“Dalalet ve Hıyanet” Lafını Bu Topraklarda İlk Kim Söyledi?
İzmir Belediye Başkanı Tunç Soyer, 9 Eylül günü akşamı düzenlediği karnaval vari eğlencede yaptığı konuşmasında söylediği, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesine gönderme yaparak, “100 yıl önceydi. Bu toprakları yönetenler, gaflet, dalâlet ve hatta hıyanet içindeydi. Gençleri, kadınları, çocukları, geleceği hiç düşünmediler. Saraylarındaki saltanatı korumak için bütün bir milleti ateşe attılar. Yine o sabah, tam da bu bulunduğumuz yerden, Kordon boyundan göğü yırtan bir ses yükseldi. O ses, sadece bir kurşunun sesi değil, İzmir’den tüm Anadolu’ya yayılacak bir direnişin müjdecisiydi,” sözlerini Cumhurbaşkanımız Erdoğan dün isim vermeden eleştirdi.
Cumhurbaşkanı konuşmasında, “Size binlerce yıllık tarihinizi unutturmaya çalışan köksüzlere kulak asmayın. Şanlı tarihinizle gurur duyun, zaferlerinizle, kültürünüzle, değerlerinizle iftihar edin,” dedi.
Meral Akşener Hanımefendi de, “Atatürk’ün, ‘Olabilirler’ sözlerini hüküm cümlesi olarak kurmuş. Orada sorun var. Bu dönemde bizim yarattığımız atmosferi bozuyor. Bunlardan kaçınılması gerektiğini düşünüyorum. Daha dikkatli olunması gerektiğini düşünüyorum. Bu tür hüküm cümleleri halkı rahatsız eder, dolayısıyla gerek yoktu. Bizim cenahın yani Millet İttifakı’nı oluşturan yöneticilerinin hepsinin daha sağduyulu olmasında fayda var,” dedi.
Bu “Sol Cenahın” genel tavrıdır. Hitabet eylerken adalet, ortak paylaşım, sevgi ve saygı lafları havada uçuşur da gerçek eylem alanında bunları görmeyiz.
Sayın Cumhurbaşkanı çok net bir ifade ile bunlar tarihi unutturmaya çalışan “KÖKSÜZ”lerdir dedi.
Böylece Tunç Soyer ve şahsında CHP zihniyetini köksüz olmakla suçladı. Bu CHP’nin hem ontolojik hem de fenomenolojik sıkıntısı. Ta İnönü’den beri var bu sıkıntı. Geçmişi kesip atmak 12 Eylül öncesinde solcularla kavgamızın yegâne sebebiydi! Bu fenomen hem tabuları hem de karabasanlarıdır, nedense. Ontolojik derken köken meselesinden bahsediyoruz.
Osmanlının son 50 senesinde sarayda Gürcü ve Çerkez gelinlerden geçilmez. CHP buna bakarak köksüzlük diyor, Cumhurbaşkanı da Gürcü (Bakatalı) kökenlerinin Osmanlıda canlanmasından dolayı ecdat diyor. Yani hanımlar üzerinden kayıkçı kavgası yapılıyor da ulan bunun babası/kocası Türk değil midir diyen tarihçi olarak Meral Akşener hanımefendi olmalıydı!
Meral Akşener Hanımefendi, bunun yerine, “Atatürk’ün, ‘Olabilirler’ sözlerini hüküm cümlesi olarak kurmuş. Orada sorun var. Bu dönemde bizim yarattığımız atmosferi bozuyor,” diyor. Şimdi burada iki yanlış var. Birincisi: Eğer Meral Akşener Hanımefendi; “Muhalefetin içinde HDP ile bizim yan yana gelmemiz gerektiğini iddia eden bir SOL gurup var,” diyorsa şahsının yaratmaya gayret gösterdiği atmosferi birileri zehirliyor demektir.
Meral Hanım’ın HDP politikası yüzde yüz doğru bir politikadır!
Bunu hiçbir vatanperver tartışmıyor, tartışmaz!
Ancak, “TAK SEPETİ KOLUNA HERKES KENDİ YOLUNA” atmosferi bu ülkeye hayır getirmez!
İkincisi; “Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi” gençlik için emir beyanıdır! Emir de içinde hükümler taşır. Yani Atatürk “Hıyanet ve Dalalet içinde olanlar” bu kisveyi de diğerini de taşıyabilir diyerek uyanık olun cumhuriyetinizi koruyun,” emri ve uyarısıdır bütün söylenen. Zaten hem gençliğin hem de milletin “devrimlerinin bekçisiyiz, sonuna kadar koruyacağız,” demesi de bunun kesin sonucudur!
Tam da bunlar üzerinde fırtınalar koparılırken Fatih Altaylı’nın “Teke Tek Programı’nda” gazeteci Murat Bardakçı’nın Osmanlı Hanedanı ile ilgili anlattığı bir olay, Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın ilginç kahkahasına sebep oldu, diye sosyal medyanın yıkılması ise milletin dikkatinin nerede olduğunu göstermesi bakımından esef vericidir. Bardakçı; “Bir İngiliz Prensesiyle Şehzade Murat Efendi Vals yapıyorlar. Bunu gören 5. Murat. Dışişleri Nazırını yanına çağırır ve ‘Biz burada boynuzlu pezevenk değiliz. Söyle de şu karıyı bıraksın,’ demiş. Bu sözlere de İlber Ortaylı böğürür gibi gülünce sosyal medya yıkıldı. Daha sonra Prof. Dr. İlber Ortaylı; “İngiltere Seyahat notlarını okudum ama bunu hiç duymadım,” dedi.
Burada görülmesi gereken iki nokta var ama sosyal medyadan bunu ayırt etmesini beklemek aptalın IQ Testinden tam puan almasını beklemek kadar mantıksızdır.
Ayrıca nerede bu hokkabaz kefesinde tartılan benim vatanım ve atam diyecek adam! Fesli deli ve şeytanın velisi siyasi İslamcılar senelerdir; “padişahlar evliyadır, onlar zinhar içki içmemiştir! II. Abdülhamid İngiltere’de Dans diye bir illet çıktığında zinhar yasaklana diye emir buyurmuştur,” teranesini ensemizin örsünde dövmüşlerdi meğerse yalan imiş.
Demek ki neymiş? Osmanlı padişahları da içki içer dans edermiş. II. Abdülmecit felsefede dinsizlik derecesindeydi ve “Nü” tabloları yapardı.
İki: Bizim tarihçi ulemaların tarih anlayışı bu kadar işte! Seyahat notlarını herkes okur bunun için tarihçi olmaya gerek yok! Esas mesele, “Vay be, Osmanlı da ne büyük iş yapmış,” dedirtmek se ben bu yalanı yemem!
Şimdi gelelim öze: Osmanlının eleştirilecek tarafı pek çoktur lakin bu ecdadın reddi anlamına gelmez. Eski meclis başkanı Kahraman (Gürcü kökenli), Sayın Cumhurbaşkanı (Gürcü kökenli) ve babası papaz cübbesiyle Osmanlı topraklarına kaçan Numan (Gürcü kökenli) bile kök yönüyle ilgisi olmasa dahi ecdat diyorsa, sen bi kere duracaksın orada a köksüz başkan kılıklı adam! Ha, burada kabahat o palyaçoda değil onu seçen seçmende ve seçtirende!
Osmanlıyı şiddetle eleştiren ve Hıyanet ve Dalaletle Suçlayan ilk Anıt insana!
Niyazi Mısri kimdir bilir misiniz?
Mustafa Kemal’in Arabacı İsmail’ini, Ahmet Kayhan dedeyi de bilmezsiniz. Peki, Haluk Nur Baki’nin bu silsilenin son adamı olduğunu…
Onu da bilmezsiniz… Nereden bileceksiniz ki? Tarihçilik papağanlık değildir! Meraktır, hür düşüncedir, incelemedir bilim adamlığı.
Bu silsile Ümmi Sinan’ın talebeleri ve manevi evlatlarıdır!
Ümmi Sinan Hızır A.S.’ın talebesidir! Sadece Ümmi Veysel bu kol Hızır’ın yetiştirdiği koldur! O sebepten ümmidir!
Niyazi Mısri, 9 Mart 1618’de Malatya’nın Aspozi kasabasında doğdu. Asıl adı Mehmed’dir. Kasaba adı Ermenice gibi geldi değil mi? İspir ne demek o zaman? Madem Ermenice ise bu da öyle değil mi? Ya Adıyaman’ın Suvar’ı? Bunlar nece isimlerdir ey kadir bilmezler! Ey anlamazlar!
Bunlar SUBARCA kelimelerdir!
Bunlar öz be öz TÜRKÇEDİR…
Dön baba dönelim bakalım Niyazi ne eylemiş görelim?
Niyazi ilk eğitiminde sufilere düşmandır. Zaman içinde aldığı eğitim kendisini boğmaya başlar ve rind bir Halvetî şeyhine intisap eder. Nakşibendî dervişi olan babası Soğancızâde Ali Çelebi bundan memnun olmaz. Tutar kendi şeyhine götürür. Niyazi adamı ölçer biçer kâmil bulmaz ve babasının teklifini reddeder (Mawaidu’l-irfân, s. 47). Zâhir ilimleri alanındaki öğrenimini sürdürmek üzere o diyar senin bu diyar benim gezer. Mantık ve kelâm okur, kesmez. 1050’de (1640) Kahire’ye gidip Ezher medreselerinde ilim tahsiline başlar bu sırada oturmakta olduğu Şeyhûniyye Külliyesi’ndeki Kādirî Tekkesi’nin şeyhine intisap eder. Bu şeyh bir gün kendisine ya zâhir ilmi ya tarikat ikisinden biri deyiverir.
Rüyasında Abdülkadir Geylâni’yi görür, hazret şeyhin söylediğinin tersini söyler: “Zahir ilmini öğren onunla amel et tarikat ilminde ise bir mürşide ulaş,” der. Niyazi şaşırır; “Şeyhim sizin postnişiniz ya efendim!” der. Abdülkādir Geylânî, “Senin harcın bu şehirde değildir, var git şeyhini bul,” demesi üzerine Kahire’yi terk eder (1053/1643). Ümmî Sinan’a bağlanır (1057/1647) ve onunla dergâhının bulunduğu Elmalı’ya gider. Ümmi Sinan sabahları kendi şeyhiyle sohbet ederken bunu da halkaya alır.
Ve Şeyh Hızırdır! Dokuz yıl burada şeyhine hizmet edip eğitimini tamamlayan Niyazi 1066’da (1656) halife tayin edilmesinin ardından Uşak, Çal ve Kütahya’da irşad faaliyetinde bulunmaya başlar. Niyazi Türkün ata kolundandır ve hayatı Türk üzerinedir! Kimse sallamasın! Birazdan göreceğiz nasıl namlı bir TÜRK olduğunu!
Niyazi Mısri vaazlarında üç şey üstünde durur:
1) Devlet adamının Milletin malını çalması, padişahın da buna göz yumması. Devrin şeyhülislamları ve din adamları Kadızadeliler denen sülaleden çıkmaktadır. Bunlar halkı peygamber yoluna davet ederken kendilerinin hırsızlık, rüşvet ve soygunda devlet adamlarını geçmiştir. Padişah da buna çanak tutar! Bunun kaynağı kimdir? Tarihçi Naima…
Tarihçi Naima Kadızadelilerin başlangıçta dünya malına aldırış etmeden sade bir hayat yaşadıklarını, ancak siyasi erki ele geçirince kendilerini din yolunda gösterip her türlü dalavereyi çevirdiklerini, rüşvet aldıklarını, kendilerine karşı çıkanları da Ehli Sünnete karşı çıkmakla karalayıp celladın satırına verdiklerini yazar.
Niyazi, bunu yapanların elebaşısı olan Vani Mehmed Efendi (Vanlı Kürt Yahudisidir) ve onun temsil ettiği zihniyeti bakın nasıl eleştirir: “Zalim, dinsiz, mülhid, Hamziyye şeyhi, echel-i halkullah, sebeb-inifâk-ı dîn-i Muhammediyye, şeytan-ı racim, mel’un ve kâfir.”
Osmanlı yönetimini de aynı ithamlarla suçlar ve bunlara yol vermekle “DALALET VE HIYANETLİK içindesiniz”, der. Padişah efendimiz de çareyi Niyazi’yi Rodos’a sürgün etmekte bulur ve adanın kalesinde bir hücreye kapatılır (13 Cemâziyelâhir 1085; 14 Eylül 1674).
2) Vaaz sırasında cifre dayalı bazı bilgilerle padişah da dâhil olmak üzere herkesin hıyanet ve dalaletini yüzüne vurur. “Bu yaptığınla Osmanlı son bulmuştur ey sebeb-i inifak-ı din-i Muhammediyye diyerek Keferei ekrad-ı, küffar-ı hamziyyeyi, mülhidleri devlet kademesine doldurdun da Türkü neden unuttun,” diye bahsetmesi yüzünden sürgüne gönderilir.
Devlet adamlarına yönelttiği eleştiriler Türk olmamaları, Hırsızlık yapmaları ve yandaş ve yalakalarını da hırsızlığa ortak ederek Kur’an ve sünnetin anlamını eğip büken kendi menfaatine göre anlam vermeleridir! Bursa kadısı Ak Mehmed Efendi’nin şikâyeti üzerine bu defa Limni adasına sürgün edilir (Nisan 1677). On beş yıla yakın sürgün hayatı yaşadıktan sonra II. Ahmed’in fermanıyla istediği yere gitmesine izin verilince tekrar Bursa’ya döner.
Mustafa Cezar, “Osmanlı Tarihi’nde Levendler,” isimli kitabında Suhte İsyanları’na katılan öğrencilerin Batı Anadolu’daki medreselerden yetiştiğinden Batı Anadolu’daki medreselerin itibarının hayli sarsıldığını, buna karşın bu boşluktan yararlanan Doğu Anadolu’daki medreselerde eğitim görmüş ulamanın İstanbul’a nüfuz ettiğini” aktarır. Kadızadeliler hareketinin de canlı bir tanığı olan Kâtip Çelebi’den bir alıntıya yer verir. Kâtip Çelebi, Doğu Anadolu’daki medreselerde yetişen cahil kimselerin İstanbul’a gelip bilgiçlik taslamalarından şikâyet eder:
“Devlet-i Osmaniye evailinden Sultan Süleyman zamanına gelince hikmet ile şeriat ilimlerini cemeyleyen muhakkikler iştiharde idi. sonra ebulfeth Sultan Mehmed Han medaris-i semaniye bina edib kanun üzre şuğl oluna deyu vakfiyesine kayıt ve şerh-i mevakıf ve haşiye-i tecrid derslerini tayin eylemişti. Sonra gelenler bu dersleri felsefiyattır diye kaldırub hidaye ve ekmel dersleri okutmağı makul gördü. Yalnız, ona inkisar, na-makul olmakla ne felsefiyat kaldı, ne hidaye ve ekmel kaldı ve bununla suk-i ilme kesat gelip ehli inkıraza karib olmağla bazı kenarda ekrad diyarında yer yer kanun üzre şuğl eden taliplerin müptedileri Rum’a gelip azim tafra satar oldular.”
Ali Fuat Bilkan’ın “Fakihler ve Sofuların Kavgası,” adlı kitabında Kadızadeliler hareketinin önde gelenlerinden Üstüvani Mehmed Efendi de, Vani Mehmed Efendi de Doğu Anadolu’da doğmuş ve ilk tahsillerini orada görmüştür. Kadızadelilerin çoğunun Şam, Balıkesir, Van ve Erzurum gibi vilayetlerden geldiğini ve hareketin Orta Anadolulu Türkleri bitirip yerine Doğu Anadolulu Kürtleri ya da Suriyeli Arapları yerleştirmeyi hedeflediğini Bunların tamamının cahil ve İstanbul’a dışarıdan göçmüş kimseler olduğunu ifade eder.
3) Cami minberinden Hızır’ın öğrettiği cifri bulgularını haykırır! Son itham budur. Peki, Niyazi’nin söylediği nedir?
“Türkü terk canı terk gibidir! Sen Türk olmağıla Türkü terkedersen devletin bitmiştir haberin ola!”
Niyazi’nin söylediği budur.
Niyazi bir şey daha söyler: “Bana dokundunuz ya elhamdülilah Osmanlı’yı bitirdiniz. Türkoğlu geliyor! Yeni devlet kuracak ve siz de kahrolacaksınız!” Cifrde söylenen budur.
Söylediği tarihe bakar mısınız? 1660’larda devletin yıkılacağından, yönetenlerin dalaletinden, devlet adamı denenlerin hainliğinden bahsediyor!
Nakşileri de hiç sevmemiştir, Yahudilerin Kürt Nakşiliği adı altında İslam’a nüfuz etmelerinden dolayı “şeytani racim,” der onlara. Sebebini de Abdullah bin Ömer’in Enbiya Suresi’nin 64. Ayeti’nin açıklamasından alır (Taberi Tefsiri’nin Orijinal Arapçasında yazar Türkçesinde bunu bulamazsınız!)
II. Ahmet’in Avusturya seferine çıkacağını öğrenince 200 müridiyle birlikte sefere katılmak için hazırlıklara başlar. Öğrenilince kendisine Bursa’dan ayrılmayıp hayır dua ile meşgul olması için bir hattı hümâyun gönderildi. Ancak o, padişaha bir mektup yazarak bu isteğini kabul edemeyeceğini bildirdi. Niyazi’nin Tekfur dağı (Tekirdağ) yakınlarına kadar geldiğini öğrenen II. Ahmet, Silâhşor Beşir Ağa ile birlikte kendisine hediye olarak bir araba ve dervişlere dağıtılmak üzere önemli miktarda para gönderip kendisini Tekfur Dağı’nda karşılamasını istedi. Padişah düpedüz rüşvet veriyordu! Fakat O bunları da şiddetle reddetti.
“Bana dokunursanız devletiniz yıkılacak,” dedi.
Tekrar Limni’ye sürgün edildiği kendisine tebliğ edildiğinde otuz kadar müridiyle Edirne’de camideydi. Müritleriyle birlikte ikindiyi eda eylemesinin ardından sema eyledi ve duasında (Daha doğrusu lanetinde; “Ey Türk! Varlığını muhafaza ve müdafaa etmek mecburiyetinde kalacaksın! Mevcudiyetine ve istikbaline kan doğranacak. Bunlar dâhilî ve haricî bedhahlardır. O gün içinde bulunduğun imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edecek, Yarabbi o gün sen gelecek olanı ve Türk’ü koru. Düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olsa da Yarabbi sen İslam ve evlatlarını ta baştan beridir koruduğun gibi koru! Ya Rabbi, Türkü iktidar sahiplerinin gaflet ve dalalet ve hatta hıyanetliklerinden emin eyle. Ya Rabbi! Bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit ettiklerinde bu fakir milleti harap etme. Bana dokunanın devletini yok et, bunları tütünün dumanı gibi duman eyle. Yarabbi bunları helak eyle amma Türkü payidar eyle. Sen bilirsin ki Türkü hatem-ül Enbiya için yarattın o zaman içindeki ayrık otlarını yok eyle Allah’ım. Bu yolda benim canım sana fedadır bilirsin Rabbim,” dedi. Sonra Niyazi müridlerine ve orada hazır olanlara; “Şikâyet Dilekçemi Göğün 4. Katına “ÇAKTIM” dedi. O yıl orada vefat etti (16 Mart 1694).
(Bunu bana hatırlatan Ahmed-el Rufai torunu Abdurrahman Özcan Hoca’ya selam olsun)
İşte o yoldan gelen Ümmi Arabacı İsmail Mustafa Kemal’e sahip çıkar. Mustafa Kemal bunu bildiği için Gençliğe Hitabesinde Niyazi’den bire bir kopya eder!
Bunu İngiliz seyahatnamesi okuyan tarihçiler bilmez ancak Niyazi’den ve Hızır’dan el alan Ahmet Kayhan Dede’nin huzurunda perdeler açıldığı sırada Haluk Nur Baki hocayla bulunan bilir!
Ahmet Kayhan Dede işte bunun için “Atatürk Evliyadır,” demiştir. Buradaki mana bu uluların yanında yer alan, ayak izlerini takip eden ve yoldaşı olan demektir!
Her zeybek namık olsa idi kemale ererdi!
Haluk Hoca anlat demese idi bunu anlatmazdık! Kendisine selam ola…
Ya bugün?
Molla Abdurrahman Vanlı. Bir zamanlar Tillo’nun en büyük âlimi. Sonra her nasılsa orayı terk etmiş. Bir tarafı Arap bir tarafı Kürt. Hakiki devletini seven biri. Sayın Cumhurbaşkanı da kendisini çok sever. Van gölü kıyısındaki yazlığına gittiğinde ziyaret etmiş. Molla Abdurrahman sarma sigara tiryakisidir! Ahmet Kayhan Dede de öyle idi. Molla Abdurrahman’ın Oğlu Hatay’da Erdal Çelik Hocamın medresesindedir bendeniz de tanıştı.
Aralarında şöyle bir konuşma geçmiş:
Ya Hocam neden bu tütünü içersin bırak şu illeti, haram değil mi bu.
Cevap Niyazi’den gelmiş…
KEŞKE GÜNAHIN TÜTÜNÜN DUMANI KADAR OLAYDI, NE VARDI…
Not: Suriyeli Arap deyince nedense Nebati’yi hatırladım. Hâlbuki bu deyim yanlıştır. Suriyeli Araplaşmış Yahudi demek daha iyidir. İdrimi’nin gözlerine bakın bir de Nebati’nin…
Haydi buyurun…
Boşuna demiyoruz
Nu mutlu TÜRK doğana diye…