KÜLTÜR SANAT

Neslihan Dağlı ile Seçkin Şiirler’de Tarkan Toka

Merhaba sevgili okur,

Bu haftanın şair konuğu sevgili Tarkan Toka 1976 yılında Ankara’da doğan yazar, ortaokul ve lise eğitimini Galatasaray Lisesinde tamamlamıştır.

Lise yıllarında tesadüfen tanıştığı Can yücel sayesinde Fransızca çeviriler yapmaya başlamış, daha

sonra bu işi profesyonel bir düzleme taşımıştır. Üniversite eğitimi için gittiği yurt dışı yıllarında birçok

yeraltı edebiyatı dergisine Türkçe yazdığı yazıları içi kan ağlayarak Fransızcaya çevirmiş ve yayınlatmıştır.

İçi kan ağlamıştır çünkü az çok çeviri mantığını bilen her insan şundan emindir ki orijinal metin başka bir dile çevrildiğinde %40 kayba uğrar. Yazar hâlen ABD ve Fransa’da yayınlanan birçok yeraltı edebiyatı dergisinde düzenli yazmaktadır.

Ayrıca Profesyonel editör ve çevirmendir. Yaklaşık 800 eserin bizatihi editörlüğü yapmış olan yazar San Francisco Banned Publishing House ve Paris Diffisionda baş editörlük yapmıştır.

Türkiye de yaşayan yazar, Öteki Yayınevinin editörlüğünü yürütmektedir.

Bunun yayında 1997 yılından beri İngiltere, Amerika ve Fransada 600 ün üzerinde edebi çeviri ve 1500 ün üzerinde editörlük hizmeti vermiş olan Underground Editorial Group (UEG) üyesi ve yöneticilerinden biridir. UEG beş üyesi dışında tamamen yerli ve bağımsız bir gruptur.

Son yıllarda Türkiye de de faaliyet göstermektedir.’’

Tarkan Toka’nın  şiir hakkındaki görüşü;

Edebiyatın belki de en fazla tartışılan alanıdır şiir. Bunun nedeni, şiirin yapısal olarak tamamen öznel

bir tarza sahip olmasıdır. Uzun şiirler vardır. Kısa şiirler. Bizden olan şiirler. Bizden olmayanlar.

Anlayabildiğimiz şiirler. Anlayamadığımız şiirler. Hiçbir kurala ve kalıba sığmayan şiirler. Bu anlamda

şiir okuyucuya hem fazlasıyla alternatif sunar, hem de çok değişik tatlar arz eder. Şiire bu gözle

bakmak lazım. Şiirde mutlak güzellik yoktur. Ya da mutlak kalite.

Şiir yüzde yüz öznel bir tarzdır. Bu anlamda şiirin eleştirilmesi de anlamsızdır. Çünkü her insanın tat aldığı şeyler farklıdır. Örneğin kimi rock müzik sever, kimi sanat müziği. Şiire de bu gözle bakmak lazımdır. Yazar açısından ise şiir, yazarın kendini en özgür biçimde ortaya koyabildiği bir alandır. Şiirde yazar, aslında diğer edebiyat dallarından daha fazla kendisi olur.

Ben şiire bu gözle bakıyorum. Kendi şiirsel anlayışım farklı kültürlerde yetiştiğim için bir nevi karma bir kültürel coğrafyayı ortaya koyar. Orta Doğudan çıkıp batıya doğru uzanır.

Ve belki de çok batıya. Ve belki de yeraltına, bu Yeraltı kelimesi sanırım benim şiirimi en iyi açıklayan kelimedir.

Ötekilerin dili olmaya çalışıyorum. Çok ötekilerin ama… Bunu yaparken de tarihten, sosyolojiden, felsefeden, pozitif bilimlerden ve özellikle ezoterizmden fazlasıyla beslendiğimi söyleyebilirim. Okuyucuya bilgi vermekten ziyade şifre vermeyi tercih ediyorum.

Okuyucu o şifreleri takip etsin ve açtığı her kapıda farklı bir kütüphaneyle karşılaşsın.

Burada benden daha fazla okuyucuya iş düşüyor. Okuyucu bir nevi bilgi işçisi gibi hareket ettiğinde, şifrelerin peşine düştüğünde yeni bir dünyanın kapılarını aralıyor/aralar.

Bu kendimce ürettiğim bir misyon. Umarım faydalı oluyordur.

Yazarın yazılarının yayınlandığı Türkçe ve yabancı Dergiler;

Patika, Turunç Sanat, Kitaplık, Varlık, New York Underground, San Francisco Underground, Paris Underground, Souterrain Secret, Almanyalılar, New Beat Generation ve tüm DeepNet dünyası.

II

(Cut-Up)

Sadece yanlış olanı tercih etmeliydi mistizmin süfli biçimi, süvari neferleri, kelam âlimleri…

Ne kadar Luteran’dı karanlık çağın köylüleri, Atanasyus öğretisi, ödlek bilinmezciliği?

Kaç basamaktı Yakup’un merdiveni… ?

Dailerin ve insiyelerin gömüldüğü en güzel yerdi denizaltı deresi, her şeyden ve herkesten daha fazla ölürken Qazvin’in o altın nesli, Gülistan cenneti, Ârrani birlikleri…

Az olsak yeter miydi Aten kiliseleri, Grek safirleri, Oxus tepeleri?

Öyle acımasızdı ki Nizammülmülk’ün Âsurileri, tiranları, reisleri.

Hepsinde aynı Femoral Arter kesiği, aynı göz rengi, duvar nemi…

**

IV

(Cut-Up)

Uçurtmaydı çatı katıma süzülen. Kuyruğuna kasırga değmiş bir uçurtma…

Çit serçesiydim ben posta kutusunda.

Su dalgası kopardım saçlarından. Ağladım göğüsleri alınmış kadınların ardından. Yer kapladım boşlukta, kuantum tuhaflıklarıyla.

Bağımlı mıyım anne ben ağır yaralı öykülere? Zencefil sürsen şakaklarıma, havlu koysan sırtıma…

Çilek aroması bulaştı Ay’daki kraterine. Ne güzeldi fısıltına cepheden bakmak.

Dolaştım müzeni, üstüne kuma geleni. Terk etmedi insanlık duygum beni.

Mola yerlerinde unuttum seni. Yorgun insanlar biriktirdim içimde imzasız mektuplar gibi.

Kim söktü yürünmemiş kaldırımları? Kimin sancısı bu kâfur gibi beyaz?

Yatılmamış bir otel odasıydın sen. Kalbimde o yersiz rutubet, gövdemin bir yarısı, tuvalimdeki renk…

**

VI

(Cut-Up)

Yaşanılan en gizli yere girdim.

Sen ki benim kadınlar gezegenim, Türkmen aşiretim, sükût hâlim!

Bekleme artık sayrısı geçmiş hastaların kapısında.

Bekleme Judah’ta, Neokar’da, Sudan’da…

Ne mutlu annesinden hiç doğmamış olanlara, tarihin içinden geçen Afganlara, Kazak alaylarına, Harzem ve Pamir topluluklarına.

Aşina değilim litrelere, kilolara, onslara, pintolara.

Ne mutlu sana, Charon’a, imaj yazarlarına.

Ne kadar da çirkindi ahşap şadırvanlar Tebriz’den çıkınca: Bahai’de, Luristan’da, Atabeyler sarayında…

Alıştım artık işlek hatlarla süslenmiş İsfahan hanlarına, batının ritmiyle doğuda yaşamaya, Geyşa ve Luder’in büyük Moğollarına.

Alıştım şimdiki zamana, ağlamaklı mahvoluşlara; cav, miskal, şinik ve meskûn mahaller taşıyan kervanlara, nevbet borularına, hareli papyonlara…

Örtülü müsün hâlâ, Pekin yılları boyunca, Çar ile Mikado arasında?

Baş başa bırak beni rüzgâr tarafından bükülen ormanlarla.

Odamda çözülmemiş bir enigma; şurup, amber ve nebat dolu bir alaturka: Kitabü’ş Şifa…

Ölürüm belki de Şiraz’ın rahiyasıyla Şevval ayında; inanmak için sana, cihanın yarısına, hanedan armalarına, kum şarabına.

(Sevgilim!)

Ölürüm belki de birkaç sözcük sonra, ihtiyacım olan ıssızlığa kavuşunca…

**

VII

(Cut-Up)

Ağır bir şaryo dolaşıyor kirpikleri kudretten sürmeli Serafimlerin arasında.

Orada, Kefernahum’un tam ortasında…

Dublinli gibi bak bana. Yeni akımlarla, Rapunzel’in saçları parmaklarıma dolanınca…

Bırak bu linç biriktiren töresel farkındalığı, nalbantlara ve Apollon’a alışmış duyguları,

Babilik dergâhını…

Öyle ıslak ki Beytülmakdis kayası, yol kenarları, yaz insanları.

Şurada dursun Hazar’ın sonsuz yaşlara ulaşmış martıları, sözlü tradisyonlar, Mendel

Şeytan’ı…

Açlıktan mı bu buğdaysız tarlaların feryadı?

Kìtira’da kıtlık marşları, büzülmüş anne karnı, fosfor fırtınası… Ve bomboş soğan

pazarları, tütüncü camekânları, kalaycı tezgâhları…

/

(Hep yarım kaldım. Hiç tam olmadım.)

Gel dur önümde. Kedi tırnakları ektim dün gece obüslerin vurduğu bahçelere,

bereketle ilgili röliklere, korsanlar sahiline…

Hani marjinaller nerede? Hani eşyalarımıza bulaşmış o asalet ve sürünceme… ?

/

Alıştım işte abdest bozan güne, kırmızı devlere, beyaz cücelere, nova çetelerine.

Yetersizdi iaşeler, şamfıstıkları, bademler, tuzlu çekirdekler.

Yetersizdi Sanedrin’in karanlığından gelenler, rüştünü ispat edememiş mesafeli

bilgelikler, yaldızlı arabeskler…

Ah benim görkemli ülkem, mümin felsefem, küçük zerrem!

Bütün kara parçalarından daha güzeldin sen.

Bütün o soylu vazgeçişlerden, Keops ve Kefren’den, Güneydoğu gazellerinden

Daha güzeldin sen devirler sahibi nebilerden, Peru Brendisi’nden, özgürlükten görünmeyen tesirlerden…

( Sayıklamalar 1 ,9 )

Arkadaşlarınızla paylaşın

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Sitemizden en iyi şekilde yararlanmak için lütfen reklam engelleyicinizi kapatınız.