
Laiklik, sekülarizm ve devlet dini konuları çokça tartışılan ve pek az üstüne uzlaşılan alanlardır. Öncelikle bu kavramların özünde ne olduğu, nasıl işlendikleri ve kullanıldıkları gösterilmektedir.
Sadece kendi çapındaki akademik çevrelerde değil yanı sıra genişleyen, Anglofon ve Frankofon literatüründe, laiklik ve sekülarizm kavramları üzerine uzlaşı bir hayli güç ve savunurlarını bölen çalışma alanlarıdır. Bu rızası sayesinde, her çalışan gibi, ben de bir yerde kendi okumalarımdan ve çalışmamdan yola çıkarak kabul edilme anlayışları üzerinden, kavramları Türk literatürü çerçevesini tanımlayıp açıklayacağım.
Laiklik, insan onurunun, her yönüyle, devlet aygıtının baskılarına karşı koruma ve her hususta adaleti sağlamasıdır. Onun bir devlet belli inanç kalıpları kuruluşun içinde yer alır. Yönetim biçimleri, bunların ve bunların inanç sistemi üzerine şekillenip gelişir. Laikliğin bu hususta en önemli görevi, bir milleti oluşturan bütünün parçalarına bakmaksızın ve başta hukuk önünde eşit ve adil bir şekilde yer almalarını sağlamaktır. Sosyal adaletsizlikleri mümkün mertebe ortadan kaldırmaya yönelik girişimlerde bulunur ve kişiler başta din olmak üzere seçici bir ayrımdan uzak tutmasına yöneliktir.
Laik olan bir devlet sistemi bile bir inanç yapısı ve anlayışı üzerinde şekillenir. Bunu yapmak ya da tuz bilgilendirmek ve adil bir anlayışın egemen olabileceğini düşünmek başlı başına bir hatadır. Laikliğin ülkedeki görevi, bu ideal yaşamın yapısının oluşması adına asgari koşulları oluşturma çabasıdır. İdeal bir devlet yapısı zaten ütopik ve gerçekten bir hayli uzaktır. İnsanın oluşturduğu ve kurduğu farazi teoriler ne olursa olsun açık olsa da belli başlı savunma sistemi her zaman tarih sahnesinde yerini alır ve çalışmaya devam eder.
İşte bu bağlamda laiklik, özellikle modern devletin yapılanması ve modern toplumların geldiği bireysellik ve ayrımcılığa açık katılım hayati bir önem vereceğiz. Bu nedenle, temelliği kavramsal olarak iyi bir şekilde özümsemek ve nasıl çalışılabileceği, uygulanabileceği elzemdir.
görüntülerin laikliği seçimi bir yandan anayasal bir tercihken öte yandan da kültüreldir. Ulaşılmak istenen mutlak adalet şekilleri ve adil bir toplumsal yapılanması illa laikliğin kabulüyle olmak zorunda olsa dahi, perde arkasında, hukuki ve siyasi boyutların laik bir bilincin içselleştirilmesiyle mümkündür. Laiklik, ne denli din ve devlet işlerinin kaydının çok ötesinde ve derin bir kavram olsa da belki de toplumsal sahne içn en önemli kesinti dinin toplumsal mühendislik ve yönetim için kullanılmasının önünde bir engel varlığıdır. Nihayetinde insani yerleşik yerleşik kavramlar ne denli finansal sağlamlığa dayansa da her kavram ve kurum yapısının bozulmasına ve yozlaşmaya eğilimlidir. Bu nedenle özellikle laiklik taviz uygulamalarının bir yapıda, çoğunluğun iyiliği adına uygulanması gerekiyordu. İktidar hiçbir zaman onu seçilen parçaların parçalarından ayırır. Empoze edilen ideolojiler bazı zamanlar dinden bağımsız dahi olsa laiklik amaçlı her türlü üretimden ve istismardan korumakla görevlidir.
Peki “inanç” nedir ve devletler inancın üzerine kurulurlar? Öncelikle inancı ve inanmayı ele almak durumunda, inanma isteğinin insan doğasının en temel ihtiyaçlarından biridir. İnançlı veya inançsız olmak insan özünün bilinmeyenlere karşı ortaya konan bir tepkidir ve bir şekilde artık üretilmişza kodlanmıştır. Her insanın inandığı veya inanmayı seçmesi inandığı değerlerin bir etik ve bütünlüğü yapı bütünlüğü oluşturur. Aynı insanların inançlarını kategorize etmeleri ve bir araya getirip hareketlerini ve kararlarını ona göre alacak olması gibi; bir araya gelen insanlardan oluşan gruptan da üst bir yapı, yani devlet ve alt kurallar, oluştururken bunları aktarır. Aktarılan bu inanç sistemi ve bütünü, yönetimin yapılması ve gerçekleşmemesi doğrudan ya da dolaylı şekilde test edilebilir. Bu tesir, onun yönetimindeki halkta vuku bulabilecek hareketler tarafından reddedilir ve değiştirmeye devam ya da olduğu gibi kabul edilir. Dayatılan inanç sisteminin burada pozitif veya negatif birleştirilmiş olması esasen araştırılması için önemli değildir. Lakin her toplumun kendi ilişkileri ve kültür gelişmeleri üzerinden bu değerlendirmeleri yapıyor. Araştıran kişi bu mantıksal kendi düşünce yapısı üzerinden farazi bir ülkenin iç dinamiklerini incelerken tek eksenli yorumlayabilir.
İnanç ve din konusuna dönecek olursak, Durkheim, Weber ve Tillich’e göre, din —ve uzantısıyla inanç— insanların cevap veremedikleri soruların karşısında çözüm arayışı, yaşadıkları iyi hissetmeleri ve sosyal ilişkilerini kurmasını sağlayan bir kavram olarak görülebilir. Durkheim’ın yaklaşımında aynı zamanda sosyal dağılımını artırması ve bir yerde millet oluşumunun şekillendirilmesidir. Bu da tabii ki devletlerin oluşumu ve tarih içindeki gelişimlerini doğrudan gösterir. Bu sayededir ki devletler her zaman belli inanç kalıpları içersinde doğar, gelişir ve tarihin tozlu raflarına kalkmalarına sebep olur. Dinin bireyselliğin merkezi olması devlet nezdinde, kişilerde ve hatta hukukta değişiklik anlamına gelmez. En nihayetinde bütün bu kavramların içerdiği bölümler. Koyulan kaidelerinin dönemin ruhuna göre gelişmeyeceği ya da bütünüyle değişip değişmeyeceği üzerine bir kesinlik yoktur.
Laiklik ve sekülarizm olgularını anlayabilmek adına öncelikle “devletlerin dini olmaz” anlayışını bir kenara bırakmamız gerekmektedir. Ne modern devleti, ne demokrasi öncesinde devlet yapılanmalarını devlet dininden bağımsız düşünmemiz mümkün değildir. Zaten ortada bir devlet dini ya da din baskısı bulunmasaydı, laik ve sürekli dalgalar veya devrimler oluşamazdı. Sekülerleşen dünyamızda bile hali hazırda devlet dini olgusu ve genel bir inanç sistemi bulunmaktadır. Hatta ve hatta sekülarizasyon teorisine göre de modern dünyamızın aksine git gide seküler olgulardan uzaklaşıyor ve yeniden bir inancın parçasına oturmaktadır. Sosyal olguların ve bunların doğrudan bir laboratuvar ortamında incelenememesinden dolayı aslında kurulmuş ve kabul görmüş teorilerin de değişebilmeleri olgusunu kabullenmemiz ve ona göre incelememiz elzemdir.
Kısaca laiklik ve sekülarizm olgularını, çıkış noktalarını ve esasen tam olarak nasıl ayrılışlarını inceleyelim. Laikliğin kökeninden gelip, ruhban sınıfı dışında kalan halkın temsil ederken, sekülarizmin kökünden elden geldiği döneme ait olan demektir. Yani bir tarafta doğrudan ruhban sınıfının kıran isteyen bir halk yapısı varken diğer tarafta çağın gerekliliklerini savunan bir anlayışla karşılaşıyoruz. Buradan yola çıkarsak ve üstüne biraz kafa yorarsak zaten iki kavram arasındaki öz farkı anlayabiliyoruz. Frankofon ve Anglofon edebiyatları arasındaki bu çatışmamızın kavramları bizim dilimize de yansıtılmıştır. Oysa bu iki olgu birbirinin karşılayan kavramları değildir.
Üniversitede siyaset veya alışkanlık derslerinde belki sizin de karşılaşmış olabileceğiniz bir cümle olabilir: Türkiye laik ama seküler değil. Çalışmalarıma daha başlamamış olduğum zamanlar bile bu cümleyi anlamlandıramaz ve neden böyle kullamayı tercih etmeyi sorgulardım. Dolayısıyla da gerçekten bir anlam ifade etmediğine kanaat getirdim. Bu düzenli ki de sekülarizmi nasıl tanıdığınız ya da hangi değerler üzerine sekülarizmi inşa etmeniz önemlidir buna rağmen anlam bütünlüğü olarak hangi kapıya çıkmak istiyorsanız hala oturtabilmiş değilim…
Laiklik yapısının farklı sürelerde uygulanabilmesisa dahi esas kullanım devlet-kamu nezdinde inanca dayalı olarak her türlü adaletsizliğe mutlak müdahale ederek eşitsizliklerin ortadan kalkmasını sağlamak. Bu hiçbir şekilde laikliğin dinsizliğinin savunduğu ya da toplumun dinsizliğinin dayatmak istediği anlamına gelmez. dolayısıyla dini çoğunlukların azınlıklarına karşı üstünlük kurmasını engeller. Sosyal yaşam, mantık çerçevesinde inşa edilir ve inanç olgusunun insanların üzerinde baskı kurmasını önler. Ne denli siyasal dinciler laikliği bir “ateist toplum inşası” olarak ayrıldılar ve başka bir parça izlemeden yoksun olsalar da artık bunlara inanmanın modası da geçiyor. Laik devlet anlayışı ancak ve ancak toplum üzerinde kendi inanç sistemini empoze ya da inançları manipüle ederek siyasal erki ellerinde tutmak isteyenler tarafından kötüleşmek istenebilir.
Seküler devletlere ilişkin açıklamalar ise (ki bu tanımın sınırlarını belirlemek zordur) din hayatın gelişmelerden gelişmelerden dolayı organik şekilde görülmese dahi devlet-kamu ilişkileri arasındaki yer çıkışıdır. Bu şu anlama geliyor, sekülarizm yalnızca tek bir baskıcı şuna karşı kendini ortaya koymaz. Halk, ekonomik ya da siyasi sebeplerden dolayı dini kullanan ruhban sınıfına karşı tavır alabilir. Bunlar belki de en güzel örnek Amerika Birleşik resimleri olabilir. Siyasal olarak ilişkiler din ile iç geçmiş olan ABD şu an seküler ülkelerin başında gelmekte, hatta ve hatta laiklik sektörünün bazı mallarda Fransa’dan dahi önce “laik” olduğu kabul edilen bir ülkeyken; ekonomik olarak farklı bir yapıyı oturtmuşlardır. Burada oluşma zorluklarım varsayımlar ise, esasen ABD’nin siyasal spektrumda seküler bir devlet değildir. Yargı erkine ne denli güçlü ve bağımsız bir sistem olsa da dahi siyasal yaşamın tamamen bilinenliğinden gelen dini motiflerle beslenmektedir. Bu bağlamda ABD’yi laik olarak eklemek bir yanda seküler olarak spektruma oturtmak hatta imkansız hale getirmek. O zamandan beri mevcut olduğum ve ABD’nin laik olduğunu iddia eden makalelerin ne akademik ne de reelpolitik açıdan hiçbir desteği ya da ciddiyeti yoktur…
Seküler devletin olgusunu ele aldığında, bu nedenle, en çok dikkat edilmesinin biri bu dalgaların öncelikle farklı alanlarda oluşabileceği ve esasında, laikliğe kıyasla, doğrudan yasaklardan ya da sınırlamalardan bahsetmemesi olabilir. Seküler devlet genel bağlamda din ve devlet işlerinin bir ortaklığı üzerine ve karşılıklı anlaşmaya dayalı şekilde ilerlemesini göz önünde bulundurmayı tercih eder. Laiklik ise farklı inançlardan hücrelerin eşitsizliği doğrudan müsemma göstermeksizin kamu nezdinden kurtulmayı hedefler.
Bu karşılaştırmalar üzerine tekrar yapmamız gerekirse, “Türkiye laik ama seküler değil” sözü belki şimdi gerçekten anlamlı olmayan bir akademik operasyonel salataya dönüşmüş olabilir…
Bitirmeden önce kısaca Türkiye Cumhuriyeti’ne değinecek olursa, sanılanın aksine, Cumhuriyetimiz laiklik anlayışını Fransa’dan almamıştır. Bir kere bu maddeten olanak yoktur. Çünkü Fransız tipi laikliğin hazırlanması için öncelikle benzer ruhban sınıflarının olması gerekir. Farklı ruhban sınıflarına aynı çözümü dayatmak yanlıştır. Hıristiyanlıkta bir ruhban sınıfı mevcutken Müslümanlıkta aynı şekilde var olan bir ruhban sınıfından bahsetmek yasaktır. Tarikatlaşmayı ve cemaatleşmeyi kesinlikle burada ruhban sınıfı değişkenleri ile karşılaştırmak gerekir. Çünkü tarikat ve cemaatler doğrudan kendi müritlerine bir sistemi empoze edebilme gücüne sahipken; Ruhban sınıfı aynı inanca ait geniş kitleleri kontrol altında tutulmaktadır. Zaten laiklik kavramı da başta dediğimiz gibi bu ruhban sınıfı dışında kalan insanları kapsayan bir kavram olarak doğmuştur. Bu bağlamda, Cumhuriyet’in varlığıyla beraberlik atılan iftiralara da bir bakmamız gerekir. Yasalarımızın Batı menşeli olması ya da laiklik terimlerinin günümüz şartlarında Fransızca laicité’den ayrılması, Türk devriminin özünü ve ruhu Fransız yapamaz, yapamaz. Bu sırada, yazarken Fransızca makalelerde özellikle laicite a la française ile laicite a la turque kavramlarını kullanmayı çok seviyorum. Çünkü terimin aynı olduğu Fransız ve Türk laiklik anlayışlarının aynı olduğu anlamına gelmez. Ruhban sınıfının farkıyla özellikle İslam’ın geleceği ile gelen Şeyhülislam ve ulema sınıfının değişiminin zaten yapısal farklılıklarını ve uygulanan laikliğin farkını görmüştük. Bu nedenle gelen termin direkt olarak değişimiyle ilgili hatalıdır. Keza, Cengiz Özakıncı’ya zaten laiklik kavramının Selçuklu ile Türk medeniyetinde oturtulduğunu görürüz. Bunun yanında erken Türk devletlerinde din ve devlet işlerinin ayrılması, sosyal yaşamda dinin yerinin kontrol edilmesi ve siyasetin karıştırılması; Yönetimin halkın refahına odaklanmış olması laikliğe coğrafi olarak ne denli dayanıklı dayanıklı olarak ortaya çıkıyor.
Bu nedenle, kuruluşundan itibaren Türk laikliği akıllı, ilerici, devrimci, özgürlükçü ve koruyucudur. Tedavüle giren kanunlar yönünde sosyal tabakaları ortadan kaldırmaya yönelik devrimci ve ilerici adımlar atmış; Seçimler arasında özgür kalmıştı. Bu kapsamda Türk aydınlanması eşi benzeri görülmemiş devrimlere imza atmış ve laikliği de her zaman devrimlerinin merkezinde tutmuştur. Laiklik raporu ne denli zaten bu depoladığımız kapsamların etrafında şekillenmiş olsa dahi sınıfsal yapıların farklılığını ve uygulama şeklini unutmamak gerekir. Modern devletin varlığının ortaya çıktığı dönemde bu benzerliklerin farklı ulusların yönetiminde olması bir nevi korunabilirtu. Buna uymamış ama modern devlet bağımsız bir yargıyı oturtabilmiş ülkelere doğrudan dini kavramlardan etkilenmiş olsa dahi geçen sürelerde o güçlü yargıların denetlediği siyasetçilerin dini organları empoze edildiği ya da daha Machievellist bir tarihsel inandırmak istedikleri inancı nasıl çıkarları olanları açtıkları savaşlarda görüldü. Bu yüzdendir ki hükümeti denetleyecek bir üst erkin, yani yargının, tuz şekilde laik olması her zaman toplumun üstün çıkarı adına zaruridir.
Seküler değerler üzerine kurulmuş çok uluslu yapıdaki bir devlet belki uzlaşıya ütopik bir evrende ulaşılabilirken; modern üniter yapıdaki devletlerin (ve hatta para kazanmak adına çok uluslu devletlerin de) adaleti ve eşitlik sağlanması için laikliği içselleştirmesi elzemdir. Bağımsız bir yargının varlığı ne yazık ki siyasi arenada her zaman en doğru şekilde etki etmemektedir. Siyasilerin dini bağlantılardan kopması adına kontrol biriminin genişletilmesi. Gün geldiğinde onun insan laikliği tuz olarak din ve devlet işlerinin ayrılması olarak değil yaşamlarının kesinliği olarak görülecektir. Mümkünse önceden verilim.