HOLLANDA’DAKİ TÜRK KADINLARININ ZİRVEYE YÜKSELİŞİ / İlhan Karaçay
3
Lahey Büyükelçimiz Fatma Ceren Yazgan, Amsterdam Başkonsolosumuz Mahmut Burak Ersoy, Fahr Konsolosumuz Titus Kramer ve eski İçişleri Bakanı Judith Uitermark’ın ve yüzlerce Türk kadınının buşuluştuğu muhteşem konferans Corendon Otel’de yapıldı.
Bakan, Belediye Başkanı, Milletvekili ve Büyükelçi…
Mühendis, Doktor, Psikolog ve Avukat…
Aktrist, Yazar, Gazeteci ve Sanatçı…
Akademisyen, İş İnsanı, Girişimci ve Sivil Toplum Öncüsü…
Sporcu, Moda Tasarımcısı, Müzisyen ve Yönetmen…
Türk Bilgi ve Belge Merkezi’nin organize ettiği etkinlikte, alkış fırtınası ve gözyaşı seli oldu.
Değerli Okurlarım, 60 yılı aşkın gazetecilik yaşamımda, gerek Hollanda’da ve gerekse dünyanın dört bir yanında pek çok etkinliğe katıldım ve bu etkinlikleri, “İlhan KARAÇAY bildiriyor” imzaları ile pek çok yayın organında sergilemiştim.
Beni etkileyen ve duygulandıran pek çok etkinliğe katıldım.
Spordan sanata, konserden festivale ve seminerden sergiye kadar her türlü etkinlik sırasında ve sonrasında çok mutlu olmuşumdur.
Ama önceki gün Amsterdam’ın Schiphol yakınındaki Corendon Oteli’nde yapılan etkinlik, beni ziyadesi ile duygulandırdı.
Etkinliğin konusu, ‘Hollanda’dai kadınlarımız ve hakları’ idi.
Etkinliği organize eden ise, yeni kurulan ‘Türk Bilgi ve Belge Merkezi’ idi.
Lahey Büyükelçimiz Fatma Ceren Yazgan, Amsterdam Başkonsolosumuz Mahmut Burak Ersoy, Fahri Konsolosumuz Titus Kramer ve Hollanda’nın eski İçişleri Bakanı Judith Uitermark’tan başka, Veyis Güngör, Mustafa Ayrancı gibi kanaat önderleri ile yüzlerce insanımızın katıldığı etkinliğin sunuculuğunu Sibel Köklü yaptı.
Sibel Köklü, açılış konuşmasını yapmak için, Merkez’in Başkanlığını yapan Mustafa Özcan’ı sahneye davet etti.
Mustafa Özcan, konuşmasında Hollanda’ya kırk yıl önce büyük hayallerle geldiğini ve topluma hizmet etme arzusunun hayatı boyunca en büyük motivasyonu olduğunu dile getirdi. Özcan, mevcut derneklerin parçalanmış yapılarından dolayı Türk toplumunun ortak çıkarlarını savunacak güçlü bir yapıya ihtiyaç duyulduğunu belirterek, bu nedenle Türk Bilgi ve Dokümantasyon Merkezi’ni (TCID) kurduklarını vurguladı.
Özcan, konuşmasının devamında TCID bünyesinde kadınlara adanmış yeni bir bölüm olan STERKADIN’ı tanıttı. Kadınların toplumun belkemiği olduğunu ifade eden Özcan, bu oluşumun kadınlara seslerini duyurabilecekleri, özgür seçim yapabilecekleri ve topluma yön verecekleri bir alan sunacağını söyledi. (Mustafa Özcan’ın konuşmasının tamamını haberin altında bulacaksınız.)
Sunucu Sibel Köklü daha sonra ilk konuşmacı olarak, Corendon’un CEO’su Günay Uslu’yu kürsüye davet etti.
Etkinliğin onur konuğu ve aynı zamanda konferansın gerçekleştiği otelin sahibi olan Günay Uslu, açılış konuşmasında kadınların liderlikteki rolünü vurguladı. Sık sık masalarda tek kadın olarak bulunduğunu anlatan Uslu, tek bir sesin bile kökleşmiş kalıpları değiştirmeye yettiğini söyledi. Çeşitliliğin bir moda sözcüğü değil, stratejik bir zorunluluk olduğunu belirten Uslu, göçmen geçmişinin sunduğu çok yönlülüğün ufku genişlettiğini, empatiyi artırdığını ve iyi liderlik için gerekli köprüleri kurma yetisi kazandırdığını ifade etti.
Uslu, liderliğin alkış almak değil, farklı düşünen ve eleştirel olan kişilerle çalışabilmek olduğunu belirtti. Rol modellerinin vazgeçilmezliğine dikkat çekerek, “Görmediğiniz bir şeyi olamazsınız” dedi. Annesinin kendi hayatındaki en büyük rol model olduğunu paylaşan Uslu, kadınların başarı hikâyelerinin gelecek nesiller için yol açıcı olduğunu vurguladı. “Kadın liderliğinin gücü olmadan potansiyelimizin yarısını kaybederiz” diyen Günay Uslu, sözlerini ilham verici bir öğleden sonrası dileğiyle tamamladı.
(Günay Uslu’nun konuşmasının tamamını haberin altında bulacaksınız.)
Günay Uslu’nun konuşmasından sonra sunucu Sibel Köklü şunları söyledi: “Teşekkür ederim Günay, ilham verici sözlerin ve burada Corendon’daki bu misafirperver karşılama için. Sen, kadın liderliğinin, girişimciliğin ve cesaretin harika bir örneğisin. Bu öğleden sonrayı, kadınların yerlerini aldıklarında nelerin mümkün olabileceğini gösteren biriyle başlatmak gerçekten özel. Sen, hikâyeler, ilham ve bağlarla dolu bir öğleden sonranın tonunu belirledin. Ve sanırım buradaki birçok kişi de katılacaktır: Senin kendi yolculuğun ve liderliğin başlı başına bir ilham kaynağıdır. Bu öğleden sonra da tam olarak bundan bahsedeceğiz: Kadınların seslerini nasıl duyurdukları, yeteneklerini nasıl kullandıkları ve yeni nesillere nasıl ilham verdikleri.”
Sunucu Sibel Köklü, salonda, davetliler arasında yer alan, Schoof Kabinesi’nde İçişleri Bakanı olan ve kriz sonrasında istifa edenler arasında bulunan Judith Uitermark’ı kürsüye davet etti. Uitermark, siyasi kariyerinden kısaca söz ettikten sonra, Hollanda’da bulunan Türk kadınlarının başarıları karşısında şaşkınlığını gizleyemeyeceğini vurguladı.
Sibel Köklü Demet Akpınar’ı kürsüye davet ederken şunları söyledi: “Şimdiki konuşmacımız bizi köklerine götürecek. Onun büyükannesi, üç nesli ilhamlandıran ve yön veren güçlü bir kadındı. Demet’in kendisi tutkulu bir proje lideri ve ilham verici bir kişilik. Gelin, Demet Akpınar’ın hikâyesini dinleyelim.”
Demet Akpınar konuşmasında, köklerinin Yozgat’ın küçük bir köyüne, anneannesinin annesi Sadegül’e kadar uzandığını anlatarak güçlü kadınların hikâyesini dinleyicilerle paylaştı. Dul kalmasına rağmen sekiz çocuğunu ayakta tutan Sadegül’ün, ardından anneannesi Penpe’nin ve annesinin azim ve kararlılığının, sadece kendi ailelerini değil, köylerini ve toplumlarını da güçlendirdiğini vurguladı. “Güçlü kadınlar yalnızca güçlü kızlar değil, güçlü oğullar da yetiştirir” diyerek, kendi babasının ve annesinin eğitimle toplum inşa eden birer öğretmene dönüşmesini örnek gösterdi.
Hollanda’ya çocuk yaşta geldiğini hatırlatan Akpınar, eğitim yoluyla kendi kuşağının büyük bir sıçrama yaptığını, Haarlem Öğrenciler Birliği’nden başlayan bu yolculuğun pek çok gencin başarı hikâyesine öncülük ettiğini ifade etti. Eğitime yatırım yapan kadınların ve göçmen ailelerin vizyonu sayesinde gençlerin sayısının arttığını, hatta aralarından belediye başkanları ve bakanlar çıktığını söyledi. Konuşmasını “Güçlü kadınlar, güçlü toplumlar yaratır” sözleriyle bitiren Akpınar, görünmeyen ama değişimin sessiz motoru olan kadınların değerinin unutulmaması gerektiğini vurguladı.
Sunucu Sibel Köklü, Akpınarın alkışlarla sonlandırdığı konuşmasından sonra, “Teşekkürler Demet. Hikâyen, güçlü kadınların etkisinin sonraki nesillerde ne kadar derin izler bıraktığını gösteriyor.” (Demet Akpınar’ın konuşmasının tamamını haberin altında bulacaksınız.)
Muhteşem sunucu Sibel Köklü Gülsemin Konca’yı kürsüye davet ederken şöyle bir sunuş yaptı: “Şimdiki konuşmacımız bir yazar; romanları ve hikâyeleri bize Türk toplumunda kadınların konumunu – ve bu konumun nasıl değişebileceğini – gösteriyor. Bugün bize Türkçe hitap edecek, ama konuşma sonrası kısa bir özet sunacağım. Gülsemin Konca’yı sıcak bir alkışla
karşılayalım.”
Amsterdam’daki çok sesli ve çok renkli buluşmada söz alan yazar Gülsemin Konca, güçlü kadınların hikâyelerine edebiyat üzerinden ışık tuttu. Altı kitabıyla hem aile-çocuk eğitimine hem de kişisel gelişime dair kalıcı izler bırakan Konca, kadınların hayatındaki görünmeyen yükleri ve direnişlerini kelimelere taşıdığını anlattı.
Konca’ya göre güçlü kadın, “hiç ağlamayan” değil, aksine gözyaşını gizlemeyen; incinse de yeniden ayağa kalkabilen, ailesini ve çocuklarını yaşatabilen kadındır. Yazının kadınları görünür kıldığını vurgulayan yazar, “Bir kadının hikâyesi yazıldığında, aslında binlerce kadının hikâyesi görünür olur” diyerek kalemin kadınlar için bir özgürlük alanı, bir sığınak ve bir meydan olduğunu ifade etti.
“Anne Üşürse Çocuk Donar” kitabında annelerin fedakârlığını ve kırılganlığını anlattığını hatırlatan Konca, bir annenin sustuğu yerde çocuğun sesinin kısıldığını, bir kadının hayali yok edilirse bir neslin ufkunun daraldığını söyledi. Kadınların kendi hikâyelerini yazmaları gerektiğini dile getiren Konca, “Kadınların hikâyeleri anlatıldıkça biz daha güçlü olacağız” dedi.
Konca’nın konuşmasından sonra sunucu Sibel Köklü, “Açıkça ortaya çıkan şu ki: Kadınların özgürleşmesi sınırları aşıyor – hem Türkiye’de, hem Almanya’da, hem de burada Hollanda’da.” Derken, alkış fırtınası esti.
(Gülsemin Konca’nın konuşmasının tamamını haberin altında bulacaksınız)
Sibel Köklü daha sonra kürsüye Nilay Ceber’i davet ederken şunları söyledi: “Sıradaki konuşmacımız tiyatro sanatçısı ve yönetmen. Onun çalışmaları kimlik, özgürlük ve tabuların yıkılması üzerine. Bugün bize etkileyici oyunu Helena/Gül’den bölümler paylaşacak. Sözü Nilay Ceber’e bırakıyorum.”
Nilay Ceber, konuşmasında Truva’nın Helen’inden yola çıkarak kadınların tarih boyunca çoğu kez iradesi yok sayılan, sesi duyulmayan kişiler olduğunu vurguladı. Helen’in hikâyesini sorgularken annesiyle yaptığı derin bir söyleşinin, hem annesinin portresini hem de kendi içsel yolculuğunu ortaya çıkardığını anlattı. Bu sürecin bir filme dönüştüğünü belirten Ceber, geçmişin öykülerinin bugünün hikâyeleriyle nasıl yankı bulduğunu dile getirdi.
Bugün hâlâ kadınların zorla evlendirildiğine dikkat çeken Ceber, bunun çağlar boyunca farklı biçimlerde sahnelenen bir trajedi olduğunu söyledi. “Yakınımızdaki ve tarihin derinliklerindeki hikâyelere kulak verirsek, sessizliği kırabiliriz” diyerek sözlerini tamamladı. (Nilay Ceber’in konuşmasının tamamını haberin altında bulacaksınız.)
Sibel Köklü daha sonraki konuşmacı Semiha Nur Turgut’u kürsüye şöyle davet etti: “Şimdiki konuşmacımız, girişimci, koç ve Go Rise Coaching’in CEO’su. O bize genç kadınların ve öğrencilerin bugün yollarını nasıl bulmaya çalıştıklarını – rol modelleriyle ya da rol modelleri olmadan – anlatacak. Semiha Nur Turgut’u sıcak bir alkışla karşılayalım.”
Semiha Nur Turgut, konuşmasında zor bir çocukluk geçirdiğini, kumar bağımlısı bir babayla büyümesine rağmen kendi yolunu seçtiğini anlattı. Daha küçük yaşta hayatta kalmayı öğrenmek zorunda kaldığını, bunun ise ona bugüne kadar taşıdığı içsel bir güç verdiğini söyledi. “Geçmişin geleceğini belirlemez, onu sen belirlersin” sözünü ilke edindiğini vurgulayan Turgut, bu güçle Go Rise Coaching & Sisterhood topluluğunu kurduğunu belirtti.
Genç kadınların kalıpları kırmasına, kendi seçimlerini yapmasına ve birbirlerini destekleyerek büyümesine odaklandıklarını dile getiren Turgut, gerçek gelişimin ancak maskeleri çıkarıp kırılganlıkla yüzleşince başlayacağını ifade etti. Misyonunun yalnızca bireylere değil, şirketler ve kurumlarla da iş birliği yaparak gençlere fırsatlar yaratmaya yönelik olduğunu söyledi. “Geçmişimin kurbanı değil, kendi geleceğimin yaratıcısıyım” diyerek sözlerini tamamladı. (Semiha Nur Turgut’un konuşmasının tamamını haberin altında bulacaksınız.)
Sibel Köklü daha sonra Psikiyatrist Aynur Bayram’ı kürsüye davet ederken büyük bir alkış kopmuştu.
Aynur Bayram, konuşmasında 7 yaşında geldiği Hollanda’da zorluklarla dolu bir çocukluk geçirdiğini, ama annesinin güçlü desteğiyle eğitim yolunda adım adım yükseldiğini anlattı. İlk başta öğretmen olmak isterken, fen derslerindeki başarısı sayesinde doktorluğa yöneldiğini ve sonunda psikiyatrist olduğunu belirtti. Özellikle annesinin “isteyenin bir yol bulduğunu” öğreten güçlü tutumunun hayatındaki dönüm noktası olduğunu vurguladı. Bayram, “Çok kişi psikolog ile psikiyatristi karıştırıyor, ama ben psikiyatristim” diyerek mesleğinin önemine dikkat çekti.
Psikiyatri alanındaki tecrübeleriyle toplumun ihtiyaçlarını karşılamayı hedeflediğini dile getiren Bayram, bugün Arnhem’de 200’den fazla hastası ve 11 çalışanıyla faaliyet gösteren JOY GGZ adlı kurumun kurucusu olduğunu belirtti. Bunun yanında gönüllü çalışmalar, kadın dernekleri, MÜSİAD’ın ilk yönetimi ve Türk Psikiyatri Platformu gibi pek çok alanda aktif rol aldığını söyledi. “Asla öğrenmek için geç değildir” diyerek sözlerini bitiren Aynur Bayram, güçlü kadınların topluma kattığı değerin altını çizdi. (Aynur Bayram’ın konuşmasının tamamını haberin altında bulacaksınız.)
Bir ikram resepsiyonu ile sona eren etkinlikten ayrılırken kısa bir konuşma yapan Lahey Büyükelçimiz Fatma Ceren Yazgan, “Bir gün gelecek, Hollandacayı iyi öğrendikten sonra, ben de arkadaki sandalyelere oturacağım” dedi ve alkış topladı.
Değerli Okurlarım,
İzleyen ve dinleyen her insanı duygulandıracak olan böylesi bir organizasyonu düzenleyen Türk Bilgi ve Belge Merkezini tanıtmak istiyorum.
Daha sonra da, yapılan konuşmaların tamamını sizlere sunacağım.
Türk Bilgi ve Belgeleme Merkezi (TCID)
STİCHTİNG TURKS CENTRUM VOOR İNFORMATİE & DOCUMENTATİE (TC-İD
Kuruluş ve Amaç
Türk Bilgi ve Belgeleme Merkezi (TCID), 30 Nisan 2025 tarihinde Amsterdam’da resmi olarak kurulmuştur.
Bu kuruluş, Hollanda’daki Türk-Niederlands toplumu ve daha geniş anlamda Avrupa’daki Türk diasporası için sosyal, kültürel ve politik bilgi üretimi, belgeleme ve farkındalık artırma misyonuyla yol almayı hedefleyen bağımsız, kar amacı gütmeyen bir vakıftır.
TCID’nin temel vizyonu, kimlik, temsil ve bağlantı değerlerini esas alarak kapsayıcı bir toplumda herkesin sesini duyurabileceği bir zemin yaratmaktır.
Faaliyet Alanları ve Yapısı
Merkez, çok yönlü bir organizasyon yapısına sahiptir. Aşağıdaki departman ve alanlar, TCID’nin temel işlevsel bileşenlerindendir:
Düşünce Merkezi (Think Tank): Araştırma, toplumsal analiz ve politika önerileri geliştirme
Lobi & Politika Departmanı: Karar alma süreçlerinde etki kurma ve temsil güçlendirme
Hukuk Bölümü: Yasal düzenlemeler, haklar ve mevzuatla ilgili bilgilendirme
Belgeleme Departmanı (Dokümantasyon): Arşiv yönetimi, tarihi belgeler, kuşakların hikâyelerinin toplanması
Medya Bölümü: Bilgi kampanyaları, medya üretimi, kamu algısı ve imaj analizi
Irkçılık & Ayrımcılık Bölümü: Toplumsal farkındalık kampanyaları ve diyalog platformları
Kadın Birimi: Kadınların toplumsal görünürlüğü, liderliği ve katılımını artırma
Gençlik Bölümü (16–28 yaş): Gençlerin yetenek, katılım ve toplumsal aidiyet projeleri
Gönüllüler Programı: Topluluk içinden bireylerin aktif katkısı
TCID, hikâyeleri, bilgiyi ve deneyimleri toplayarak korumayı ve paylaşmayı bir sorumluluk olarak görür. Herkesi düşünmeye, katkı sunmaya ve topluluğun gelişimine dahil olmaya davet eder.
Kurumun Misyonu ve Temel Değerleri
TCID’nin misyonu; Hollanda’daki Türk toplumunun sosyal, kültürel ve politik açıdan güçlü bir yer edinmesini sağlamak, kimliğini ve tarihini görünür kılmak, bilgi üretmek ve toplumsal adalet yönelimli projeler geliştirmektir. Kuruluş kimlik, temsil ve bağlantı ilkeleri üzerine inşa edilmiştir ve bu doğrultuda, geçmiş deneyimler ile gelecek perspektifleri arasında bir köprü kurmayı amaçlar.
Ayrıca TCID, toplum içinde güç dengeleri, eşitlik, katılım ve dışlanmaya karşı duruş gibi konulara eğilir; ırkçılığa, ayrımcılığa, ötekileştirmeye karşı bir farkındalık odağı işlevi görmeyi hedefler.
Faaliyetler, Projeler ve Katkılar
TCID’nin “Belgeleme Departmanı” aracılığıyla, Hollanda’da üç kuşaktır varlığını sürdüren ailelerin hikâyeleri gibi nadir ve değerli anılar toplanarak arşivlenmektedir.
Kurum ayrıca bilgi yayma, konferans ve sergi organizasyonları düzenleyerek, toplumu düşünsel olarak besleyen etkinliklerle katkı sunmaktadır.
Bağış ve destek kampanyalarıyla, bağımsız projelerin sürdürülebilirliği sağlanmakta; her türlü maddi katkı, kurumun kültür, bilgi ve toplumsal bağ projelerine destek olmaktadır.
Toplumsal temsil, medya görünürlüğü ve kamusal tartışmalarda Türk-Niederlands topluluğunun sesini duyurma çabaları aktif olarak yürütülmektedir.
Gelecek Vizyonu
TCID, kuruluşun ilk yıllarını güçlü bir temel oluşturmak, toplumsal katılımı artırmak ve topluluk içinde güvenli bir alan yaratmak üzere kurgulamaktadır. Önümüzdeki dönemde; daha geniş işbirlikleri, eğitim programları, yaygın dokümantasyon projeleri ve uluslararası bağlantılarla merkez konumunu güçlendirmeyi hedeflemektedir
ŞİMDİ SÖZ KONUŞMACILARDA…
GÜNAY USLU’NUN KONUŞMA METNİNİN TAMAMI
Bu konferansı açma onuru bana verildi. Bunun için çok teşekkür ederim.
Sık sık masalarda tek kadın olduğum durumlarla karşılaştım.
Siyasette, yönetim kurullarında, inşaat sektöründe, bilimsel kurumlarda… Bazen bu durum rahatsız edici olabiliyor.
Ama her defasında gördüm ki tek bir ses bile dinamiği değiştirebilir.
Sadece varlığınız bile kökleşmiş kalıpları değiştirmeye yardımcı olabilir.
Birçok araştırma da bunu kanıtlıyor: Üst yönetiminde daha fazla kadın bulunan kurumlar, daha yenilikçi, daha dirençli ve daha başarılı oluyor.
Çeşitlilik bir moda sözcüğü değildir. Çeşitlilik (ve öyle kalmaya devam edecek) stratejik bir zorunluluktur.
Bugün bizi birleştiren bir şey var: Çeşitlilik, göçmen geçmişi. Ve bu geçmiş bize çok şey öğretti, çok şey kazandırdı.
Farklı dünyalar, diller ve kültürler arasında geçiş yapabiliyoruz.
Aynı anda bir dili dinleyip, başka bir dili görebiliyoruz.
Bazen dışarıdan bir göz oluyoruz, ama aynı zamanda olayların tam ortasında yer alıyoruz.
Bir yandan ait hissediyoruz, bir yandan da bazen dışarıda kalıyoruz.
Bu durum insanı zaman zaman savunmasız kılsa da aslında çok büyük bir güçtür. Ufku genişletir, empatiyi artırır, liderliği güçlendirir.
Çünkü farklı dünyalar arasında hareket eden, mevcut yapıların dışında durabilen kişi…
sistemlerin nerede tıkandığını daha çabuk görür, fırsatları fark eder ve köprüler kurar.
Bunlar da zaten iyi liderliğin en önemli özellikleridir.
Çünkü liderlik alkış almakla ilgili değildir. Asıl mesele, kendinizi sizden farklı olan, farklı düşünen, size meydan okuyan, size karşı çıkan ve eleştirel olan insanlarla çevrelemektir.
Evet, bu her zaman rahatlatıcı değildir, ama kesinlikle hayati öneme sahiptir.
Çünkü değişim yaratmak, bir şeyleri harekete geçirmek için gereklidir.
Buradan rol modellerine gelmek istiyorum… Geçmişte bu konuda biraz alçakgönüllüydüm, hatta biraz da eleştireldim. Ama artık öyle değil. Rol modelleri vazgeçilmezdir.
Çünkü görmediğiniz bir şeyi olamazsınız.
Bugün burada hikâyesini bizimle paylaşan her kadın, gelecek nesil için yolun üzerine bir taş koymuş oluyor.
Ve gelelim bu öğleden sonranın temasına: Gelecek kadındır.
Aslında ben geleceğin kadın ya da erkek olduğuna inanmıyorum. Gelecek insandır.
Ama kadın liderliğinin gücü olmadan potansiyelimizin yarısını kaybederiz.
Benim rol modellerimden biri annemdir. Biz birlikte okumayı öğrendik. Ben 7 yaşındaydım, o 40.
Bana her zaman ilerleyebileceğini gösterdi. Açabileceğin dünyaların bir sınırı olmadığını…
Her zaman potansiyelini kullanabileceğini ve başkalarını şaşırtabileceğini gösterdi.
Hepinize ilham verici bir öğleden sonrasını diliyorum.
DEMET AKPINAR’IN KONUŞMASININ TAMAMI:
Benim hikâyem aslında bende başlamıyor.
Çok ama çok daha önce başlıyor.
Geçen yüzyılda, henüz Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmadığı bir dönemde – 1900’lerin başında.
Orta Anadolu’nun tam ortasında, Yozgat’ta küçücük bir köy olan Pohrek’te.
Hikâye, anneannemin annesi Sadegül ile başlıyor.
O dönem belirsizliklerle doluydu.
Kadınlar çoğunlukla kamusal hayatın dışında bırakılıyordu.
İsimleri gazetelere girmiyor, fotoğrafları duvarlara asılmıyordu.
Ve yine de…
Bütün zorluklara rağmen Sadegül genç yaşta eşini kaybetti.
Sekiz çocuğu vardı. Sekiz!
Ama dimdik ayakta kaldı.
Hayal edebiliyor musunuz?
Genç bir dul… Bir köyde… Daha kendini bulmamış bir ülkede.
Ama o ne kırıldı ne de eğildi.
Hayata dimdik baktı.
Konuştuğunda herkes susup onu dinledi.
Herkes biliyordu: Bu kadın doğruyu söylüyor.
Bu kadın sağlam bir kaya gibi duruyor.
O ortamda büyüdü onun en büyük kızı, anneannem Penpe.
Babasızdı ama annesiyle birlikte evin sorumluluğunu üstlendi.
Küçücük toprak parçası ancak mütevazı bir gelir sağlıyordu.
O evde sadece ekmek paylaşılmıyordu, umut da paylaşılıyordu.
Sadece yemek değil, azim de vardı.
Sadece sıcaklık değil, sorumluluk da vardı.
Yalnızlık değil, dayanışma vardı.
Bu kadınlar sadece evi çekip çevirmiyordu.
Karakter inşa ediyorlardı.
Bir sonraki neslin temelini atıyorlardı.
Yan köy Bahadın’da topraksız bir aile yaşıyordu.
Geçimlerini ellerinden ve yeteneklerinden kazanıyorlardı.
Hüseyin ve oğlu Zekeriya köy köy dolaşıyordu.
Önce yaya, sonra bir eşekle.
Müzisyendiler – davul ve zurna çalıyorlardı – ama aynı zamanda sünnetçi, nalbant ve pehlivandı.
Çok yönlü adamlardı.
Ve çevrelerine ilham veren insanlardı.
Zekeriya daha sonra anneannem Penpe’nin eşi olacaktı.
Evlendiklerinde ortak mücadeleleri başladı.
Hayat çok zordu.
Ama yine de yeni adımlar attılar.
Dedem hep gururla derdi:
“Biz kendi evine taşınan ilk çift olduk.”
Sadece birkaç metre ötede, basit bir evdi bu.
Ama bağımsızlığın, ilerlemenin sembolüydü.
Daha büyük adımların ilk adımıydı.
Sonra dedem çalışmak için İstanbul’a gitti.
Yıllarca geri dönmedi. Ne para gönderdi ne haber verdi.
Telefon yoktu, sosyal medya yoktu. Sadece sessizlik vardı.
Ve yine de… Anneannem aileyi bir arada tuttu.
Anne-baba evine dönmedi.
Dört çocuğunu büyüttü.
Sadece bir ineği vardı. Süt yoğurda, yoğurt peynire dönüşüyordu.
Kimseye yük olmadan.
Kırılmadan.
İşte onun gücü buydu.
Bir söz vardır, hep hatırlarım:
“Güçlü kadınlar yalnızca güçlü kızlar değil, güçlü oğullar da yetiştirir.”
Ve bunun en güzel örneğini kendi ailemde gördüm.
Anneannem okuma yazma bilmiyordu ama en büyük oğlu – yani babam – okusun diye uğraştı.
Bir çift ayakkabının zenginlik sayıldığı bir dönemde onu öğretmen okuluna gönderdi.
Yırtık plastik ayakkabılarla…
Her gün saatlerce yürüyerek…
Ama asla vazgeçmedi.
Eğitime inandı.
Bildi ki: Bilgi, daha iyi bir hayatın anahtarıdır.
Ve öyle oldu: Oğlu öğretmen oldu.
Sadece öğrenen değil, öğreten bir insan.
Işık saçan, yol gösteren, toplum inşa eden bir insan.
Ve evet, eğitim yolunda annemle tanıştı.
Annem de öğretmen okulunda okuyordu.
Daha sonra Bahadın’ın ilk kadın öğretmeni oldu.
Düşünün: Kırsal bir yerde, kadınların neredeyse hiç çalışmadığı bir dönemde, o sınıfın karşısına geçti.
Bu sadece bir evlilik değildi.
Bu, nesilden nesile aktarılan değerler zinciriydi.
Aileye, köylülere, daha sonra çok daha geniş çevrelere yayılan bir zincir.
Onlarca, yüzlerce öğrenciye ders verdiler. Annem pek çok kişiye ilham oldu.
O evlilikten kardeşim Umut ve ben dünyaya geldik.
Ve size şunu söyleyeyim:
Yozgat’ın güçlü kadınları sadece kendi ailelerini güçlü kılmaz.
Köyleri güçlü kılar.
Şehirleri güçlü kılar.
Bir milleti güçlü kılar.
Onların emeği, duaları, kararlılığı: işte bugün burada bizi buluşturan o sessiz güçtür.
Hollanda’da yaşayan bizler için bu miras sadece bir hatıra değil.
Bir pusula.
Geleceğe yön gösteren bir işaret.
Kardeşim ve ben çocukken Hollanda’ya geldik.
Ben üç yaşındaydım, o yedi.
Dili öğrendik, okula gittik.
Ve çok genç yaşta anladık ki:
Hayat sadece kendimizle ilgili değil.
Topluma katkı sağlamakla ilgili.
Okuduk, üst üste eğitimler aldık:
İkimiz de MAVO’dan başladık, üniversiteye kadar ilerledik.
Ben hâlâ HAVO’dayken, kardeşim Delft’te okuyordu.
Haarlem’deki diğer gençlerle birlikte, 90’ların ortasında Haarlem Öğrenciler Birliğini kurduk.
O zamanlar bizim topluluğumuzdan okuyan sadece bir avuç genç vardı.
Bizden önce sadece birkaç kişi vardı.
Onlardan biri halam Fatma’ydı – çevrede yüksek öğrenim gören ilk kişi.
Ve kadın olduğu için bu daha da anlamlıydı.
O dönemde göçmenlerin çoğu eğitime yatırım yapmıyor, Türkiye’ye dönüş için biriktiriyordu.
Ama halam bu anlayışı yıktı.
Bütün baskılara rağmen okumaya devam etti.
Ondan sonra biz ilk kuşaktık. Henüz kalabalık değildik ama sayımız arttı.
HBO’larda ve üniversitelerde daha çok öğrenci olduk.
Kadınlar sayesinde, büyüklerimizin vizyonu sayesinde öğrenciler çoğaldı.
Haarlem’de belki yirmi otuz gençtik.
HÖB’de hem okuduk hem çalıştık.
Öğrencilere ders verdik.
Aile toplantıları, bilgilendirme oturumları düzenledik.
Anne-babalarla eğitim sistemi arasında köprü olduk.
Onlarca Türk ve Faslı öğrenciye ders verdik.
Eğitimde başarı ve başarısızlık faktörleri üzerine yaptığımız araştırma ulusal ilgi çekti.
Belediye başkanı, Kraliçe Komiseri, hatta Milli Eğitim Bakanı gelip bizi dinledi.
Sonra bizler de belediye başkanı, devlet bakanı, hatta bakan olduk. Burada örnek olarak Günay Uslu var.
Düşünebiliyor musunuz?
Biz – göçmen çocukları.
Biz – okula yalınayak giden kadınların torunları – eğitim sisteminin geleceği hakkında fikir sorulan insanlar olduk.
Sadece fikrimiz alınmadı, yön verdik.
Artık hakkımızda konuşulmasına izin vermedik, sahneye çıktık.
Hanımefendiler, beyefendiler, bütün bunların kökü tek bir şeye dayanıyor: Kadınların gücü.
Her zaman görünür olmayan kadınlar…
Işığı aramayan, alkış peşinde koşmayan kadınlar…
Ama değişimin sessiz motoru olan kadınlar.
O yüzden asla unutmayalım:
Güçlü kadınlar, güçlü toplumlar yaratır.
Ve bu mesaj sadece bugüne ait değil.
Sadece Anneler Günü’ne değil.
Her güne ait bir mesajdır.
Hadi bu mesajı birlikte yayalım.
Ailelerimizde, topluluklarımızda, artık “vatanımız” dediğimiz bu ülkede.
Ve asla unutmayalım:
Her güçlü erkeğin, her güçlü kızın, her güçlü oğlun arkasında bir kadın vardır.
Belki dışarıya görünmeyen,
ama ailesi, köyü, milleti – hepimiz için vazgeçilmez olan bir kadın.
GÜLSEMİN KONCA’NIN KONUŞMASININ TAMAMI
Sevgili katılımcılar, değerli kadınlar,
Amsterdam’ın bu çok sesli, çok renkli buluşmasında hepinizi yürekten selamlıyorum.
Bugün burada “güçlü kadınlar” üzerine konuşmak için bir aradayız.
Ben güçlü kadınları kalemimden tanıdım. Çünkü ben bir yazarım. Ama ben size güçten önce “kadın”ı anlatmak istiyorum.
Kadın nedir? Bazen bir annenin sessiz duası, bazen bir kız çocuğunun hayali, bazen de toplumun dayattığı zincirleri kıran cesur bir figür. Ama her şeyden önce, kadın bir hikâyedir. Ve işte o hikâyeyi yazıya döktüğümüzde, kadın yalnızca var olmaz; aynı zamanda kalır, yaşar, iz bırakır.
Kitaplarımda kendime ve okuyucularıma aynalar tuttum. Altı kitabım var. Üçü aile ve çocuk eğitimi üzerine; evlilik, anne- baba olma halleri, ilişkilerin görünmeyen yükleri. Diğer üçü ise kişisel gelişim üzerine; insanın kendini bulma yolculuğunu, yeniden doğmayı, içindeki karanlıkla yüzleşip ışığına kavuşmayı anlattım.
Peki bu kitapların güçlü kadınlarla ne ilgisi var?
Aslında hepsiyle. Çünkü her sayfamda, her cümlemde, satır aralarında bir kadının gözyaşı, bir annenin çığlığı, bir genç kızın umudu, bir eşin sabrı, bir annenin direnişi var. Benim için güçlü kadın, “hiç ağlamayan” kadın değildir. Tam tersine, gözyaşını saklamayan, incindiğinde bile ayağa kalkmayı bilen, kendine rağmen çocuklarını yaşatan, ailesini ayakta tutan kadındır.
Benim için güçlü kadın, gücünü kaslarında, parasında ya da ünvanında taşımak zorunda değil. Güçlü kadın, içindeki fırtınayı kelimelere dökebilen, yaşadığı acıyı, aşkı, kaybı anlatabilen kadındır. Çünkü yazı, kadını görünür kılar. Yazı, kadının varlığını “geçici” değil “kalıcı” yapar.
Kalem, çoğu zaman kılıçtan keskin olur. Ben de kendi kitaplarımda hep şunu yapmaya çalıştım: Görülmeyen, konuşamayan, içini dökemeyen kadınlara bir ses olmak. Kimi zaman gurbette hasret çeken, kimi zaman evliliğinde sessiz çığlıklar atan, kimi zaman sandıklara mektuplar saklayan kadınlar. Onların hikâyelerini yazdım, çünkü biliyorum ki: Bir kadının hikâyesi yazıldığında, aslında binlerce kadının hikâyesi görünür olur.
Edebiyat, kadınlara iki şey verdi: Birincisi ayna, ikincisi sahne. Ayna, çünkü kadın edebiyatta kendini gördü. Sahne, çünkü kadın kendi sesini başkalarına duyurdu. Bugün hâlâ pek çok kadın kendi hikâyesini yazamıyor. Ama biz yazarlar, onların gözleri, onların kalemi, onların dili oluyoruz. Bu yüzden edebiyat, kadınlar için bir özgürlük alanıdır. Bir sığınaktır. Bir meydandır.
Benim kitaplarımda kadın bazen anne, bazen eş, bazen kız çocuğu, bazen sadece “kendisi”. Ama her durumda bir mücadele var. Çünkü biz kadınlar, yalnızca başkaları için değil, kendi varlığımızı ispat etmek için de direniyoruz.
“Anne Üşürse Çocuk Donar” dedim. Kitabımda, aslında tüm annelerin yükünü, fedakârlığını, kırılganlığını anlattım. Oradaki anne, tek başına bir ülkeyi, bir nesli taşıyabilecek kadar güçlü. Ama en kırıldığı yer, evladı… Şunu hiç unutmadım: Bir kadının gücü, sadece kendi hayatını değiştirmekle sınırlı değildir. O güç, çocuklarına, ailesine, topluma, hatta dünyaya dokunur.
Bir annenin sustuğu yerde bir çocuğun sesi kısılır. Bir kadının hayali yok edilirse, bir neslin ufku daralır.
Sözlerimi bitirirken şunu söylemek istiyorum: Güçlü kadın olmak, kendini var edebilmek, sesini bulabilmek, kendi hikâyesini yazabilmektir. Ben bir yazar olarak şuna inanıyorum: Kadınların hikâyeleri yazıldıkça, anlatıldıkça biz daha güçlü olacağız. Bu değerli organizasyonu düzenleyenlere, emeği geçen herkese ve bugün burada bulunarak zamanınızı, yüreğinizi paylaşan siz kıymetli katılımcılara teşekkür ediyorum.
NİLAY CEBER’İN KONUŞMASININ TAMAMI
Evlilik çağı geldiğinde, sarayların kapıları birbiri ardına çalındı. Krallar ve prensler sıraya girdi; kimisi bizzat geldi, kimisi elçiler gönderdi. Yolculuklar yapıldı, anlaşmalar imzalandı, düğünler düzenlendi. Ama bütün bunlar, onun iradesi sorulmadan, onun onayı alınmadan gerçekleşti.
Bu hikâye kulağa bir efsane gibi geliyor. Ve öyle de… Bu, Truva’nın Helen’inin hikâyesi. Tarih boyunca bir savaşın fitilini ateşleyen kadın olarak anlatılagelen Helen. Oysa belki de o, sadece seçme hakkı elinden alınmış biriydi. Belki de o, sesi hiç kaydedilmemiş, kendi iradesi yok sayılmış bir kadındı.
İşte bu düşünce beni sarstı. Ama aynı zamanda şunu da merak ettim: Peki, daha yakın hikâyeler nasıldı?
Bunun için annemle konuştum. Bu öyle sıradan bir konuşma olmadı. Çünkü bu kez bir evlat gibi değil, bir kadın kadına dinledim onu. Annelik kimliğini bir kenara bıraktım, ona “kadın” gözüyle bakmak istedim. Kimdi o evlendiğinde? Aşıktı mı? Gerçekten seçme şansı oldu mu? Onun hakiki hikâyesi neydi?
O söyleşilerden bir film doğdu. Ortaya çıkan sadece annemin portresi değil; aynı zamanda benim kendi iç yolculuğum, kendi sorgulamam oldu. Anladım ki onun hikâyesi, hem geçmişin öyküleriyle hem de bugünün öyküleriyle yankı buluyor.
Çünkü hâlâ, her hafta yeniden kadınlar zorla evlendiriliyor. Kimi zaman açık bir şiddetle, kimi zaman sessizce… Bazen aile sevgisi uğruna istemediğini kabullenmek zorunda bırakılıyor, bazen de sesi daha duyulmadan susturuluyor.
Bu durumda sorulacak soru şu: Karşımızdaki şey, çağlar boyunca sürüp gelen bir trajedinin farklı zamanlarda, farklı kılıklarda yeniden sahnelenmesi mi? Yoksa biz bugün yaşanan trajedileri, çok eski zamanların hikâyelerinde mi tanıyoruz?
İşte ben de bu yüzden bu çalışmayı yaptım. Çünkü Helen’in yankısını duydum. Çünkü annemin yankısını duydum.
Ve fark ettim ki: Annemin hikâyesini dinleyerek ben de bir şey kazandım. Yeni bir bağ, daha derin, daha sahici bir bağ. Daha dürüst, daha çıplak bir bakış açısı.
O yüzden diyorum ki: Dinlemeye devam edelim. Sorular sormaya cesaret edelim. Cevaplarımızda dürüst olalım. Yakınımızdaki hikâyelere kulak verelim. Yüzyıllar öncesinden gelenlere de… Bugün yanı başımızda sessizce yaşananlara da…
Çünkü ancak gerçekten dinler, gerçekten sorarsak, sessizliği kırabiliriz. Ve belki de ancak o zaman, trajedilerin aynı acıyla tekrar tekrar sahnelenmesine engel olabiliriz.
SEMİHA NUR TURGUT’UN KONUŞMASININ TAMAMI
“Geçmişin geleceğini belirlemez, onu sen belirlersin.”
Benim adım Semiha Nur Turgut (22). Kumar bağımlısı bir babayla büyüdüm. Daha küçük yaşta, koşullarımın üstesinden gelecek kadar güçlü olma sorumluluğunu hissettim. Başkaları çocuk olabilirken, ben hayatta kalmayı öğrendim. Bu ağır bir şey gibi geliyor – ve gerçekten de öyleydi. Ama bana bugüne kadar taşıdığım içsel bir güç verdi.
Şunu biliyordum: Ben farklı bir yol izlemek istiyorum. Geçmişimi tekrarlamak değil, kendi yolumu yaratmak istiyordum. İşte bu güç beni bugünkü halime getirdi: Go Rise Coaching & Sisterhood’un kurucusu.
Go Rise, benim gibi içinde bulundukları çevrenin ya da bazen kendilerinin düşündüğünden çok daha fazlasını içinde taşıyan genç ve hırslı kadınlar için var. Bu kadınlar kalıpları kırmak, kendi seçimlerini yapmak ve çoğu zaman konfor alanlarının dışına çıkarak fırsatları yakalamak istiyor.
Sisterhood topluluğumuzda kırılganlık, güç ve büyüme merkezde. Burada hikâyelerin paylaşıldığı, güvensizliklerin kabul edildiği ve hedeflerin beslenip güçlendirildiği bir alan sunuyoruz. Çünkü ben, gerçek büyümenin ancak maskeni çıkarmaya cesaret ettiğinde ve kendine tamamen izin verdiğinde başladığına inanıyorum.
Benim misyonum sadece koçlukla sınırlı değil. Genç kadınların birbirini güçlendirdiği, kendilerini geliştirdiği ve gelecekleri için yeni bir hikâye yazdığı bir hareket yaratmak istiyorum. Çünkü senin geçmişin kim olacağını belirlemez, onu sen belirlersin.
Bu yüzden yalnızca bireylerle değil, aynı zamanda gençlere ve genç kadınlara fırsatlar sunmak isteyen şirketler, okullar ve kuruluşlarla da iş birliği yapıyorum. Birlikte köprüler kuruyor, gelecek nesillere ilham veriyor ve insanlara yatırım yapmanın, rakamların asla ifade edemeyeceği kadar büyük bir değer kattığını görünür kılıyoruz.
Ben 22 yaşındayım. Yaşımdan çok daha ağır bir hikâyem var. İşte tam da bu yüzden buradayım. Geçmişimin kurbanı olarak değil, kendi geleceğimin yaratıcısı olarak.
Go Rise; ayağa kalkmayı, seçim yapmayı ve büyümeyi temsil ediyor.
AYNUR BAYRAM’IN KONUŞMA METNİNİN TAMAMI
Ben 1972 yılında, 7 yaşımda Hollanda’ya geldim. Ben, Hollanda’daki ilk güçlü Türk erkeklerinin kızıyım. Ne yazık ki aile birleşiminden sonra, anne ve babamın evliliği sadece 5 yıl sürdü. Boşanma nedeniyle kardeşimle ben yeterince ilgi göremedik ve ilkokuldan sonra daha alt mesleki eğitime yönlendirildik. O jenerasyonda erkekler LTS’ye (Lager Technische School) gönderilir ve çoğunlukla oto tamircisi olurlardı. Kızlar ise LHNO’ya (Lager Huishoud en Nijverheid Onderwijs) yönlendirilirdi; burada hazır giyim, yemek, kuaförlük veya büro işleri seçilebilirdi. Ben de böylece bu okula gittim ve hazır giyimi seçtim. Burada dikiş öğrendim ve pantolon, tayyör ve mont dikebilecek bir atölye açacak seviyeye geldim.
Annem, köy kökenli, okuma yazma bilmeyen, sağlığı da zayıf (astım hastası) bir kadındı. Hollanda’ya gelişinden sonraki 5 yıl içinde, ergenlik çağındaki iki çocuğuyla yalnız başına kaldı! Analfabet! Yarı kör, derdi kendisi için hep. Boşandıktan sonra tek bir mottosu vardı: “Çocuklarım (erkek-kız ayırımı olmadan) kendi ayakları üzerinde durabilmeli ve evlenmeden önce maddi olarak bağımsız olmalı.” Bizim hayattan bir şeyler yapmamız gerekiyordu. Ben pes ettiğim zamanlarda, onun güçlü itişini hissederdik: “İsteyenin bir yolu vardır”, “Hayır zaten cebinde, belki evet kazanabilirsin”, “Ağızlarına tokat mı vuracaklar, söyle”…
Ne yazık ki annemi 58 yaşında kaybettim, ben 32 yaşındaydım. Hâlâ, kendime güvensiz hissettiğimde onun sesini duyar gibi olurum.
Nasıl psikiyatrist olduğumu ben de anlamıyorum… 😊
Ben öğretmen, ilkokulda sınıf öğretmeni olmak istiyordum. Ama ev ekonomisi okuluna gönderildiğim için bu şansım yoktu. Öğretmenlik için MAVO, HAVO ve PABO gerekiyordu. Ama içimde bir şey vardı, annem onu görüyordu. Boşanma sürecinde, hayatta gerçekten “isteyenin bir yol bulduğunu” keşfetmişti. İstediğini sana kimse getirmez; sen istemelisin, sen koparmalısın! Aramaya devam etmeli, en önemlisi kendine güvenmelisin.
Annem bizimle veli toplantılarına gelirdi. Bir toplantıda DEKAN’a “öğretmen olmak istediğimi” söylemek zorundaydım. Çok utanıyordum, çünkü ‘aptal annem bunun bir ev ekonomisi okulu olduğunu anlamıyor’ diye düşünüyordum. Ama söylemek zorundaydım ve utana sıkıla söyledim. Dekan bana, ev ekonomisi okulunda MAVO sınavı yapılabileceğini, üç ders C seviyesinde olursa VHBO’ya (HAVO seviyesinde) geçiş yapabileceğimi söyledi. Bir pencere açıldı ve annemin gücüyle tüm dersleri C seviyesinde vererek o pencereyi sonuna kadar araladım. Böylece VHBO’ya geçtim, oradan da PABO’ya (öğretmenlik eğitimi) girmek için HAVO diploması aldım.
Peki nasıl oldu da doktor oldum, çünkü eğitim ve sağlık birbirinden çok farklı…
VHBO’da fen derslerindeki notlarım, eğitim derslerimden yüksekti. (Evet, evet, yine) bir veli toplantısında öğretmenim bana, neden öğretmenliği seçmek istediğimi, neden bu tarafı seçmediğimi sordu. Ben reddettim, çünkü öğretmen olmak istiyordum. Ama annem o “bu taraf”ı öğrenmek istedi. Öğretmen “doktorluk” dediğinde karar verilmiş oldu: Doktor olacaktım! Nokta! Annem için mesele kapanmıştı.
32 yaşıma kadar (onun ölümüne dek) annem benim gücüm, desteğim, dayanağımdı. Onun ölümünden sonra bir süre ne yapacağımı bilemedim, çünkü gücüm kaybolmuştu. Aile hekimim o zaman bana şöyle dedi: “Gücün annen değildi, sen annenin gücüydün. O, hayatında eksik kalan her şeyi sende buldu ve yaşadı.” Bunu hâlâ hissediyorum. İçimde gerçekten bir şey varmış…
Her şeyden önce kendine güvenmen gerek; kendi iraden, kendi itici gücün, kendi inatçılığın. Çevremdeki insanlardan da şanslıydım, çoğumuz gibi. İlk önce 32 yaşıma kadar annemdi, sonra da bugüne dek eşim oldu. Çok kez pes ettim, ama o bana hep güvendi, gereken desteği ve itişi verdi. Güçlü bir erkeğin arkasında bir kadın vardır, güçlü bir kadının arkasında ise bir erkek. Biz bunun yaşayan kanıtıyız.
Peki şimdi ne yapıyorum?
Doktor oldum ve 45 yaşımda uzman, psikiyatrist olmaya karar verdim. O zamana kadar psikiyatri alanında doktordum ama bir psikiyatristin gözetiminde çalışıyordum. Üst üste üç vaka oldu, kültürel sorunlarla ilgiliydi ve ben bu konuda ‘Batılı psikiyatristimden’ daha fazla bilgiye sahiptim. Ama o beni dinlemek istemedi ve hep Batı protokolünü uyguladı. Ben de arkasında durmadığım şeyleri yapmak zorunda kaldım. Sonunda yumruğumu masaya vurdum: “Ben kendim psikiyatrist olacağım ve o zaman toplum için gerekli olanı yapmama kimse engel olamayacak!”
Asla öğrenmek için geç değildir!
Şimdi 13 yıldır psikiyatristim. Psikiyatrist olduktan iki yıl sonra kendi girişimimi başlattım: JOY GGZ (www.joyggz.nl). Girişim çok büyüdü. Şimdi Arnhem’de 200’den fazla hastası ve 11 çalışanı olan bir kurum halindeyiz.
Öğrencilik yıllarımda Arnhem Diyanet Camii’nin kadınlar kolu yönetiminde görev aldım. Harika yıllardı. Bunun yanında toplum ve eğitim yararına (örneğin Türkçe için El Ele) birçok gönüllü çalışma yaptım. Ayrıca dolaylı olarak siyasette aktif oldum ve Arnhem’in yeniden inşası için çekirdek ekipte yer aldım.
Yakın zamana kadar, MÜSİAD’ın ilk yönetiminde, MÜSİAD Kadınlar Başkanı olarak görev yaptım.
Şu anda ise hızla büyüyen girişimim JOY GGZ’nin yanında, 2023’te Türkiye’deki büyük deprem sonrası kuruluşuna katkıda bulunduğum TPP’nin (Türk Psikiyatri Platformu) yönetiminde yer alıyorum.
TÜRK BİLGİ VE BELGE MERKEZİ BAŞKANI MUSTAFA ÖZCAN’IN KONUŞMASI
Saygıdeğer konuklar,
Ben Mustafa Özcan. Hollanda’ya bundan kırk yıl önce, genç yaşta büyük hayallerle geldim. Burada bir gelecek kurmak, bana kapılarını açan topluma katkıda bulunmak istiyordum. Bu hayal zaman içinde gerçekleşti. Eğitimimi tamamladım, hem kamu hem de özel sektörde çalıştım. Ama beni en çok motive eden şey, topluma hizmet etme arzum oldu.
Bu nedenle daha en başından itibaren çeşitli Türk ve Hollanda derneklerinde aktif görevler üstlendim. Bu çalışmalarda gördüm ki, Türk asıllı Hollandalılar ve diğer etnik grupların ihtiyaçları giderek daha da çeşitleniyordu. Modern toplumun beklentileri büyürken, mevcut kuruluşların sundukları yetersiz kalıyordu. Çünkü dernekler parçalanmış, her biri sadece küçük bir kesime hitap eder hale gelmişti. Oysa bizi birleştirecek, ortak çıkarlarımızı savunacak güçlü bir yapıya ihtiyaç vardı.
Bu sorundan yola çıkarak, dört yıl önce dostum Deniz Koker ile şu soruyu sorduk:
“Türklerin çıkarlarının gerçekten korunmasını nasıl sağlayabiliriz?”
Bu soruyu önce hukukçulara, sonra doktorlara, ardından mühendis ve akademisyenlere yönelttik. Hepsi aynı yanıtı verdi: “Mevcut imkânlar artık yetersiz.” İşte bu noktada yeni bir kuruma ihtiyaç olduğu netleşti. Böylece, “Artık bizim hakkımızda, biz olmadan konuşulmayacak” mottosuyla Türk Bilgi ve Dokümantasyon Merkezi (TCID)’ni kurduk.
TCID’nin misyonu çok açıktır: Türk toplumunun haklarını, Türk dilini ve kültürünü korumak; ayrımcılıkla mücadele etmek; eşit fırsatlar yaratmak; toplumumuzu bilgi, eğitim ve dayanışma yoluyla güçlendirmektir. Yerel ve ulusal yönetimlerle, sivil toplum kuruluşlarıyla ve diğer paydaşlarla iş birliği içinde çalışıyoruz.
Bugün burada toplanmamızın sebebi, TCID’nin önemli bir yapı taşını hayata geçirmek: Kadınlarımıza adanan yeni bölümümüzü tanıtmak. Çünkü biliyoruz ki toplumun belkemiği kadındır. Kadınların gücü, bilgeliği ve yaratıcılığı olmadan ne toplum gelişebilir ne de gelecek inşa edilebilir.
İşte bu yüzden, bugün STERKADIN bölümünü sizlere sunuyoruz. Bu yeni oluşum, her yaştan, her geçmişten kadına açık bir buluşma ve paylaşım platformu olacak. Kadınların sesini duyuracağı, özgürce seçim yapabileceği ve topluma yön vereceği bir alan yaratmayı hedefliyoruz.
Atatürk’ün de söylediği gibi: “Dünyada gördüğümüz her şey kadının eseridir.”
Biz inanıyoruz ki bugünün başarılı Türk kadınları, yarının gençlerine yol gösterecek rol modellerdir. Onların başarı hikâyeleri, gelecek nesillere ilham olacak ve cesaret verecektir.
Bu tarihi günde aramızda olduğunuz için hepinize teşekkür ediyorum. Gelin, bu anı birlikte kucaklayalım. Çünkü gelecek kadının geleceğidir.