmasın diye konulan “kurutma kâğıdı”, mürekkebin yayılarak yazının estetiğini bozarak okunmamasına çareydi. Bu objenin bende “kurutma kâğıdı” olarak mecaza dönüşmesi ise “barutun havladığı” savaşların yanı sıra, “doğanın çobanı” olması gereken insanın kendini “eşref-i mahlukat olarak ilan edip, “çıkmaz bir lekeye” dönüşmesiyle de ilgili.
Kişi başına düşen aşk ve şiir miktarı yerine milliyetçilik ve devlet miktarının giderek çoğaldığı bir dünyada, dönmeyi unutan aklına gelince de yanlış dönen bir dünyada, yanlış yaşayan ve yanlış yaşlanan dünyalılara şiire sığmanın ve sığınmanın ötesinde, aslolanın şair olmak değil şiir olmak olduğunu önce kendime sonra okurlara hatırlatmak isterim.
Rızayla veya zorla hizaya geçiren devletler “unutturur”, şiir ise hatırlar ve hatırlatır. Şiirlerim “Şiir, aşk ve devrim yaradır, yaraların beyanı esastır”olarak da okunabilir. Şair şiir yoluyla ve şiirin imkanlarıyla hafıza mekanlarını, hikayeleri ve yaraları güncelleştirmek ister. Benim şiir külliyatımda hem dipte hem de yüzeyde olan esas imge “yara”dır. İnsan hiçbir zaman iyileşmeyecek varoluşsal bir yaradır ve şiir baş etme biçimlerinden biridir. Şiirlerimin felsefi kurgusu “insandan” ve “insan kavramından” şüphelenmeye dayanır. Diğer varlıklar karşısında kendini “eşrefi mahlukat” ilan eden teolojik algı da, insanı akıldan ibaret kılan modernizm de, “aslolan insandır” lafıyla delilleri karartır.
Ben şimdiki gülcü ve mendilci çocuklar gibi sokaklarda büyüdüm ve kendimi ergen/erken yaşta devrimin dizi dibinde doğdum. Bu yaşıma geldim (73), dünyayı yorumlamanın ve değiştirme hevesim, ısrarım ve inadım sürüyor. 12 Eylül sonrasında cümle içinde çok az kullanılsa da, benim için “Devrim” ve “Sosyalizm” kıymetli ama tabu-tapu olmayan sözcükler. Dil içinde bir aşk hali olan şiir, bizi tabusuz-tapusuz aşklara davet eder. Günün birinde dünyalıların tüm dilleri ve sözcükleri unuttuklarını düşünelim; şiir sözcüğünden başlayarak yeniden başlamak mümkün…
Hayat hikâyelerimiz, okuma maceralarımız sözcüklerden de oluşuyor. Torunumun ismi olan “Nar”, mitolojik bir öğe dışında halkların bereket sembolü. (“Nar dedi ki çatmaya gidiyorum”) Değişim ve dönüşüm, hem bereket hem de mücadele anlamında “çatlamakla” da ilgilidir. Öte yandan şiir “bastırılmışlığın geri dönüşüdür” ve hafızamızın çekmecelerinde sakladığımız sözcükler geri dönerek şiire dâhil olur. Şimdiki sokak çocukları gibi sokağa düşerek büyüdüğüm için sokağın bilgeliğini, sokak sözcüklerinin kıymetini küçük yaşta öğrendim. Sözcüklerin ev hali, oda hali başka, sokaktaki hali başkadır; evde devlete, sokakta devrime yakındır sözcükler. Hapishanede tek bir sözcükle yıllarca direnebilirsiniz. Bir zamanlar sokakta düşürüp kaybettiğim sözcükleri şiirlerimde bulmamdan doğal ne olabilir.
Ben iki yaşımdayken şizofren olan, ud çalıp şarkı söyleyen bir annenin çocuğuyum. İmge veya mecaz denen şeyi, onun sayıklamalarından, her çocuğu için okuduğu şarkılardan ve zaman zaman bize söylediği hafızamın çekmecelerinde sakladığım cümlelerden öğrendim. Bir gün bizi mahallemizdeki soluklanma taşlarından birine oturtup, tek tek her birimize ait özel şarkıyı okuyarak saçlarımızı tararken “Biliyor musunuz çocuklar, babanız benim şeklimi ve ruhumu bozdu” demişti. Bu cümle, hem şiir, hem hikaye ve masal olarak yaşadı benden…
“Korkuyorum yaşayamadığım sözcüklerle konuşmaya” demem de geçsin kayıtlara. Benim, kimliklerimizi oluşturduğumuz bilgilere ve elde ediliş tarzına ve kutsallaştırılmasına itirazım var. Diğer türlerin kalbini kırmak pahasına şiiri kıymetlendirmek için söylenen “Şiir edebiyat ötesidir!” vurgusunu bir yere kadar anlarım. “Şair şiirin şiir şairin nesi olur?” sorusunun cevabı henüz ortada yok! Yıllar önce bir makalemde geçen “Şairlerin en kötü şiirleri hayatlardır!” cümlemi, şiir arastasında kimse üstüne almayınca cümle bana kaldı!
“İnsandan” şüphelenen benim gibi bir heveskârın kendim dâhil şairlerden şüphelenmesinden doğal ne olabilir. Tekrar edersem, “Şairlerin en kötü şiir hayatlarıdır!” cümlem “edebiyat yapmak” değil bir durum saptaması… Şair ile şiiri arasındaki mesafeyi mutlak veri kabul etmek sorunlu, şiiri üzerinden şairin vukuatlarını bağışlamak daha sorunlu. Bu bakışla, şairin şiirine yenilip mahcup olmayacağı, şiir ile şair arasındaki mesafenin “sıfırlanacağı” o günleri tasavvur edemeyiz. Birer tarihsel kategori olan ulusları, devletleri, dilleri sabitleyen “köken merkezli” poetikaların ve politikaların aşılması “hemen şimdi” başlamalıdır ki “gelecek odaklı tarih/devrim” fikriyle baş edelim. Asimilasyonu ve inkârı reddederek, dillerin ve anlamların değişip dönüşeceği, birbirinden anlam alıp anlam vereceği, ulus ve devlet sınırların aşılacağı bir dünya tasavvur etmezsek şair/şiir neden var? Şair ve şiiri “kutsal aile/devlet” haline getirildiğinde “ego/iktidar” merkezli bir hayat başlar ki, şiir “sihirli evrak” değil emlak olur. “Şiir, edebiyat kilo yapmaz ama egoyu şişirir dikkat!” diyorsam tek kişilik “şair devletler” itirazımdandır. Şiirde ve siyasette, tabuya-tapuya dayalı iktidar odaklı yaşamakla, özgürlük odaklı bir varoluş arasındaki yaman ve zaman çelişkidir bu. Devletlerden mi taklit alacağız, devletlerden uzun süren dillerden ve özgürlüklerden mi?
Şiir bir başka yanıyla bizi tanışmaya ve tanıştığımız her şeyle yeniden tanışmaya davet eder. Bu da bizi sürekli anlam alışverişine davet eder. Şu bilgi de geçsin kayıtlara: Metaphora “imge” demektir. Günümüz Yunancasında “taşıtlara” METAPHORİKOS denmesi rastlantının ötesinde okumaya davet eder bizi. Çünkü, metafor da taşıt gibi, okuru anlam yolculuğuna çıkarıp bir yerden bir başka yere götürür. Bu yolculukta, bazı yolcular bazı duraklarda inerken bazıları biner. Kötülük toplumu ve kötülük dayanışmasıyla şiirler yoluyla da baş etmek, keyif ve keşfi içeren bir anlam yolculuğudur. İnsan sadece özgürleşmek için değil iyileşmek için de yazar. Şiir bu yanıyla travmalarımızla da baş etmenin yollarından birdir…
Bazı dönemlerde, andaki gerçek ile şiir arasındaki çelişkiyi üstlenmek, güncel gerçeklerin şiire dönüşmesi için olayın, sözcüklerin “bekleme odasına” alınması gerekir. Derdi olduğu için yazan ve okunmasını isteyen yazar için güncel bir olayın, sözcüklerin, zihinde ve kalpte mayalanması önemli. Sıcağı sıcağına yazmanın riskini anlayabilirim. Ama istisnalar kaideyi bozar. O halde mesele her zaman zamana havale edilemez; şair Duygu Kankaytsın’ın cümlesiyle “Mesele zaman olamaz. Mesele nasıl oluyor olma hali.”
İnsan bir rivayetten ibarettir. “insanın sonuna kadar yürüdüm, sonra bildim anladım; insan da bir yere kadar” dizemden hareketle, “Şiir de bir yere kadar!” diyebilirim. Her şey değişir dönüşür, doğar, büyür ve ölür. Önemli olan güzel ölmek! Daha doğrusu güzel sönmek… Beni şua an ilgilendiren makro ve mikro iktidarların tersi olan şiirin, dünyayı yorumlama ve değiştirmenin asli ögesi olması gerektiğidir.
Marx 11. Tez’inde “Benden önceki filozoflar dünyayı yorumlamakla yetindiler, aslolan onu değiştirmektir” demişti. Lakin, yaşanan yerel ve evrensel deneyimler, bunu siyasete indirgeyip çöktüler. Bu gün anlamamız gereken, dünyayı yorumlama ve değiştirmenin, siyasete, bir siyasete, partiye bırakılamayacak kadar ciddi bir düş olduğunu anlamaktır. Dünyayı yorumlamak ve değiştirmeye, sanatı, şiiri, edebiyatı, mitolojiyi, felsefeyi vb. katmadığımızda aynı şeyleri yaşayacağımız kesin. Bu nedenle özgürlük ve adaletten yana olan siyasi kolektifler şiir/edebiyatın siyasetten eşitlik talep ettiğini bilinciyle, sanattan ve şiirden özür dileyerek yeni bir başlangıç yapabilir…
Kendi kısa hissesi uzun bir anekdot ile bitirmek isterim.
Yıllar önce İstanbul Kitap Fuarı’nda rastladığım çocuklar, şeklimi ve kim olduğumu merak edip etrafımı sarınca yere oturup onlara teslim oldum. Öğretmenleri şair olduğumu söyleyince çocuklar iyice meraklandı. Onlara Can Yücel’in “Bana Bir Varmış de/ Bir Varmış Bir Yokmuş deme/ İçime dokunuyor” dizelerini öğretip koro ve solo seslendirdik. Sonrasında çocukların bazıları, sakallarımı örmeye çalıştı, bazıları ne olduğunu anlamak için sakallarımı aralayıp içine baktılar. Bir zaman sonra yorulup kenara çekildiklerinde, kenarda olup biteni seyreden bir kız öğrenci, çekinerek yanıma yaklaştı. Sonra da itina ile saçımı sakalımı aralayıp kulağımı bulup eğilerek “Şiir iyi bir şey mi?” demez mi?
Sahi, şiir iyi bir şey mi?
**
YARA TAKASI
ağaç bana yaralarını gösterdi
ki ben budak sanıyordum
ben ağaca yaralarımı gösterdim
ki o yaprak sanıyordu
gül gibi geçinip giderken
yer değiştirdi yaralarımız
yarama ne kadar uzak bakarsam
ki o kadar dağlara yakın
yarasına ne kadar yakın bakarsa
ki o kadar sulara uzak
ağaç bana uzağını gösterdi
ki ben yakın sandım
ben ağaca yakınımı gösterdim
ki o uzak sandı
ağaç ve ben
hem budak hem yara
**
SUS PAYI
her beden suyu özler
dışımıza sıkılan sudan
içimizdeki kuyunun haberi vardır
siz akarak susun
ben damlayarak söyleyeyim
uslandıkça cevap
ıslandıkça soru oluyor insan
içimde miyim
uçmayı unutan kuş diyor ki
kanadını ödünç ver ki bileyim
uçup konamayan dil durur mu
her âşık ateşe uğrar
soyunur ve dökünür
saçlarını tersine taradığımız tarih
bizi bağışlasın ki
ateşe aşk, aşka ateş gitmek
suyun tabiatına uygun
otuz kuşun huzurunda söylerim
içimden söylerim ama söylerim
paçamızda tutuşan aşktan
bacamızdaki külün haberi vardır
**
KAYBIN ANAHTARI
yanlışım varsa kalbim düzeltsin
her cumartesi zil yerine tambur çalınan
mektebin tarih kapısı önünde
acıya toplanınca özeliz, kuşlara zeyl âh
gözlerim düzeltsin yanlış bakmışsam
bir kayıp semahıdır her cumartesi
toplanıp göz göze geldiğimizde
yer verip tellere konarken kuşlar
diz kırıp oturur, dil kırıp susarız
yerle gök arasında misafirlikte
ne biz kuşlardan fazlayız ne kuşlar bizden az
uçakona dar acıda eşitlendikçe güzeliz âh
kuşlardan payımıza düşen attar diliyle konuşur
çağırırız sessiz harfleriyle dillerin
benim kızım su
benim oğlum ağaç
benim çocuğum dağ
kaybın yasını tutmaktan duaya dönmüşüz sanki
sözlerimizde doğa düzeni her cumartesi
kuşların oturduğu yerde susunca ne güzeliz tanrım, ne güzeliz
herkesin gözü kendine ayna, göz yasıyım pencerelerde
sofraya her öğün tabak koymanın lokman lokması
her gördüğümüzü çocuklarımıza benzetmenin âhıyım artık
elbiselerini yıkamamanın gizlice koklamanın bitmez sılası
büzüşmüş dudaklarla yetimöksüz ağlamanın bitmez ömrüyüm
benim oğlum su
benim kızım dağ
benim çocuğum ağaç