Adaletin kantarı bozuldu bir kere. Lakin yine de hayıflanmak yerine bugünlere nasıl geldiğimizi, umudumuzu yitirmememiz gerektiğini ve mücadeleye devam edeceğimizi hatırlamakta fayda var.
Cacık ve tzatziki arasında uzun yıllardır süren bir velayet kavgası var. Sayısız mutfağa ilham olmuş lezzetleri çıkaran Türk uygarlığı, uzun yüz yıllardır etkileşime girdiği her toplulukla, bir şekilde, bağlar kurmuştur. Birçok sefer bu kurulan bağların sonucunda, belki de bonkörlüğümüzden, kendimizden bir şeyleri yitirir olduk. Bütün bu tarihsel serüvenin dayandığı yerde ise artık zayıflamaya yüz tutmuş bir ulusal bilinçle, dahili ve harici olarak, mücadelemizin her yönden çok çetin bir dönemecinde bulunmaktayız.
Ülkemiz, hep dillendirildiği üzere, jeopolitik konumu yönünden hem büyük bir potansiyeli elinde barındırmakta, hem de haşmetmeaplıların bilinçli kötü kararları yüzünden coğrafyasına sıkışmış durumdadır. Uzun yıllardır ülkemizde ve tüm çevremizde huzurun hakim olmamasının sebebi işte bu kararlar iken bugün bu bilinçli kararların kitleleri manipüle etmesi adına yalan beyanlarla istikrarın yol haritasıymışçasına servis edilmesi kabul edilemezdir. Halbuki çözüm en başından beri Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetimizin idealinde saklıydı: Bölge istikrar ve huzuru emperyalist politikaların bertaraf edilmesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin yükselişi ile bulacaktı.
Modern devletlerin son şeklini aldığı günümüzde gönül isterdi ki tek kavga hıyar üstüne olsun. Halk, hıyarın kavgasına tutuşmuşken, oyunu kuranların iplerle oynattığı kuklalar ulus devletlerin altına dinamit döşemekle meşguller. Mesele artık toplumların birbirinden hıyar, yoğurt, tatlı veya tuzluları araklaması değil; ulusal egemenliğin ve tam bağımsızlığımızın giderek delindiği, yok sayıldığı ve hatta topyekün rafa kaldırmaya hazır kişilerin söz sahibi olduğu günlere gelinmesidir.
Ve bu oyun, bütün dünya ülkelerini ilgilendirmektedir.
Sayısız sefer altını çizdiğimiz gibi egemenliğimiz etnik bölücü politikalar ve siyasal dinciler tarafından saldırı altındadır. Bu saldırı 20. yüzyıldan beri artarak devam ediyor olsa dahi toplum nezdinde nedense suyu yavaşça ısıtılan kurbağa deneyi muamelesi görmekte ve bir türlü tam anlamıyla ciddiye alınmamaktadır. Yurdumuzun neredeyse her bir iline farklı emeller ile göz dikmiş hainler cirit atmakta ve gelecek günlerin projelerini haykırmakta artık hiçbir beis görmemektedir.
Bir yandan federatif bir yönetim için etnik bölücüler ve siyasal dinciler tarafından bozulup parsellenen demografik yapı, öte yandan ihanet yuvalarının iç ve uluslararası hukuka aykırı biçimde planlarına gözlerimiz önünde devam etmesi geldiğimiz noktanın vahametinin ispatıdır. Kapalı kapılar ardına saklanmayı artık gerekli bile görmeyen birçok grubun ihanetlerini sabah kuşağı programları gibi ülkecek izlemekteyiz.
Kimisi federatif bir yapıya, kimisi şehir devletçiği koparmaya, kimisi de adeta modern bir manda ve himaye anlayışına hizmet ederken hepsinin tek ortak noktası Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına karşı aleni olarak işledikleri suçlardır. Türkiye mozaiği diye çıkılan bu sözde zenginlik yolunda önce Türk kelimesi tartışılmaya başlanıldı ardından da Cumhuriyet değerleri. Gelinen noktada ise artık aleni şekilde federatif yapı çanları kulaklarımızı sağır etmektedir. Zenginlik adı altında manipüle edilip birçok gruba ayrılmış Türk ulusu yeniden bir araya gelmeli; oynanan oyunları bertaraf etmelidir.
Adaletin kantarı bozuldu bir kere. Lakin yine de hayıflanmak yerine bugünlere nasıl geldiğimizi, umudumuzu yitirmememiz gerektiğini ve mücadeleye devam edeceğimizi hatırlamakta fayda var.
Amerika Birleşik Devletleri’nin dünyaya sayısız armağanından(!) biri olan Yeşil Kuşak Teorisi ve bu güzide hainliğin meyvesi olan modern manada siyasal dincilik, ne yazık ki birçok ulusun dengelerini uzun vadede bozacak şekilde dizayn edilmiştir. İlk bakışta, Sovyet tehdidine karşı İslam ülkelerinde uygulanması adına geliştirilen bu teori yalnızca İslam ülkelerine tahribat vermemiş, din eksenli siyasetin (teo-politikalar ve teo-stratejiler) hem ulus devletlerde hem de daha heterojen ülkelerde nasıl bir aparat olarak kullanılabileceğini 21. yüzyıla yaklaşırken göstermiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin payına düşecek meyve tabağında ise yalnızca tarikat ve cemaatler olmayacak, aynı zamanda da Sovyet coğrafyasında Ortodoks toplumu kontrol edebilecek, hıyanetten beslenen bir aparat da yerini alacaktı. Tabii bu aparat soframıza Carter Doktrini dediğimiz Yeşil Kuşak anlayışından çok daha önce servis edilip 1940’ların kaotik ortamında bu planların bazı bölümleri çoktan hayata geçirilmeye başlanmıştı. Lakin siyasal dinciliğin ve geleceğin şekillenen terör gruplarının asıl palazlanma sebebini, kısaca, bu süreç boyunca uygulanan stratejilerin istenilen faydayı sağlaması ardından yapılan bu altın vuruş ile açıklayabiliriz. Bu tutan oyun ise 1980’lerden itibaren, değişim istedikleri bütün bölgelerde doğrudan ya da dolaylı şekilde kullanılacaktı.
“Kayalık” diye göz ardı edilen ve kaderine terk edilen toprak parçalarımızı, hukuka aykırı şekilde adaların silahlandırılmasını ve hatta papazlandırılmasını bir düşünelim. 2004 yılında verilen bir soru önergesinin cevapsız bırakılması vesilesiyle bu işgale nasıl başlanıldığı gözler önüne serilmişken, bilinçli alınan kararların ise gelecek yıllarda bu taciz ve işgalin boyutunun neden bu kadar büyüyeceğinin ispatı olacaktı.
Hoşgörüye katliamla, varoluşa yok etmekle, müsamaha gösterilmesine entrikalarla yanıt veren; içimizde beslemeye devam ettiğimiz tzatzikilerin nasıl hıyanet yuvası sloganını göğüslerinde gururla taşıdıklarını artık sorgulamamız gerekmektedir. FETÖ, Fener Rum Kilisesi, siyasal dinci klikler, etnik bölücü gruplar ve her türden farklı fon alan sayısız klikin neden bir arada Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal egemenliği ve tam bağımsızlığına karşı birleştiklerinin; dört koldan sarılan Türk ulusunun düşmanının özünde tek olduğunun anlaşılması zaruridir.
Başlık “Cacık” olunca, yalnızca hıyarlardan konuşacağımızı sandınız değil mi? Çok da yanlış düşünmediniz aslında.