Aynen “Muhammed’e salavat getirme, Muhammed’e salavat
çekme” gibi, Şia ve Ehl-i Sünnet’te “Tekbir” olarak şöhret bulmuş olan
“Allah-u Ekber” deyimi “Allah en büyüktür, ilâhların en büyüğü”
anlamına gelmektedir. Aziz ve Mübin kitabımızda yüce Allah şöyle
buyuruyor. “En güzel isimler (el-esmâu’l- hüsnâ) Allah’ındır. O
halde O’nu güzel isimlerle çağırın. (O’na güzel isimlerle dua edin,
yalvarın) O’nun isimleri hakkında ilhada sapanları (bana) bırakın.
Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır.” (Araf-
180) Şia ve Ehl-i Sünnet dininin muhaddis ve müctehidleri Kur’an’da
manasını tahrif etmedikleri bir âyet, içini boşaltmadıkları bir kavram
bırakmadıkları için Kur’an’ı tek kaynak kabul eden akıllı ve
mantıklı insanlar onların her uygulamasından şüphe etmeye hak
kazanıyorlar. Gerçekten de Kur’an’da Allah’ın onlarca ismi ve sıfatı
varken Şia ve Ehl-i Sünnet din adamları neden Kur’an’ın hiçbir âyetinde
yer almayan “Ekber” sıfatını kullanmışlardır?
Mesela: Kerim, Rahım, Alim, Hakim, Azim, Aliyyu’l Kebir
gibi isimleri onlarca âyette tekrar edilirken, neden bir âyette bile yer
almayan “Ekber” kavramı seçilmiştir. Acaba bu “Ekber” sıfatı evliya
ve ilâhların gücüne iman eden Mekke müşriklerinin kullanımından
gelmiş olmasın. Çünkü Mekke müşrikleri evliya ve İlâhlara iman
“ALLAH’U-EKBER” DEYİMİNİN İSLAMDA YERİ VAR MI? • 53
etmekle birlikte “ilâhların en büyüğünün Allah olduğuna” inanıyorlardı.
Onlar tek ilâh inancına yani “hanif İslam’a” ve “hâlis dine”
karşı geliyorlardı. “Aralarından kendilerine bir uyarıcının gelmesine
şaşırdılar ve kafirler: Bu pek yalancı bir sihirbazdır! ilahları tek ilah
mı yaptı? Doğrusu bu çok acayip bir şeydir! dediler.” (Sâd-4,5) Müşrikler,
evliya ve İlâhlarını Allah ile aracı ve şefaat edici olarak kabul
etmelerine rağmen, “Allah’ın en büyük ilâh” olduğunu, zor durumlarda
istek ve niyazların sadece onda son bulacağını biliyorlardı.
“Hani (o müşrikler) bir zaman da: Ey Allah’ım! Eğer bu kitap
senin katından gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten taş yağdır
yahut bize elem verici bir azap getir! demişlerdi.” (Enfal-32) “Nebi”ye
yardım ve destek olmayı…” emreden bir âyeti (Ahzab-56) “Muhammed’e
salâvât getirme, Muhammed’e salavat çekme olarak değiştiren,
Nebi’ye yardım ve destek olan salavatı, Muhammed’e salavat çekmeye
çeviren ve ibadet olarak namaza koyan ve hutbeye farz olarak
ekleyen…” bir zihniyetten her cehâlet beklenir. Medine’de yaşayan
müminlere “Nebi’ye yardım etmelerini ve destek olmalarını” ifade
eden yöresel ve tarihsel bir emri, evrensel bir ibadete dönüştüren bir
cehaletten her şey beklenir. Aslında Kur’an’ın hiçbir âyetinde Resul
misyonundan bağımsız Muhammed (a.s) ın şahsiyeti övülmez.
Kur’an, hiçbir âyette Muhammed (a.s) ın kimliği üzerinde
olumlu bir şey söylemez. Hatta yolunu şaşırmış bir durumda ne
yapacağını bilmez bir halde iken vahiy ile yol gösterdiğini ve hidayete
ulaştırdığını söyler. (Duha-7) Kur’an’ın konusu Muhammed’in
kimliği ve şahsiyeti değildir. Kur’an’ın esas konusu Nübüvvet ve
Risalettir. Çünkü vahye göre önemli olan Muhammed (a.s) değil,
Nübüvvet makam ve mertebesi, vahiy ve Risâlet misyonudur.
Muhammed (aleyhisselâm) ı değerli kılan şey Nübüvvet makamı ve
Risalet görevidir. Dolayısıyla son vahiy olan Kur’an’da Muhammed
yoktur, Nebi ve Resul vardır. Şia ve Ehli Sünnet din adamları çok
basit olan bu gerçeği bile anlamaktan âcizdirler. Yine aynı şekilde
kabir hayatının olmadığını anlatan yüzlerce âyete rağmen kabir azabını
kabul etmeyen vahiy ehli muvahhidleri sapkın olarak gören bir
anlayışın hiçbir ictihadına güven duyulamaz.
54 • “ALLAH’U-EKBER” DEYİMİNİN İSLAMDA YERİ VAR MI?
En önemlisi din ve hüküm olarak Kur’an’dan başka hiçbir
kaynak olmadığı ile ilgili yüzlerce âyet bulunmasına rağmen Allah
Resulü adına iftira edilen rivayetleri kabul etmeyen muvahhidleri
kafir olarak gören bir akıl ve mantıktan şüphe etmek önemli bir
basiret ve büyük bir şuurdur.
Mesela: Âyetlere rağmen, Allah Resulü (a.s) diğer elçilerden
kendisini ayırıp üstün gösterir mi? Yani Allah Resulü Muhammed
(a.s) ezanda kendi adını sürekli tekrar ettirerek diğer Resullerden
üstün olduğunu ilan ettirmesinin mümkün olmadığını söylüyorum.
Kur’an’ın emirleri karşısında kılı kırk yaran ve tek bağlantısı
Allah’ın mesajı olan, indirilen vahye tâbi olmakla emrolunan Nebi
(a.s) diğer Resullerden üstün olduğunun imajını yaratır mı? Çünkü
Allah Resulü (a.s) kitabın hikmetini en iyi bilen ve onu en güzel bir
şekilde yaşayıp örnekliğiyle ortaya koyan kişidir.
Dolayısıyla Allah Resulü’nün şu Rabbani vahye muhalefet edeceğini
hiçbir kimse iddia edemez. “…onlardan (Resullerden) hiçbiri
arasında fark gözetmeksizin iman ettik ve biz sadece Allah’a teslim
olduk, deyin.” (Bakara-135) “Resul, Rabbi tarafından kendisine indirilene
iman etti, müminler de (iman ettiler) Hepsi Allah’a, meleklerine,
kitaplarına, Resullerine iman ettiler. Allah’ın Resullerinden
hiçbiri arasında ayırım yapmayız…” (Bakara-285) “Allahu Ekber”
deyimi, “Allah en büyüktür” anlamına geldiği için başka ilahların
varlığını kabul etme gibi bir şirkin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
Tam da Mekke müşriklerinin kabul ettikleri bir imandır.
Halbuki yüce Allah “…ve ennellâhe huvel aliyyul Kebir” “gerçekten
Allah çok yüce ve büyüktür.” (Lokman-30) buyurmaktadır. Dolayısıyla
“tekbir” “Allahu Ekber” değil, “Allâh’ul Aliyyul Kebir” olması
gerekir. Benim bu görüşlerimi garip olarak gören arkadaşların Şia
ve Ehli Sünnet muhaddis ve müctehidlerinin rivayet ve içtihatlarıyla
Kur’an’a tamamen aykırı düştüklerinin bilincine sahip olmadıklarından
dolayıdır. Evet Şia ve Ehli Sünnet âlimleri yüzlerce âyete zıt
rivayet ve içtihatlarıyla Kur’an’ın zerresini anlamaktan ebediyen
uzak tutulmuşlardır. (Kehf-57)